İzmir Süper Kent dosyası için, ılık bir sonbahar gününde, Evren Başbuğ ile buluştuk. İzmir'de yaşayan mimar ile, kentte ne olup bittiğinden ve İzmir'de mimarlık ofisi sahibi olmaktan konuştuk.
Evren Başbuğ, mimarlık eğitimine Ankara’da başlamış ve İstanbul’da devam etmiş; şimdi ise İzmir’de kurduğu Stüdyo Evren Başbuğ Mimarlık ile mimari üretimine devam ediyor. Yarışmalar dolayısıyla adını sık sık duyduğumuz Evren Başbuğ’un son zamanlardaki en dikkat çeken projesi ise İzmir’deki Bostanlı Gün Batımı Terası ve Bostanlı Yaya Köprüsü. İzmir Süper Kent dosyası kapsamında Evren Başbuğ ile İzmir’i konuştuk.
ODTÜ’de lisans, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde yüksek lisans, hemen ardından İzmir’e geliyorsun.
Evet, İzmir’e gelmem çok da bilinçli bir karar değildi doğrusu. O dönemdeki koşullar öyle gerektirdi. Koşa koşa dönmedim buraya yani, ama şimdi memnunum diyebilirim İzmir’de olmaktan. İstanbul’da ya da Ankara’da bir işim olduğunda çok da keyifle gidip gelmiyorum açıkcası, mümkünse uzun kalmamaya çalışıyorum oralarda, işimi halledip hemen dönüyorum. İzmir’de yaşayanlarda sıkça gözlemlediğim bir his aslında bu. Çok kişiden duyuyorum son zamanlarda. Seyahat sonrasında sevinç içinde ya da en azından bir rahatlama hissiyle İzmir’e geri dönenleri yani… İzmir’de daha iyi hissediyorum kendimi. Diğer kentlerdeki bazı durumlara ve koşullara tahammül edemiyorum artık. Aslında ben Ankara doğumluyum. Orta okul yıllarında İzmir’e taşındık ailecek, üniversite eğitimi için yeniden Ankara’ya gittim, 4 yıllık lisans eğitimi sonrasında yaklaşık 2 yıl da yüksek lisans bahanesiyle orada kaldım ancak sonra programı tamamlamadan İstanbul’a taşındım. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde yüksek lisansımı yaptım ve 2 yıl sonunda da İzmir’e geri döndüm. Yani 3 kentte de yeterince yaşadım diyebilirim.
İzmir’e döner dönmez mimarlık ofisini mi açtın.
Hayır, o iş daha karışık. Benim neredeyse mezuniyetimden beri bir ofisim vardı aslında. Biz okuldan 4 arkadaş, birlikte girdiğimiz ilk profesyonel yarışmada birinci olduk. Manisa Belediyesi’nin açtığı ilk yarışma… Haliyle hemen bir şirket kurmak zorunda kaldık. Bu şirketin bugüne kadar hiç sabit bir ofis mekânı olamadı. Ya bir başka ofisin mekânını, ya da herhangi birimizin evini ofis olarak kullandık hep. Çünkü ortaklarım o dönemde yurtdışındaydılar ve farklı kariyer tercihleri ya da öncelikler sebebiyle kalıcı bir ofis yatırımı yapacak motivasyonumuz olmadı hiçbir zaman. Herkes gerçekten kendi yolunu çizene kadar da kaçak göçek çalışan ve pratik olarak işimize yarayan bir mimarlık ofisi olarak varlığını sürdürdü o şirket. Hala da öldürmedik onu aslında; bugün aynı ortaklığın başka bir ürünü olan ‘kolokyum.com’ için varlığını sürdürüyor.
Şu an mimari faaliyetlerimi sürdürdüğüm şirketi, yani Stüdyo Evren Başbuğ Mimarlık Ltd. Şirketini 2012’de İzmir’de kurdum. O tarihten bu yana sabit mekânı olan bir ofisim var.
Görsel: Studio Evren Başbuğ ofisinden İzmir Körfezi Panoraması
“Ankara ve İstanbul artık kendimi ait hissettiğim yerler değiller.”
Neden ofisi İzmir’de kurmayı tercih ettin?
Çünkü ofisimiz Karşıyaka sahilinde ve her gün panoramik körfez manzarasına karşı çalışıyoruz. Sorunun asıl cevabı bu değil tabi ama asıl cevabın dolandıra dolandıra söyleyeceği şeyi kestirmeden söylüyorum işte.
