"Yazlık: Şehirlinin Kolonisi" sergisi açıldı çoktan. Yazlık nedir, Ege kıyıları ne durumda, yazlık kültürü nasıl doğdu gibi soruların yanıtlarını merak ediyorsanız, cevaplar ve daha fazlası serginin yürütücüsü Meriç Öner'le yaptığımız bu söyleşide.
Eylül ayında açılışı yapılan Meriç Öner’in yürütücülüğündeki “Yazlık: Şehirlinin Kolonisi” sergisi üstünden zaman geçse de izleyicinin ve medyanın ilgisini kaybetmiyor. Gitmeyen kalmadı muhtemelen ama bir kere gitmek de yeterli değil bu sergideki değerli çalışmaları hazmetmek için belki de.
Sergiyi hepimiz az çok biliyoruz artık. Gitsek de gitmesek de yazlığın, kumsalın kokusu, belki de sadece görünür şemsiyeleri, şezlongları ile bizi İstiklal Caddesi’nde SALT Beyoğlu’na çekiyor. Dilşad Anıl ve Özlem Tıpırdamaz’ın girişte tasarladığı salıncağıyla, PATTU’nun şezlonglarıyla merdivenlerden yukarı çağırıyor sergi bizi.
Yazlık kültürüne sahip olmayan ben ise daha bir dikkatliyim, daha bir açığım sanki. Herkesten önce ben gitmek istiyorum, diyorum ki Meriç Öner’le de ben konuşayım. Tüm o yazlıkçılar, sizler hep bir taraftasınız ya başka bir tarafta durayım ben de, sahip olmadığım duygusal bakış açısının eksikliğiyle doldurayım boşlukları.
Sergi kendi gördüğüm ve bildiklerim haricinde etraftan da hissettiğim kadarıyla çok başarılı. Hem anlatım tekniğiyle, hem görünür kıldıklarıyla çok değerli. Benim gibi meraklıysanız, 1900’lerin başından 1990’lara kadar olan bu yazlık kültürünü öğrenmek için daha iyi bir yer yok şu anda.
Meriç Öner: Tam tersi taraftan bakmak istedin yani.
Meriç Öner: Teşekkür ediyorum. Kronolojiyle başlamak gerekirse, aslında çalışmalarımda kronolojik olarak gitmem. Ama bu projede enteresan bir şey vardı, kronoloji coğrafya ile örtüşüyordu. Ben coğrafyaya bakarak sergiyi kurgulamaya başlamıştım. Bu da şu demek: Zaten sergi başlığının da söylemeye çalıştığı gibi, bir şehrin başka yerlere sıçradığı ve orayı kullanmaya başladığı bir duruma bakmakla ilgileniyordum.
Bu tipik bir mimarlık sergisi değil ama mimarlığı, edebiyatı ve başka alanları birer araç olarak kullanıp, bir duruma bakmaya çalışan bir sergi. Bu niyetle zamanları değil de, mekanları takip eden bir sergi. O gözle bakarsanız girişte, “Bir Devlet Meselesi” başlığı altındaki çalışmalar İstanbul, İstanbul’un çevresi, Yalova ile biter, yani Marmara Bölgesi’ni kapsar. Sonra “Sivil Heves” bölümüne geçince, orada yer alan mimarların projeleri çoğunlukla İstanbul çevresinde yapılmıştır. 1930’lardan başlayarak 1980’lere kadar uzanan bir dönem bu. Ben bu sürekliliği kronolojik olarak takip etmekten çok coğrafi olarak takip ediyorum. Araştırma öncesinde bu ikisinin çakıştığını farketmiştim ama.
Meriç Öner: Tabii. Bir kere yol yapılması gerekiyor ilk başta. Sergi içerisinde Ankaralılar’ın kritik bir rol oynadığını söylüyoruz. Zaten Ege’deki arazilerin imara açılmasını sağlamak adına teknik açıdan hamleleri Ankara’da atmak daha kolay. Osmanlı İmparatorluğu’nun başkentinden Türkiye Cumhuriyeti’nin başkentine geçtiğimizde, bürokratik görevleri olanların artık Ankara’da olduğunu hayal etmek mümkün. Bu iki yerin, İstanbul ile Ankara’nın arası bağlı. Teknolojik anlamda söylediğiniz o yol işte, yolla bağlı olan iki nokta burası.
