İyi bir müzisyen, söz yazarı, besteci, fotoğrafçı, seyyah ve aynı zamanda bir gurme olan Ayhan Sicimoğlu ile İstanbul ve gezdiği kentler hakkında keyifli bir söyleşi yaptık.
Ayhan Sicimoğlu: Valla kaç ülke, kaç şehir saymadım ama şunu söyleyebilirim: İstanbul’a kent diyemiyorum. Şehir kategorisine koyamayacağım. Kuralların olmadığı, kuralların kuralsızlık yarattığı bir şehir. Katı kuralların olmadığı, ortak yaşam kurallarının olmadığı bir şehir. Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük kentinin böyle olmasını ben çok ayıplıyorum. Yani yeni dünya New York değilseniz, böyle büyük bir kent yapmak ayıp. New York’u ayrı bir severim, şehirciliğini de çok severim. New York’un ayrı bir tılsımı vardır. Ama İstanbul’un imparatorluklar baş şehrinin böyle olması, Cumhuriyet Dönemi’ndeki en büyük ayıplardan biri olduğunu düşünüyorum.
Fotoğraflar: Uğur Ceylan
AS: İstanbul’da şehircilik konusunda kim yetkili ise onları dünya turuna çıkarmak istiyorum. Onları belediye yetkilileri ile tanıştıracağım. Barselona’ya, Roma’ya, Londra’ya, Paris’e, Nice’e, New York’a gideceğiz. Mexico City’e gitmeyeceğiz, Beyrut’un yakınından bile geçmeyeceğiz. Arap ülkelerinin hiçbirine uğramayacağız. Araplar’a özenti var bizde. Biz Batı dünyasına gideceğiz ve bu geziler parasız olacak.
İstanbul’da kentsel dönüşüm, rant kapısını kaldırmadan olamaz. Çakılan her çivi ranta dönüştürüldüğü için çiviler doğru çakılmıyor. Çünkü o çivinin gittiği duvar rant duvarı. Halbuki o çivinin gittiği duvar, insan mutluluğu, insan yaşamı, medeni yaşam, sanat, müzik, felsefe olmalı. Bu olmadığı için de hiçbir işe yaramaz bu geziler. Rantı kaldırmak lazım. Peki bu nasıl olur? Hükümetin işi, benim işim değil.
AS: Türk insanının en büyük hatası tercihler sıralamasını yanlış yapması. Bu Türkler’e özgü bir şey. Cep telefonu almak bile her şeyden önce gelebiliyor. Bu cehaletle ilgili. Bunu çok daha derinlerde arayabiliriz. Osmanlı’nın köylüğü hor görmesinde, Atatürk’ün büyük emellerle kurduğu köy enstitülerini kapatmalarında aranması gerekiyor. Çok başka konulara girdik ama işin aslı budur. Şehircilik, tarih, Osmanlı, Bizans bilgisi yok fakat senin kağıdına imza atabilecek kadar yetkisi var. Bence bütün şehircilik, mimarlık üniversitelerini kapatmak lazım. Boşu boşuna seneleriniz gidiyor.
AS: Hayır, maalesef. İstanbul’da ilk yapılacak iş, tüm izinleri durdurmak. Verilmiş izinleri de limitli olarak kaldırmak. Hükümet kural koyar ama burada kural yok. Herkes o kurala uymak zorundadır. Sonra bir nefes alıp, bismillahirrahmanirrahim demek. Bir tane kurul kurmak. Uluslararası bir kurum, UNESCO’dan birileri olacak, Türkiye’den ben olacağım mesela. Mimar değilim ama neden olmasın? Adım Ayhan Sinan Sicimoğlu. Babam mimar olmamı istemiş, Sinan adını koymuş. Ben olamamışım ama ablam oldu.
AS: Geçmişe dönmemiz lazım. 1960’lara dönersek eğer, çocukluğuma… Erenköy’de yazları geçiriyordum. Fenerbahçe’de bir köşkte çocukluğum geçti. Çok köşk vardı, onların hepsi yıkıldı. Göksel Arsoy’un filmleri çekiliyordu; salıncakta sallanan zengin çocuklar vardı. Onlardan biri bendim (gülerek). Hayal değil aslında, geriye dönüş yaparsak her şey çok güzel olacak.
Kasım ayında bir hikayem çıkacak. Gezilerim de var, yemekle ilgili önerilerim de var, ütopik maceralarım da… Bir tanesi çok güzel. “Böyle de Olabilirdi” diye bir hikaye. Şöyle diyor:
“Edirnekapı durağına geldik, burada inerim bazen müthiş surları görmek lazım. Binlerce yıllık Bizans’ın çekirdeği işte bu surların içinde, fetihten sonra tamir olmuş ve o şekilde kalmış tam 500 küsür yıldır. Yıllarca evvel manasız bir Başbakan buraları istimlak edip sahilden yol geçirme gibi çılgın bir plan yapmış da, şehir koruma kurulundan tabiiki izin çıkmamış. O Başbakan’ın da sonu zaten pek parlak olmamış. İstanbul’a dokunanın kellesinin uçacağını Fatih Sultan buyurmuş, etmiş derler.