3 büyük kentte de yaşamış biri olarak ‘nerelisin’ sorusunun cevabı çok kolay değil benim için. Üçünün de bazı özelliklerini barındırıyorum sanırım karakterimde. Fakat bazı sebeplerle Ankara ve İstanbul artık kendimi ait hissettiğim yerler değiller. Bu tip kararlar bence en doğru biçimde eleme usulüyle veriliyor… Ankara ve İstanbul’u eleyince de İzmir kalıyor elde. Şöyle ki;
Genelde Ankara’da üniversite okuyanlar kent ile duygusal bir bağ kurarlar. Bu bende de vardı, ama son zamanlarda maalesef kayboldu. Çünkü Ankara, yerel yönetim eliyle dev bir eğlence parkına, adeta bir “kitch müzesin”’ dönüştürüldü. Kent sosyal ve kültürel olarak çölleşti, enerjisi alındı sanki. İnsanları bile garipleşti… İstanbul ise bundan 10 yıl öncesine kadar gidenin vazgeçemediği bir mıknatıs iken bugünkü koşullarıyla insanları kendinden kaçıran bir kent olma yolunda ilerliyor. Trafiği, inşaatı, gürültüsü, altyapı sorunlarıyla birlikte artık yavaş yavaş yaşanmaz bir yer haline geliyor sanki. Çok sık duymaya başladım İstanbul’u bırakıp İzmir’e veya Ege’nin bir sahil kasabasına yerleşen orta yaşlı, hali vakti yerinde tiplerin hikayelerini. Benim gibi çeşitli sebeplerle iki kente de daha fazla tahammül edemeyeceğinizi anladığınızda bu seçimi yapmak bir nebze de olsa kolaylaşıyor.
Ticari anlamda İzmir daha mı risksiz bir tercih?
Ticari olarak ofisin neden İzmir’de olduğunun benim açımdan net bir cevabı yok. Aynı İzmir’e dönme kararı gibi bu da o anki koşulların bir sonucu. 2012 yılında başlayan ve benim de dahil olduğum İzmirDeniz projesiyle doğrudan ilgisi var aslında. Bir bakıma yine ihtiyaçtan doğan bir durum denebilir. Hatırladığım kadarıyla zamanlama açısından o projenin süreci hızlandırmıştı burada ofis açma kararımı.
İşin trajikomik tarafı ise normal şartlarda büyük oranda rasyonel ve ticari bir karar olması gereken ofisin konumu kararını bunlar gibi oldukça kişisel, hatta tesadüfi koşullara göre vermiş olmam bence. Tek başına bu bile benim ofisimin İzmir’de tam da yerini bulduğunun, neden başka yerde olamayacağının göstergesi olabilir. Çünkü belki daha sonra konuşuruz ama ‘şu an itibariyle Türkiye’de bir mimarlık ofisi açmak için en avantajlı kent hangisidir?’ sorusunun cevabı muhtemelen ‘İzmir’ olmayabilir. Keşke mevcut piyasa koşullarını analiz edip, doğru öngörüler yapıp, ofisim için ticari olarak en iyi konumu belirleyebilecek bir kafa yapısına ve planlama yeteneğine sahip olsaydım diyorum bazen. Ama sonra çabucak vazgeçiyorum bu dileğimden; çünkü düşününce çok sıkıcı geliyor bana bu tip her şeyiyle tasarlanmış hayatlar.
Muhtemelen kafası ticarete çalışan birine sorarsan ‘İstanbul’da olmak lazım.’ diyebilir. Açıkçası bana da iki üç yıl önce sorsan, piyasada tutunabilmek ve iş yapabilmek için İstanbul’da olmak gerekir diyebilirdim. Bu sanırım biraz hayattaki tercihlerle ve değişen önceliklerinle ilgili bir durum. Benim 100-200 kişilik dev bir ofis kurmak ve yürütmek gibi hedeflerim yok; bence benim kafa yapımdaki biri için mümkün de değil zaten bu. Beni mutlu edeceğini de sanmıyorum bunun. Bu yüzden de öyle bir yola girme ihtiyacı hissetmiyorum. Tabi şunun farkındayım; bazı ilişkilerin, iş ağlarının içine nüfuz etmek için İstanbul’da olmak avantaj sağlıyor. Daha rahat iş alabilmek için İstanbul’da olmak avantaj sağlıyor. Ne yaptığın önemli değil; bazen sırf fiziksel olarak İstanbul’da bulunmak bile avantaj sağlıyor.
Farkındayım hala ‘neden İzmir?’ sorusunun cevabını tam olarak veremedim. Şöyle söyleyeyim o zaman; söyleşinin şimdiye kadarki kısmından net olarak anlaşılmadıysa daha açık ifade edeyim; ben İzmir’i seviyorum. Başka yerlerde okuyup çalıştıktan sonra İzmir’e gelen insanların bazılarının aksine ben buranın ‘gerilimi düşük’ temposunu seviyorum. Çok kişisel bir tercih bu; tam bana göre… Çok yüksek tempoyla çalışan biri değilim doğrusu. İş yapma biçimim böyle değil yani. Ağır ağır, sindire sindire üretiyorum. O yüzden benim gibi biri için İzmir oldukça iyi bir yer. Bu ifadelerimden İzmir’in sayfiye yeri niteliğinde, genelde çalışmayan miskinlerle dolu bir kent olduğu sonucu çıkmasın. Dışardan bakanların çoğunun hemen üzerinde uzlaştıkları bu yargıya asla katılmıyorum. Bu bence tamamen hatalı bir analiz. İzmir en az İstanbul, Ankara kadar ciddi bir metropol, ve burada en az oradakiler kadar ciddi işlerle uğraşan insanlar yaşıyorlar. Sadece İzmir’in diğerlerinden farklı, kendine has bir temposu var ve sanıyorum buradaki insanların öncelikleri oradakilerden farklı, o kadar.