1940’ların ortalarına kadar İstanbul bütün Türkiye için bir sayfiye olarak algılanıyor, okuduğumuz kaynaklara göre. Baş plancı Prost da böyle aktarıyor durumu. Bahsettiğimiz o teknolojik adımlar atılmadan önce yazlık, İstanbul çevresinde ve Marmara özelinde gelişen bir durum. Örneğin 1950’lerin, 60’ların sayfiyesi için en çok adı geçen yerlerden biri Erdek. Adalar ve İstanbul’un kendisi Osmanlı İmparatorluğu’nda sayfiye olarak kullanılmaya başlanmış yerler.
Sonraları Ankara’da ve İstanbul’da yaptırım gücü olanlar, insanların Ege’yi keşfetmesine vesile oldular. Dolayısıyla zamanla birlikte mekansal bir kayma var. Tabii bu arada, İstanbul’un çok farklı fonksiyonlarla yüklendiğini, sayfiye başkenti özelliğini zaman içerisinde kaybettiğini düşünürsek diğer coğrafyalardaki baskı daha da çoğalıyor. Kıyıları yaz aylarında süreli olarak kullananlar hakikaten büyükşehir insanları. Öncelikle İstanbul ve Ankara tabii ki. Şimdi diğer pekçok şehri de dahil edebiliriz.
1980’lere giderken, tekil yapılardan sonraki kırılma noktası, 1960’lardan başlayarak küçük toplu konutlar, tatil sitelerinin oluşması. Türkiye dahilinde dönem için çok büyük ölçekli yapılar da var: ARTUR gibi, AKTUR gibi. Ama oradaki hikayelerde aslen başka niyetler var, halkı turizme alıştırmak gibi. Biraz eş zamanlı diğer oluşumlara da dikkat etmek gerekiyor. Sergide “ev” üzerinden gidiyor, ama tabii ki eş zamanlı oteller ve tesislerle desteklenen bir turizm planı var. 1980’lerde turizm teşvikleri bir sıçrama yaşadığında, konutlar da aynı hızdalar. Çünkü kıyıda konutların yapılmasına vesile olacak plan kararları 1980 ortalarında çıkıyor. Bir bakıma o ara dönemde farklı otoriteler aynı anda birbirleriyle çekişerek planlama yapmaya çalışıyorlar. 1950 ile 1980 arasını böyle düşünebiliriz. Bir geçiş aşaması, kıyının yazlık konut ve otel için kullanılması gerektiği konusunda bir fikir birliği var Türkiye’de o dönemde.
Meriç Öner: Bunun net bir cevabı yok. Farklı kişilerle konuştuğumuzda, malın yani yazlığın yatırım sayılması Türkiye’de belirleyici bir faktör sayılabilir. Ama onun dışında da faktörler var. Örneğin 1900’lerin başında yazı geçirmek için aileler Avrupa Yakası’ndan Anadolu Yakası’na tüm eşyalarıyla toplanıp taşınıyorlarsa, yani böyle adet varsa, hikaye bu adetin üstüne de kuruluyor olabilir. İlla bunu sonradan icat edilmiş bir şey olarak göremeyiz. Böyle bir alışkanlık var. Ama “önce kiralanıyordu sonra satın alınmaya başlandı” kadar keskin bir değişim yok.
Devletin kamplarını ele alırsak, tatil bir kavram olarak ortaya çıkıyor önce. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri üst düzey bürokratların ve belli kademedeki memurların izin hakkı var ve tatillerini çoğunlukla bu kamplarda geçiriyorlar. Ama işçi kesimin tatil hakkı 1960 yılında çıkıyor. Hepsini birarada düşünmek lazım. Herkezin 15 gün için bir yere gidebilmesi durumu oluşuyor önce.
Refik Halid’in 1940’lardaki yazılarından birinde Türkiye’deki insanların bir oteli değil, her zaman bir evi tercih edeceği yazıyor mesela. Kiralamaktan almaya değil de, tatil fikrine alıştıktan sonra alma niyetine geçildi. Ortada bir talep olmasıyla da çok daha fazla sayıda yazlık üretilir hale geldi. Yani bir kaç tane faktör aynı anda hareket ediyor. Neticede 80’lerde ve 90’larda yazlık bir moda ve ortalama bir aile için olması şart bir şeye dönüştü.