Karaköy’den Metro ile gayrimüslim mahallesi Pera’ya Markolar’ın köşküne veya arkadaşlarım Murat ve Eleni’yi görmeye Yeniköy’e yalılarına gideceğim. Yeniköy’e karadan gidemem, sadece denizden ulaşım var fakat müthiş keyifli bir vapur yolculuğu… Boğazın yeşil kıvrımları, gümüş balıkların kaynadığı fettan turkuaz ile baştan çıkarılmış. Tepeler yeşil ve serin. Osmanlı Yalıları sıra sıra, hala ilk sahiplerinin torunlarının torunları oturuyor. Bazılarının önünde yürüme patikaları var. Her yalının arka kısmında ise dantel gibi işlenmiş bahçeleri var. Bizim insanlarımız laleye çok meraklı, en güzel bahçelerimiz ise Haliç kıyılarında, yüzyıllardır muhafaza ederiz. Haliç’e epeydir uğramıyorum, bu Pazar gideyim bari, biraz kürek çekerim. Hafta sonları yerli ve yabancı turist doluyor ama olsun, şehrimize herkes gelsin ve görsün, mırıl mırıl ve sessiz. Anadolumuz’a yapılan düzenli yatırımlar, eski insancıl yapıları iyi muhafaza ederek mükemmel bir şehircilik anlayışı ile çekirdek dışı yeni yapılaşma ve temiz sanayi sayesinde insanlarımız İstanbul’a göç etmek istemedikleri gibi ters göç bile olmuş. Şimdileri sadece hafta sonları görmeye geliyorlar İstanbulları’nı. Herkes büyük şehirlerde oturmayı sevmiyor. Hoş, bazılarına göre İznik, Edirne ve bilhassa Bursa çok daha güzel şehirler. Tarihi mirası koruyan en başarılı memleket olduğumuz biliniyor. Venedik hariç, yurtdışına götürülen hemen hemen tüm eserlerimizi geri aldık, yerlerine koyduk. Venedik San Marco Meydanı’ndaki taa Haçlı Seferleri sırasında yağmalanan heykellerimizi de geri almak için dönem başkanı olduğumuz Avrupa Topluluğu’na müracatta bulunduk. İtalyanlar’ın paslı bürokrasi çarklarına bir kaç damla yağ bile damlattık.
Karaköy durağına gelmişiz bile, buradan tramvay, vapur ve eski metro ile yoluma devam edeceğim. Parkeler ve kaldırım taşları pırıl pırıl. Tazyikli sular ile her gece yıkanır tüm İstanbul… Gazetemi koltuğumun altına katlıyor, Mabel’e espressomu içmeye gidiyorum. Her İstanbullu üç dört lisan konuşur. Rumca’nın İtalyanca’nın, Fransızca’nın ve Ermenice’nin, Ladino’nun (Yahudi İspanyolcası) İstanbul şiveleri Hacıbekir Güllü Lokumu gibi kokulu ve tatlıdır. Mabel’de kahveni, Lebon’da soupeanglais’ini Fransızca ısmarlarsın da, Grande Rue De Pera’da İtalyanca konuşursun. Çakırkeyif saatlerde ise çat pat Rumca konuşursun Yorgo’nun meyhanesinde…
İşte Dünya’nın baş kentinde, hem de en güzel şehrinde, güzel bir gün geçirdim. Hızlı tren ile mahalleme geri dönerken tatlı bir yorgunluk sisi kaplıyor ağır vücudumu…
Dün gece mahallemizin açık hava sinemasında soğuktan mıdır yoksa izlediğimiz korku filminin etkisinden midir nedir pek iyi uyuyamadım. Kurgu, bilim korku filmiydi: “Mad Max in Istanbul”. Filmde, İstanbul 16 milyon kişi olmuş, her şey yakılmış ve yıkılmış, tüm boğaz, tüm mahalleler beton, çirkin yapılar ve gökdelenler ile dolmuş. İstanbul’da olduğumuzu da her nasılsa hala ayakta kalmış olan Galata Kulesi’nden anlıyoruz. Boğaz’a yollar açılmış ve zehirli örümcek ağı gibi çirkin köprüler yapılmış ama binlerce oto sıkışmış yerinde duruyor. Siren sesleri arasında milyonlarca tuhaf kılıklı, tıraşsız insanlar birbirlerine küfür ediyorlar. Marmara’nın dibini göremiyorsun, tüm şehir lağım kokuyor. Pejmurde kılıklı saç, sakal karanlık giysili çoğunluğu erkek, koyu tipler Rue De Pera’da sidik kokan korkunç barlarda ürkütücü müzikler dinliyorlar.