Günümüzde bir şehirde ofis kurmuş olmak o şehirde iş yapmak anlamına geliyor mu hala? Mesela İzmirli bir ofis İzmir’e iş yapan bir ofis midir?
Günümüzde sahip olduğumuz iletişim olanaklarına baktığımızda iş hayatında coğrafik konumlarımızla ilgili yargılarımızı tekrar gözden geçirmemiz gerekebilir. Biz yarışmalarla da ilgilenen bir ekip olduğumuz için kendi konumumuzla iş yaptığımız yer arasında coğrafik bir ilişki olup olmamasıyla çok ilgilenmiyoruz açıkçası. Uzakta bir yer için tasarım üretmeye alışkınız yani. İzmir’deki birçok yerel firmanın aksine, tanınırlık ağımızı doğrudan yakın sosyal çevremiz üzerinden kurmadığımız için sadece İzmir’de değil, başka kentlerde de iş yapabiliyoruz. Örneğin Adana… Ama geniş bir iş ağına sahipmişiz gibi bir anlam da çıkmasın buradan, çok da sosyal biri olmadığım bilinir.
Aslında ofisimiz yeni bir ofis sayılır. Dört yıl herhangi bir iş ağı kurmak, işveren portföyü oluşturmak için çok kısa bir süre. Yine de hem kamu kurumu statüsünde hem de özel sektörden işverenlerimiz var. İzmir Büyükşehir Belediyesi, Adana Büyükşehir Belediyesi, TOKİ gibi kurumlarla çalışıyoruz; geçmişte Bornova Belediyesi ve Manisa Belediyesi ile çalıştık. Bununla birlikte özel sektörden birçok işverenimiz de var. Halihazırda çalıştığımız firmalar var, görüşme aşamasında olduklarımız var. Genele bakınca evet, işverenlerimiz ve işlerimiz genel itibariyle coğrafik olarak yakınımızda sayılırlar. Fakat bunun konumumuzla doğrudan ilgisi var mı emin değilim. Piyasanın durulduğu anlarda İzmirli işveren belki İstanbul’dakilere göre daha ürkek davranıyor ama her yerin kendine ait koşulları var. Bunu kabul ederek başlıyorsunuz zaten işe. Ofisi idare edebilmek için zorlandığımız dönemler oldu, hatta şu an tam da böyle bir dönemdeyiz. Ülkenin ekonomik durumu malum, belirsizlik ortamı bizi de doğrudan etkiliyor.
Görseller: Bornova Belediyesi Tarih Öncesi Yaşam Müzesi (Yeşilova Höyüğü Ziyaretçi Merkezi) / 13. Ulusal Mimarlık Sergisi ve Ödülleri Proje Dalı Finalisti, 2012 WAF (Dünya Mimarlık Festivali) Kültür Yapıları Proje Dalı Finalisti, 15. Ulusal Mimarlık Sergisi ve Ödülleri Yapı Dalı Finalisti
“Neden İzmir” sorusuna tekrar ve son kez dönecek olursam; bu basit bir öncelikler meselesi bence. Ofisimi İstanbul’da da kurabilirdim, hala da oraya taşıyabilirim, buna hiçbir engel yok. İş odaklı düşününce belki de doğrusu bu. Ama evden ofisime giderken trafikte 2,5 saat geçirmek istemiyorum örneğin. Veya kentten kaçıp biraz soluklanmak için en az 100km yol kat etmek istemiyorum. Kent yaşamına dair, ulaşımdan güvenliğe, kamusal alanların niteliğinden sosyal ayrışmışlığa kadar birçok konuda başka birçok öncelik sıralayabilirim. Artılarını eksilerini yan yana koyunca ibre İzmir’e dönüyor benim için. İzmir’in kent yaşamının kalitesi çok mu yüksek? Hayır, değil şüphesiz. Ama bu bir hissiyat meselesi. İstanbul’da ya da Ankara’da kent hayatı adına can sıkan birçok hoyratlık burada yok. En azından henüz yok.
İzmir yerel yönetiminin icraatlarını nasıl buluyorsun?