Meriç Öner: Geçenlerde Murat Güvenç’le konuşma fırsatımız oldu. Murat Bey daha ekonomiye dayalı bir yerden bakarak söylüyor bense daha mimari bir yerden konuşuyorum ama onun da her zaman koyduğu bir 90’lar sınırı var.
Yazlık durağan bir tercih. Belli bir zaman diliminde çok cazip olan, evdeki kadınların çalışmadığı durumda, 2 aylığına kullanımda kalan ve babanın 15 gün ziyaret ettiği yerlerdi. Çocuklar büyüdükten sonra gelmedikleri için satılmaya meyleden, kendine has doğup büyüyüp öldüğü bir zaman dilimi var yazlığın. Bizim jenerasyonda, belli imkanlar dahilinde olan insanların daha çok seyahat etmeyi tercih ettiği ve yazlığın asıl tatil programı olarak çok benimsenmediği görülüyor.
Jenerasyonlar arası bu tip fark olacaktır. Ancak bir yandan da İstanbul’un nüfusu arttıkça yazlığın da nüfusunun artacağını düşünmek gerekiyor. Çünkü şehirde çalışan sayısı arttığında, tatil yapmak isteyen ve bunu kendi kurduğu evde daha rahat yapacağını düşünen insan sayısı da artacak anlamına geliyor.
Meriç Öner: Evet bir kırılma var. Sergide 1990’lara kadar gelmemizin de bir sebebi buydu. Bunu bir güncel mimarlık sorusu olarak tartışmamak gerekiyor. Tam tersi güncel örnekleri çok daha iyi eleştirmek için böyle bir fırsat lazım. Dediğin gibi bir marka proje yarışına dönüşen bir uygulama alanı var ama onun pazarının çok küçük olduğunu da göz önünde bulundurmalıyız.
Üretim bu açıdan belki çok az ama; aslında kullanıcının tarif ettiği, tam da “İstanbul’da ya da başka herhangi bir kentte yaşadığımız tüm konforu bir kapsül içerisinde götürüyorsak, o zaman niye oraya gidiyoruz?” diye sorgulayabileceğimiz modeller yapılıyor.
Meriç Öner: Doğal olarak. Aslında yapılan ilk yazlık siteler zaten öyleydi. Şehrin var olması, daha doğrusu şehrin şehir olması, apartman hayatının yaygınlaşması 1980’lerde bu yazlık durumunu yarattı. Ki o tarihlerde, insanların aklında “bahçe, deniz, açık hava, kat çıkmadan yatayda yaşama” gibi fikirler vardı. Tasarım bunun bir yansımasıdır. İki katlı çok basit bir villadır o mesela. İkiz evdir. En tipik haliyle tam bir “ev” imgesi üzerine kuruludur. Yazlığa gidildiğinde elde edilen o “ev” imgesiydi.
Benim çocukluk yıllarımda – ben de Kuşadasında bir yazlıkta büyüdüğüm için hikayeyi içerden biliyorum – altyapı eksikliğinde suyun, telefonun, normalde şehirde erişmeye alışık olduğumuz şeylerin olmadığı bir yerde, kendine has, kendi kuralları olan bir yaşama biçimiydi yazlık. Ama 90’ların gördüğü o hızlı değişim, şehirdeki evimizde yer alan herşeyi oraya taşımaya yönelik oldu.