Geceleri böyle korku filmleri seyretmemek lazım, sabaha kadar iyi uyuyamadım döndüm durdum yatakta…”
AS: Balık pazarına ve sebze pazarına giderim. Hastasıyım. Oradan başlarım. Çünkü şehrin kokusu oradadır. Opera Binası, tiyatro binası var mı diye bakarım. Batı’da şu oturduğumuz lokanta, belediye ve opera için vergi verir. İnsanlar oralarda sanat için vergi verir. Oturma üstünlüğünün, gitmesem bile vergisini vermek zorundayım.
AS: Bazı semboller vardır. Peçeteleri kolalı, ütülü olan yerler itina göstermiştir. Oralara gitmeyi severim.Yolda da yemek yiyeceksem kamyoncuların yediği yerde yerim. Çünkü onların yediği yerlerde yemekler çok iyidir. Kebapçılar için de en yoğun olanı, böyle garsonların koşuşturduğu… %100 değil tabii ama bu işaretler benim için önemlidir.
AS: Şimdiki gençler çok şanslı. İnternet var. Biz de o şansı ucundan yakalayan jenerasyonuz. Eskiden kütüphanelere giderdik. Şimdi bir tuşla her şeye ulaşabiliyorsunuz.
AS: Seçmiyorum. Bazen teklifler geliyor. Mesela Baltık Air’den Baltık ülkerini çekmeniz ve gezmeniz için sizi davet ediyoruz diyorlar. Bütün bilet paraları onlardan… Sonra Litvanya, Letonya ve Estonya’ya gidiyoruz. Geçen Singapur Airlines ile Tayland’a gittik.
AS: Japonya çok matrak bir yer. Onlar çok örf ve adetçi oldukları için… Onlarda mesela adreslerde sokak numarası yoktur. “Bakkalın köşesinden sağa sapınca üçüncü pembe ev” derler. Türkiye’de de hala oturmamıştır aslında posta kodları falan. Japonya değişiktir ama şehircilik açısından değil. Malezya biraz bize benziyor. Ama ona rağmen otoyollarda emniyet şeridinden gitmiyorlar. O beni öldürüyor burada. Ben fahri polis olmak istiyorum. Plakaları yazıp, polise veriyorum.
AS: Evet, muhakkak. Bu yaz sonu New York’ta Tompkins Square Park’ta olacak. New York Belediyesi beni Türkiye’den sponsor ediyor. Beni merak etmişler ve bunu belediye yapıyor. Belki Küba’ya gideceğiz. Küba’da herkes müzisyen. Müzikle para kazanmıyorlar ama herkes bir şey çalıyor. Bu sene Türkiye – Küba diplomatik ilişkilerinin 60. yılıymış.
AS: Bir ara Milliyet’te yazıyordum. O bana iyi oluyordu çünkü mecburen yazıyordum. Ama sonra bıraktım. Yazmak lazım ama…
AS: Bin tane var. Dün bir tane yaptım. ÇEVKO Vakfı hakkında… Çevre için tv, radyo, fotoğraf spotu… Çevreyi koruyalım, geri dönüşümlü çöp biriktirelim, ayıralım diye bir spot yaptım.
Üniversite konferansları da veriyorum. Hayat hakkında konuşuyorum. “Sigara içmeyin!” diye konuşuyorum.
AS: Şimdi bir TV şova başlıyoruz. Bir talkshow programı olacak. Ama gezilerim de devam edecek. Yurt dışı olarak Vietnam’a gitmek çok istiyorum, çok güzelmiş. Arjantin’e, Şili’e ve Peru’ya gitmek istiyorum.
AS: Ben teşekkür ederim.
1 Yorum
Mimarlık fakülteleri küsmüş degil.Camileri; işlevleri, söylemleri(hutbe,vaaz) ve sesleri ile DİB’in hala üzerine düşeni yapmadığı ve camileri arka bahçeleri gibi görmelerinden kaynaklanıyor. Osmanlı Devrinde cami ve işlevlerine hoca ve müezzinlerine verilen önem zamanımızda verildi mi? Bugün mevzusu oldu Cuma Namazında, biz talebeliğimizde (Maçka da oturuyorduk) her Cuma Dolmabahçe Camisine giderdik. Cuma Namazına Taksim ve civarından iş adamlari ve bürokratlar gelir İmam da onların düzeyinde hutbe okur vaaz ederdi. Söylenenler o haram bu haram gibi laflardan farklı olduğu ve gercek Müslümanlığı anlattığı için cazip gelirdi. Yıllardır ve hatta hala Ayni sesler, söylem ve işlevler devam ediyor. Bugün Cuma da hoca “bir de hacı olmuş” “bir de namaz kılıyor” dedirtmeyin bu ibadet esaslarına zarar verecek davranışlardan sakının dedi çok da doğru söyledi.
Şimdi kim kime küsmüş kime kimi küstürmüş sormak lazım.
Severek yapılan herşey güzel olur, severek gönülden isteyerek çizilen herşey mimari de eser olur. Sokma akıl sekizadım gider.
Küsleri barıştırmak DİB’e düşer.