Yerel yönetimin -sayısız falsoları da olsa- diğer kentlerdeki muadillerine oranla daha iyi, daha kaliteli işler çıkardıklarını düşünüyorum burada. Mesela İzmirDeniz Kıyı Düzenleme Projesi gibi şeffaflık ve katılımcılık çerçevesinde yürütülen bir süreci İstanbul ya da Ankara Büyükşehir Belediyeleri’nden beklemek hayal. Ya da en azından süreçten bağımsız olarak başka türlü ilişkiler ağına dahil olmadan bir tasarımcı olarak oralarda böyle bir işi almak imkansıza yakın. Tabi ki buradaki yerel yönetimin ve politikalarının da birçok eleştirilecek noktası var. Evet, burada da kentin daha iyi yönetilebileceğini düşündüren birçok durum var. Evet yeşil alan az, evet kent içi kamusal alanlar niteliksiz, evet burada da kent yaşamı kalitesi düşük, evet kentin alt yapısı burada da sıkıntılı, evet ulaşım altyapısı iyi değil; ama İzmir’de bunların olumlu anlamda değişebileceğine dair bir umudu oluyor insanın nedense. Her ne kadar bazen laf anlatmakta sıkıntı çeksek dahi, en azından diyaloğa açık kurumlar var karşınızda. Mesela İzmir’de, gayet yüksek katılımın olduğu ulusal bir yarışma sonucunda seçilen ve yalnızca opera işlevli bir bina yapılacak önümüzdeki dönemde. Bu nitelikte bir yatırım şu an diğer büyük kentler için hayal bence. Kaynakları olmadığından değil, vizyonları olmadığından elbette. Düşünün; dinozor heykeli yatırımlarına bir süreliğine ara verip kente gerçek bir kültür yapısı yatırımı yapmak isteyecek; üstelik spesifik olarak bunun opera sanatına yönelik olmasını isteyecek; ve dahası projesini de havuzdan bir firmaya iş paslayarak değil, ulusal bir yarışmayla elde etmeye karar verecek… Çok uzak bir hayal gibi. Bırak yenisini yapmayı, var olan kültürel miras dahi korunamıyor biliyorsunuz Ankara ve İstanbul’da.
Bu sözlerimden İzmir’deki yerel yönetimleri körü körüne övüp destekleyenlerden olduğum sonucu çıkmasın. Tam tersine her fırsatta kavga ve mücadele ediyoruz kendileriyle. Zira bazı konularda gerçekten iktidar partisinin elindeki belediye yönetimlerini ve onların bazı konulardaki becerilerini aratacak kadar basiretsiz ve berbat durumdalar. Ama burada girmek istemem bu konulara, uzamasın. Özetle diyeceğim o ki İzmir hala bir şekilde acemice de olsa tasarıma önem veren, iyi iş yapmayı, kamu yararına iş yapmayı öncelik olarak belirlemiş yerel yönetimlerin ve yöneticilerin olduğu bir kent. Bu önemli bir kriter bence.
Tabi fark edileceği üzere; İzmir de son zamanlarda ana akım medyada yoğun biçimde pompalanıyor. İzmirli yaşam biçimi pompalanıyor. Önce İzmir yaşamına öykünen kötü bazı projeler yaptılar İstanbul’da, onları satmak için bir pazarlama stratejisi olarak kullandılar İzmir’i. Sonra baktılar insanlarda o yöne bir eğilim var ve o kanaldan iş çıkıyor; şimdilerde doğrudan İzmir’i pazarlamaya başladılar. Bu sermaye grupları ve devlet eliyle koordineli ve sistematik bir şekilde yapılıyor. Osmangazi Köprüsü, İstanbul-İzmir otoyolu, İzmir körfez geçişi, Bayraklı MİA içindeki karma kullanım dev yatırımlar, hatta Alaçatı Havalimanı projesi ve Çeşme çevresindeki kılıfına uydurulan karma kullanım yatırımlar… Hepsi bir şekilde birbirini besleyen spekülatif projeler bunlar. Tümü henüz bakir bir pazar sayılabilecek İzmir için.
Son zamanlarda yaşamak için İstanbul’dan buraya göçen insanlar var. Ya da yalnızca restoran açan ve biraz orada biraz burada yaşayan insanlar mesela. Bunlar öncü birlikler tahminimce. Muhtemelen bunları sayıca katlayacak kadar insan da şu an için yalnızca niyetleniyor İzmir’e gelmeye. Bir yolunu bulsa ertesi gün burada olacak. Güncel medya pompalaması da haliyle cesaretlendiriyor bu insanları. Buradan o büyük kitleye sesleniyorum: Gelmeyin! Elbette herkes özgür istediği yerde yaşamaya. Ama ‘gelmeyin’ derken benim asıl demek istediğim şu ki; bu insanlar neye özenip geldiklerini iyi düşünsünler, sonra üzülmesinler, bizi de üzmesinler. Burada başka türlü bir hayat var, burası İstanbul değil. Biz burada yaşayanlar, buranın ‘Küçük İstanbul’ olmasını da istemiyoruz. Trafiğin çekilmez olduğu, gayrimenkul rantının uçtuğu, sosyal örüntünün bozularak ayrıştığı bir İzmir istemiyoruz. Dolayısıyla geleceklerse kısır çekişmelerini, gündelik kavgalarını, rant hesaplarını orada bırakıp, hayat standartlarını buradaki koşullara adapte edebilecek şekilde gelsinler. İstanbul’daki hayatını aynen buraya taşıyacaksan neden geliyorsun ki? Faydasız olacağını bile bile her fırsatta bu uyarıyı yapıyorum çünkü bu süreci daha önce birçok yerde yaşadık, deneyimledik. Bodrum, Çeşme, Alaçatı, şimdilerde yeni yeni Datça, Urla, Bozcaada, İzmir… Hatta Cappadox zamanında Uçhisar’da bile deneyimledik bunu. Gittikleri her yeri bir solukta çekirgeler gibi tüketen, her yeri ‘Küçük İstanbul’a dönüştüren istilacı bir güruh var maalesef. Derdim bunlarla; sözüm de bunlara.