Enteresan olan şey, şu anda, beldelerin bu yeni duruma göre kendilerine göre bir karakter edinmiş olmaları. Kuşadası mesela, aklınıza gelebilecek bütün marketlerin yol kenarında bulunduğu bir yer. İzmir’de var olan, Ankara’da var olan, İstanbul’da var olan marketlerden bahsediyorum. Bodrum’da ana yolun kenarı bütün bildiğimiz mobilya markalarının bahçe mobilyalarının satıldığı bir yer oldu. Nerede tatil yapanların, neye önem verdiğinin analizi yapılabilir bu şekilde. O değişim sürecinde bu beldeler İstanbul’da veya başka bir şehirde alışık olduğumuz her şeyin elimizin altında olduğu yeni bir şeye dönüştü. Ama maalesef sancılı oldu. Çünkü bu yerlerin altyapısı bunu kaldırabilecek durumda değildi. Düşünsenize 10.000 kişilik bir kent yazın 40.000 kişiye çıkıyor. Ben çöp istatistiklerine bakmıştım, 2 sene kadar önce. Antalya’da yazın çöp hacmi kışa göre 4 kat genişliyor. Bunlar çok ciddi rakamlar. Uzun vadede de ağır sonuçlar doğuracak, doğal genleşme kapasitesinin çok ötesinde baskılar. Dolayısıyla; şehirle aynı konfor düzeyine erişmek çok ciddi bir mücadeleydi. Sonunda popüler yazlık beldeler de hep aynı bildiğimiz kafelerin, dükkanların; aynı bildiğimiz zaman geçirme biçimlerinin tekrarlandığı yerlere dönüştüler. Yerle olan ilişki gittikçe zayıfladı. Yazın Ege’de, belki şimdilik süren tek avantajınız, taze sebze meyve yemek olabilir.
Meriç Öner: Beldelere göre şimdi değişiyor tabii. Daha önce dediğiniz gibi şimdi marka proje yönünde giden bir dünya var bir tarafta. Bu anlayışın merkez olduğu bir yerde, mobilyanın da markalısı baskın oluyor. Yerine göre incelikleri var. Birkaç kategori ile tarif etmekten daha zengin farklılıklar var. Sergideki örnekleri de bu gözle incelemeyi tavsiye ederim, çünkü farklı durumları ifade etme niyetiyle derlendiler.
Bir tarafta bir yerin toprağını değerli bulup orada yaşamayı seçenler de var, zaman içinde altyapısı kuvvetli olan yerlere bütün sene yaşamak için taşınanlar da. Bodrum ve Datça’da AKTUR sitelerinde Ersen Gürsel’den aldığımız bilgiye göre %20 oranında sürekli yaşama geçilmiş mesela.
Öte yandan yurtdışından yükselen bir ilgi var son 10-15 sene içerisinde. Özellikle Kuzey Avrupa ülkelerinde emeklilik sonrası için ev satılan projeler var. Bir başka tarafta altyapısı çok kötü olduğu, eskidiği için belki terkedilip kentsel dönüşüme benzeyen bir şekilde yeniden geliştirilecek, ya da hatta yığın olarak terkedilecek yerler var. Tam bir eşikte duruyoruz aslında.
Her zaman ivmesini kentten aldığı için sorumluluğu bizim üstümüzde aslında tüm o kıyı şeridinin. Bir 10-15 sene sonrasında bambaşka bir şeyden bahsediyor olacağız muhtemelen. Hepsinin bir günde otel olması da mümkün, başka bir şey de.
Meriç Öner: Dikkati bir de şuna çekmek isteyebilirim. Tekil yapılar ölçeğinde bakıldığında çok nitelikli örnekler görebiliyoruz. Ama onların tek özelliği bu estetik incelik değil. Türkiye’de Aga Khan Ödülü almış yapıların neredeyse hepsi yazlık. Nail Çakırhan, Sedat Gürel, Han Tümertekin, Turgut Cansever… Çünkü bu tipoloji, mimara oraya has bir şey yapma şansı veriyor. Bu örneklerin ikisinde mimar zaten kendisinin müşterisi. Dolayısıyla orada yeni bir şeyler denenmeye devam ediyor. Günümüzde de devam ediyor. Ama artık o tekil ev olduğunda ona “ev” diye bakıyoruz, “yazlık” diye bakmıyoruz.
Meriç Öner: Evet, örneğin sayfiye kelimesi sergide de var. Sayfiye başka bir şey mi demek? Değil aslında. Fakat, Arkitekt’te 1933 yılında çıkan bir makalede bile o tipolojinin adı “yazlık”. Yazlık kelimesi mimarlık literatürüne 1933 yılında girmiş yani. Sayfiye evi değil. Belki de modern kullanımda, kışlık ev-yazlık ev diye çok basit bir ayrım yapılmıştır. 2. konut lafını anmıyoruz, çünkü bizim anlatmaya çalıştığımız 90’larda en tepesine ulaşan yazlık sözüyle özdeş bir ortam.