İzmir’in pompalandığına katılıyorum. Peki nedir dışarıdan gelenleri İzmir’e çeken? Neden cazip bir yer gibi görünüyor İzmir?
Bazı şeylerin İstanbul’da neredeyse tükendiği ortada. Tabi ki inşaat rantı bunların başında geliyor. İzmir ise dediğim gibi henüz çok bakir. İzmir bilindiği gibi neredeyse tüm cumhuriyet tarihi boyunca siyasi olarak hep ters köşede kalmış bir kent. Son 14 yıllık süreç çok farklı değil aslında bu anlamda. İzmir’e dışarıdan bakanların çabucak etkisinde kaldığı o ilk aurasını attığınızda, kente şöyle biraz daha yakından baktığınızda hemen görürsünüz ki bu kent baya baya “köhne” bir kenttir aslında. Ankara ve İstanbul’daki kadar baş döndürücü bir hızda değişmez bu kent. Oradaki hoyratlıkları görünce insan iyi ki de değişmez diyor tabi o ayrı mesele. Ama işin kötüsü örneğin bir İtalyan kenti gibi güzel eskiyen, yaşlanan bir kentten de bahsedemeyiz burada. Dolayısıyla fiziksel durum açısından genelde elinde olmayan sebeplerle kendini yeterince yenileyemeyen; baştan iyi kurgulanmadığı ya da değişen ihtiyaçlara cevap veremediği için de güzelce yaşlanıp yıllanmak yerine zamanla işlevsizleşen, eskiyip dökülen; ama bir yandan da, sosyal olarak genelde siyasi ideolojilerin kıskacında değişime direnen bir kent burası. Tam bir kent araştırması alanı aslında.
Bir yatırımcı gözünden baktığında ise tam da bu sebeplerle İzmir, İstanbul’a göre çok daha potansiyelli bir yer şu anda. Pazarlanan şey temelde şu; Bayraklı’daki kule “rezidans”ınızın 30. katındaki stüdyo dairenizden çıkıyor, asansöre biniyor, alttaki AVM’ye uğruyor, kafede bir iki tanıdıkla sohbet ediyor, valenin getirdiği lüks aracınıza atlıyor ve saatte 210 km hızla otoyoldan 25 dk. içinde Çeşme Alaçatı’daki “beach party”ye yetişiyorsunuz. Yarın Maslak’ta toplantı mı var? Sorun yok, İstanbul’a dönüş artık körfez geçişi ve otoyol ile 3,5 saat! Veya olmadı Alaçatı havalimanından özel seferler var İstanbul’a. Öbür hafta sonu tekrar gelirsiniz; bu sefer yat partisine… Görüleceği gibi bu satılan pakette İzmir’in kendi dinamiklerine dair pek bir şey yok. Bu kısır döngünün kente getireceği herhangi bir katma değer de yok. Yalnızca arsa ve konut fiyatları uçacak, kent merkezi yaşanamayacak kadar pahalı bir yer olduğunda gerçekten İzmir’e ait olan her şey ve herkes başka yerlere kaçacak, vs. vs. Bu süreç ufaktan başladı bile. İstanbullular, yani yeni İzmirliler tarafından talep gören bazı bölgelerde ederinin çok üzerinde kira ve satış bedelleri duyuyoruz.
Halbuki son yıllarda artan biçimde yaratıcı sektörlerde ciddi bir kıpırdanma ve üretkenlik var İzmir’de. Bu alttan gelen çok ilginç bir dinamik. Oldukça sevindirici ve umut verici aynı zamanda. Birçok insan yaratıcı sektörlerde yeni yeni işler ortaya koyuyorlar; girişimcilik ortamı çok hareketli. Cenk’in (Dereli) yıllardır büyük özveriyle düzenlediği Pecha Kucha İzmir sunuşlarına katılanları ve sunuş yapanları taramak yeterli olur bunu görmek için. Bunlar İzmir’in marka değerine ve ekonomik dokusuna katma değer sağlayabilecek hamleler. Kenti geleceğe taşıyacak olan gerçek güç bu bence. Sürdürülebilir olmayan inşaat ekonomisi ve kentsel rant değil.
Görsel: 20 Şubat 2013 tarihinde gerçekleşen ilk ‘Pecha Kucha İzmir’ etkinlikliğinde Evren Başbuğ sunuşu
Zaten İzmir’in temel özelliklerinden biri tarihin hiçbir döneminde İstanbul’un uydu kenti olmayışıdır. İzmir’in hem ekonomik hem de kültürel olarak temel beslenme kaynağı, benzeri diğer kentlerin aksine İstanbul değil, bir liman kenti olması vesilesiyle kurduğu güçlü uluslararası bağlantıları sebebiyle hep doğrudan Avrupa kentleri ve insanları olmuştur.
İzmir’de bazı sermaye gruplarının yeni yatırımları yerel ofislere iş alanı açıyor mu? Siz de rezidans tasarlıyor musunuz mesela?
Öncelikle genel İzmirli hassasiyetine katılmadığımı söylemeliyim. Yüksek kat meselesine kategorik bir karşı duruşum yok. Bu kentle ilgili bir planlama meselesidir; ben yapı ne kadar iyi çözülmüş, mimari literatüre yeni bir şey sunuyor mu ona bakarım. Noktasal imar hakları, ya da uygulamada göz yumulan, kılıfına uydurulan usulsüzlükler gibi alenen işlenen kent suçlarını bir kenara bırakırsak, bu tip yüksek katlı yapı yatırımlarında hesap sorulacak en son kişi mimardır bence.
İzmir’de büyük sermaye gruplarına ait araziler üzerinde yapılan yeni iş merkezi projelerinin çoğu, irili ufaklı İstanbullu firmalar, hatta bazıları yurtdışından firmalar tarafından tasarlanıyor. Bunların arasında kalburüstü mimarlara ve mimarlık firmalarına ait projeler de var ve maalesef bunların bazıları oldukça niteliksiz projeler. Elbette bu sermaye gruplarının çoğu zaten İstanbul merkezli gruplar. Dolayısıyla alışkın oldukları, güvendikleri mimari ekiplerle çalışmaları çok doğal. Ancak İzmir merkezli işverenler de İstanbul firmalarından hizmet almanın peşindeler. Benden duymuş olmasınlar ama çoğu zaman astronomik bedeller karşılığında oldukça kalitesiz hizmet alıyorlar, farkında değiller. İzmirli firmalar bu tip yatırım süreçlerinin ancak uygulama projeleri aşamasında veya şantiye kontrolü süreçlerinde yerel firma olarak rol alabiliyorlar. Zamanla İzmirli işveren profilinin de değişeceğini ve bu sistemin yerel firmalar lehine dönüşeceğini düşünüyorum. İzmirli işveren ortamı aslında çok izole, içine kapalı ve girişkenlikten uzak olarak bilinir. Ancak son dönemde bunun değiştiğini gözlemliyorum. Özellikle yurtdışında eğitim almış, uluslararası bağlantıları güçlü ve dolayısıyla dünyayla daha entegre yaşayan ikinci, üçüncü kuşaklar işleri devraldıkça o algı biraz kırılıyor gibi.
Biz henüz bu tip büyük bir iş yapmadık. Şimdiye kadar bize “Evren Bey son yarışma projeniz çok iyi olmuş, tebrikler; bize de şuraya 50 katlı, altında AVM olan bir karma kullanım proje yapar mısınız?” diyen olmadı doğrusu. Bunlar iki ayrı dünya gibi sanki. O iş ağının içine girmek gerekiyor önce. Bunun için de biraz mesai harcamak, uğraşmak gerekiyor. Belki yerel müteahhitlerle küçük küçük başlamak gerekiyor. Öyle bir ortam ki bu, bugünün küçük müteahhitti yarının büyük yatırımcısı oluveriyor.
İzmirDeniz Kıyı Düzenleme Projesi’nden söz etmek istiyorum biraz, siz de mimari ekip olarak sürecin içinde yer aldınız. Son olarak uygulamaya geçirilen Bostanlı Gün Batımı Terası ve Yaya Köprüsü projeleriniz de bu sürecin ürünleri. İzmirDeniz projesi nedir?
Birçok yerde anlattım bunu uzun uzun, İzmir Kıyı projesinin yani İzmirDeniz’in yerel yönetimin bu kentte kotardığı en iyi işlerden biri olduğunu düşünüyorum. İlhan Tekeli’nin koyduğu vizyon çerçevesinde başlatılan ve yaklaşık 40 km uzunluğundaki kent kıyılarının rehabilitasyonunu hedefleyen süreç 2012’de başladı, halen de uygulama aşamaları devam ediyor.
Biz tasarımcı ekipler olarak işin içine dahil olduğumuzda projenin çerçevesi çizilmiş, gerekli arka plan çalışması yapılmış, ihtiyaçlar belirlenmiş, kıyılarla ilgili analiz çalışması yapılmıştı. Sonra kıyı 4 ayrı fragmana bölünerek farklı tasarım ekiplerine verildi. Tasarım süreci olabildiğince katılımcı ve şeffaf biçimde yürütüldü. Süreç boyunca birçok geniş katılımlı toplantı düzenlendi. Sivil toplum kuruluşlarının, meslek odalarının, ilgili diğer yerel yönetim birimlerinin, üniversitelerin, spor kulüplerinin, sivil toplulukların ve halkın da katıldığı toplantılardan bahsediyorum. Süreç yeterince uzun ve göz önünde kurgulandığı için konuya katkı koymak isteyen herkesin katkısına açıktı. Her aşamada fikirler ve çekinceler söylendi. Dolayısıyla tasarımlar hem iyi hazırlanmış arka plan çalışması, hem de katılımcı süreç sayesinde tepeden inme biçimde yapılmadı. Bu anlamda Türkiye için örnek bir yöntemdir bence.