Meriç Öner: Evet. Türkiye’deki “yazlık” kavramı, deniz kenarında olmaktan çok besleniyor mesela. Ama sergide birinci katta yer alan öğrenci araştırmalarına bakarsanız, Kayseri’de, Adana’da yazın kullanılan evler var, yayla evleri. Onlar da yazlık. Ancak Türkiye’de bir dönem yazlık demek, Ege’de olmak demekti.
Ve o dönem için, bu kadar insanın başka şehirlerden gelip, biraraya toplanıp kendi bildikleri yaşama biçimlerinden farklı yaşama biçimleriyle karşılaşabilecekleri başka bir ortam yok aslında. Çünkü o verandada geçen, sokakta geçen hayat çok tanışıklık getiren bir şey.
Sergide bu anlamda çok değerli olan bir iş var: Ekin Özbiçer’in Mavi Bayrak isimli fotoğraf serisi. Yanyana konmuş iki ekrandan akan fotoğraflar orta hallinin dışında bir yazlık ortamını gösteriyor. Özdere, Gümüldür gibi İzmir civarındaki birkaç beldede çekilen fotoğraflar, oradaki gece pazarlarını, gazinoları, evleri, çadırları, sahili; muhtemelen çok başka ekonomik durumlardan gelen bir sürü insanın ayrık birlikteliğini gösteriyor.
Ve her beldeye gittiğinizde; ekonomik nedenlerden ya da başka bir takım tercihlerden, zevklerden ötürü başka görüntüler canlanıyor. Kendi içinde kemik gibi gözükse de bir sürü küçük cumhuriyetçik var onların içerisinde bir yandan. Kendine has özellikleri var. Daha da derine inip onlara da bakılabilir aslında. Belki de bu yerler bazı ortak zevklerdeki insanların bir anlık biraraya geldikleri ve sonra dağıldıkları yerler de olabilir.
Meriç Öner: İstanbul’un semtlerinin daha uzak bölgelere dağılması gibi. Bu veriler mevcut ama bakamıyoruz. Örneğin yazın Kadıköy’den çıkan birinin nereye gittiğini görmek mümkün. Onların içerisinde de birbiriyle örtüşen bilgiler çıkacağını tahmin ediyorum. Her bir küçük yeri ele alsanız, beş tane fotoğrafını bile görseniz aslında kendine has bir tavrı var. Maalesef oraların daha doğal, daha kendine has özellikleri silinmiş ama; yine de oraya merak saranlardan başka bir yerellik eklenmiş üstlerine gibi.
Meriç Öner: Demin anlattığım gibi, parça parça baktıkça gelecek öngörüsü değil belki ama ipuçları var. Mesela, nitelikli sitelerin aslında tüm sene kullanılabilir olacağına dair ipuçları var. Aynı şekilde biraz gözleme dayalı olarak bazı altyapısı çok zayıf ve belki bir kuşak terk ettikten sonra çok kullanılmayan sitelerin parça parça el değiştirmesi ya da büyük bir gayrimenkul geliştiricisi tarafından dönüştürülmesi ihtimali var.
Bunlar şehre bakarak üretilen yöntemler, çünkü aynı gelişmeler şehirde de oluyor. Mesela “yazlık”, Datça AKTUR, Burhaniye ARTUR gibi örneklerle kendine has bir turizm hikayesi kurmak üzereyken, sonra bir zaman geliyor ve apartman YAP-SAT’çısı “yazlık” ortamında esas üretici haline geliyor. Benzer şekilde; işte şu anda konuştuğumuz A Plus, İstanbul’daki rezidans geliştiricilerinin Çeşme, Bodrum’da uyguladığı konutlar var. Bu yüzden gelecek senaryosu diye söylediğim her şey, bugünün büyük şehrinde olanlara dayanııyor.
Serginin niyeti sonunda buna bir çözüm önermek değildi. Yazlığın bir hikayesi olduğunu, o hikayenin doğal olarak kanunla, mimarlıkla ve başka bir sürü alanla biçimlendiğini hatırlatacak bir şey ortaya koymaktı.