Şu açıdan da çok değerli buluyorum; İzmir’e kenarından köşesinden bir şekilde dokunmuş herkesin çorbada tuzu oldu. İşi herkes bir tarafından tuttu aslında. Bunun bir kakafoniye dönüşmemesini ise moderatörler ve tasarımcı ekipler sağladılar.
Siz projeye ne noktada dahil oldunuz ve projedeki göreviniz neydi?
Biz Karşıyaka fragmanının yürütücüsüydük. Alaybey’den Mavişehir’e kadar 8-9 km’lik bir kıyının konsepti bizim ofisten çıktı. Koordinatörümüz Mehmet Kütükçüoğlu’yla birlikte kurduğumuz ekip oldukça kalabalık bir ekipti; ulaşım uzmanından deniz yapıları uzmanına, kent plancısından aydınlatma tasarımcısına, peyzaj mimarından ürün tasarımcısına kadar yaklaşık 40 kişilik bir ekip sayabilirim. Bu ekibin iç koordinasyonunu sağlamak oldukça zordu doğrusu. Biz bununla birlikte bir yandan da ana tasarım kararlarını yürüten mimari ekip olduk. Elbette grup adına idareyle resmi ilişkileri de sağladığımızı söylemeliyim. Bütün kıyı bandı için bütüncül bir konsept geliştirdik ve bunun olabildiğince fazla noktasını uygulama aşamasına kadar incelttik. Sonrasında süreç biraz evrildi. Belediye kendi bünyesinde “Kıyı Tasarım” adıyla bir ekip kurdu ve uygulama için seçtiği alanlarla ilgili çalışma yapmaya başladı. Bu ekip, tasarım gruplarından gelen konsept tasarımları dikkate alarak öncelik sırasına göre belirledikleri uygulama alanları için proje elde etmeye yoğunlaştı. Hala da yaptıkları iş temelde bu. Bu projeleri bazen kendi bünyelerinde hazırlıyorlar, bazen de biz konsept tasarımı üreten tasarımcılardan hizmet alıyorlar. Sonrasında ihale birimi işi ihaleye çıkarıyor ve inşa ediliyor. Temmuz sonunda açılan Bostanlı Gün Batımı Terası ve Bostanlı Yaya Köprüsü, kıyının bu tarafında, yani Karşıyaka’da uygulanan ilk projeler. Uygulamalar devam edecek; alana komşu 250 m uzunluğundaki başka bir kıyı bandının tasarımı için de bizden proje hizmeti alındı örneğin. O da ihaleye çıkacak önümüzdeki aylarda.
Görsel: 17 Kasım 2012 tarihinde İstanbul Modern’de gerçekleşen ‘İzmirDeniz’ tanıtım panelinde Evren Başbuğ sunuşu
Ama hep böyle pürüzsüz ilerlemiyor süreç. Örneğin diğer bir alan, Bostanlı Balıkçı Barınağı önü için geliştirdiğimiz projeyi ise ne yazık ki uygulayamayacağız sanırım. Anlaşılan Deniz Taşımacılığı Daire Başkanlığı’nın alanla ilgili başka türlü tasarrufları varmış. İşte bazen böyle kurum içi koordinasyonsuzluklar da yaşanabiliyor. Bu kadar uzun süreçlerde aslında doğal bunlar. Ciddi ve iddialı bir idealle başlayan süreç, siyasi irade tarafından her anında yakın markajla takip edilmediğinde, gündelik önceliklere kurban gidebiliyor kolaylıkla. Burada da bir örneğini görüyoruz aslında bunun. Kent için çok değerli bir kıyı parçası tamamen teknik ve başka biçimde çözülmeye oldukça müsait gereklilikler yüzünden heba edilecek; dev vapurlar için bir bağlama rıhtımına dönüştürülecek. Yani proje yapmakla bitmiyor iş. Şimdi bununla ilgili bir mücadele de sürdüreceğiz işte. Hem de aynı kurum içinde farklı departmanlar arasında bilgilendirme, arabuluculuk ve ikna turları atarak. İnsanlara 4 yıl önce koydukları ideali hatırlatacağız ve hatadan geri dönmelerini umacağız. Bir bakıma Memento filmi gibi. Kendisine söyleneni, hatta bizzat kendi söylediğini sürekli unutan birine tekrar tekrar olanı biteni hatırlatmak gibi. Çok yorucu, bir o kadar da ilginç bence yaptığımız iş.