Meriç Öner: Bir şey bir kere yapıldıktan sonra tekrarlanma potansiyeli artar. Bu kıyılarda da maalesef çok daha hunharca yapılabiliyor. Çünkü neredeyse sorumluluk almadan yaşama lüksüne sahip olduğumuzu düşündüğümüz yerler buralar.
Sergiye koyduğumuz Cengiz Bektaş’ın yazısı 11 ay yaşadığımız yerle bir de bir ay yaşadığımız yer arasındaki gerilimi çok iyi ortaya koyuyor. 1979 yılında yaptığı tespitler çok değerli. “Heryer, dağ taş ev oldu” veryansınına değinen Bektaş 1 tane dişçi, 3 tane doktor, 5 tane avukat diye çıkartıyor listeyi. Buralara çok inşaat yapıyorlar diyorlar ama kim bunlar deyince yanımızdaki insanlar çıkıyor. Böyle boş serzeniş yerine biraz daha sorumlulukla bakmak gerekiyorsa aslında, tüm şehirlilerin üstüne kalması gerekiyor ihalenin. Biraz bunu hatırlatmak içindi şehre yapılan gönderme de.
Meriç Öner: Çalışmanın ilginç olan tarafı şu: bir kere biz 2 senedir böyle bir çalışma yapmak istiyorduk. Bir noktada benden daha fazla vakti olan genç araştırmacı arkadaşlarımın çalışmalarını yönlendirmeye başladım. Bir tarafta, veritabanları taranarak oluşturduğumuz mimari bir akış vardı. Ama onun dışında keşfettikçe, bütün konuları en doğru malzemeyle ve hatta malzemenin direkt kendisiyle – örneğin padişahın sayfiye göçü duyurularına dair bir anlatım yerine duyurunun kendisi – anlatabilmek için topladığımız bu ipuçlarını detaylandıracak noktasal araştırmalarda danışarak ilerledik. Neticede 3. ve 2. kattaki anlatım belirdi ve tasarım için bir aşamada PATTU’ya devroldu. Bu arada araştırma sırasındaki görüşmelerin ve kendi aramızdaki tartışmaların bir kısmını Alper Kurbak ile yürüttük. İlk ve yoğun çalışan araştırmacımız da mimarlık öğrencisi Bahar Akgün.
Sonrasında çok merak ettiğim bir bölüm için atölye çalışması yapma fikri doğdu. “Yazlık Durum” diye adlandırdığımız, birinci katta sergilenen incelemeler bu atölyenin sonuçları. Atıl Aggündüz’ün yönetiminde whatabout öğrenci inisiyatifi yürüttü o çalışmayı. Sonuçta çeşitli yazlık evler incelendi ve ortaya kondu. Kıyılarda çalıştığımız o büyük hikayenin aslında başka tipolojileri olduğunu da göstermek adına ortaya doğru bir ürün çıktı.
Kıyı şeridini hazırlarken tüm belgelerin bireysel arşivlerde olduğunu düşünerek, kıyılara asılan fotoğrafları önce kendi arkadaşlarımızdan, sonra açık çağrılarda toplantılara katılanlardan, en son bazı yerlerin fotoğrafları ekisk çıkınca Facebook’ta SALT üzerinden duyuru yaparak topladık. İnsanların sergiye katkıda bulunması çok değerliydi bizim için.
Meriç Öner: Bir tanesi Yalova maketi: Onun hikayesi çok enteresan. İnternette baktığımızda Atatürk Yalova Köşkü’nün maketinin satıldığını gördük ve biz de sipariş ettik. Bu aynı insanın yaptığı beşinci maket. 4 tanesi sanırım öğrenci ödevi olarak ısmarlanmış daha önce. Varolanı icat etmemek önemli, bu sebeple mevcut olanı almak bir fikirdi.
Diğer 4 maketten 3 tanesi ise Arkitekt dergilerindeki çizim ve fotoğraflardan canlandırıldı. DiğerYürekli Ailesi’nin Eğirdir civarındaki evi. Elimizdekiçizimler yeterli olmayınca yerinde ölçüm yapmak durumunda kaldık.
Arkitekt dergilerindeki yapıların maketini yapmamızın nedeni ise yakın geçmişimize aitbu yapılara dikkat çekmekti. Yeterince bilgi vardı. Bizim kuşağın adlarını bilmediği ama dönemin değerli mimarlarının yazlık evleri…