Yine de diyeceğim o ki; İzmirDeniz projesi deneyimi, bir yerel yönetimin kent için önemli bir kamusal alanı nasıl projelendirilmesi ve uygulaması gerektiğiyle ilgili çok iyi bir örnek Türkiye için. Tabi sürecin olumsuz yönleri yok mu derseniz, yine sabaha kadar konuşuruz… Hatta başka bir gruba sorsanız, örneğin Alsancak grubuna; süreçle ilgili deneyimleri bizimkine hiç benzemiyordur muhtemelen. Az önceki örnekte anlattığım gibi Belediye ile çalışmanın genel bir zorluğu var. Departmanlar arası koordinasyonsuzluklarından kaynaklanan birçok sorun var; yasal mevzuattan kaynaklanan kısıtlamalardan dolayı yapılamayan birçok şey var; siyasal iradenin arkasında sağlam durmadığı için becerilemeyen birçok şey var; tamamen nasıl yapılacağını bilmedikleri için beceremedikleri birçok şey var; bazı departmanlardaki personelin vizyonsuzluğundan kaynaklanan dertler var. Ancak yine de İstanbul ve Ankara’yla karşılaştırınca avantajları daha fazladır İzmir yerel yönetimiyle çalışmanın. Çünkü tahmin ettiğim kadarıyla diğerlerinde bir diyalog imkânı bile yok. Oralarda bir sivil toplum kuruluşu veya sıradan bir kentli olarak yerel yönetimle kurabileceğiniz ilişkinin ne kadar sınırlı olduğunu, yürütülmeye çalışılan kent mücadelelerinin gidişatından görüyoruz maalesef.
Görseller: Bostanlı Kıyısı 2. Etap Projesi (İhale Aşamasında) / Evren Başbuğ, Can Özcan, Oğuzhan Zeytinoğlu
Katılımcı bir süreçten bahsediyorsun, bunu biraz daha açabilir misin? Hangi paydaşlarla iletişim içindeydiniz süreç boyunca?
Biz de bu anlayışla hep açık yürüttük tasarım sürecini. Özellikle çalıştığımız alanlar doğrudan kamu kullanımına yönelik olduğu için hep farklı aktörleri dahil etmeye çalıştık işin içine. Yelken Kulübü’yle görüştük, yalılarda oturan insanlarla görüştük, balıkçılarla, taksi dolmuşçularla görüştük… Gördük ki insanlar projeye dahil olduklarını hissettikleri anda, söyledikleri şeyler başka sebeplerden dolayı gerçekleştirilemese dahi daha fazla benimsiyorlar projeyi. Özellikle kent içindeki ortak mekanların projelerinin başarılı olabilmesi için o mekanları kullanacak insanların projeyi benimsemesi gerekiyor. Bu da buradaki gibi katılımcı bir kurguyla ancak mümkün oluyor. Haliyle uzun sürüyor süreç, ama değiyor bence. İzmirDeniz bu yüzden değerli bir proje; arkasında ciddi bir düşünce ve emek yoğunluğu var. İlk uygulanan ve yaz boyunca da çok yoğun olarak kullanılan Yaya Köprüsü’nü ve Gün Batımı Terası’nı da anlatırım yeri gelirse, ama bence asıl gözden kaçırılmaması gereken iş sonuç ürüne kadar gelirken yaşanan sürecin ne kadar sağlıklı işlediği. Sonuçta ne kadar sağlıklı bir süreç geçirirsen ortaya çıkan iş de o kadar sağlıklı oluyor. Şu an Gün Batımı Terası ve Yaya Köprüsü’nin yarattığı kentsel odak, İzmir’in en iyi çalışan kamusal mekanlarından biri bence; yazın öğleden sonra oturacak yer bulunmuyor.
Tabi bu katılımcı yaklaşım genel bir yaklaşım mı İzmir için? Hayır değil. Önümüzde bu katılımcı yaklaşımın tam bir anti-tezi niteliğinde, oldukça beceriksizce yürütülmüş bir ‘Kültür Park’ projesi örneği var maalesef. Doğal olarak şimdi başta meslek odaları olmak üzere geniş bir toplumsal muhalefet oluştu projeye karşı. Bence tepkilerin ortaya çıkması normal ve açıkçası bunların çoğunun da temelde haklı tepkiler olduklarını kabul etmekle birlikte yürütülen tüm bu mücadelenin yanlış kanallardan, yanlış sloganlarla yürütüldüğünü düşünüyorum.
Hangi kanallar mesela?
Mesela özellikle Mimarlar Odası’nın başını çektiği mücadele temelde şu kanaldan yürüyor: Kültür Park’a dokunma! Ben bu kadar ekseni kaymış ve konuyu ıska geçen bir slogan daha duymadım. İzmir ölçeğindeki bir kentin simgesel öneme sahip neredeyse en değerli kamusal alanına yapılacak müdahaleye karşı geliştirilebilen kitlesel karşı koyma refleksi bu mudur? Bu tamamen yanlış bir strateji bence. Kültür Park da bu kentin bir parçası. Yıllar içinde kent ne kadar değiştiyse Kültür Park’ın da o çapta bir değişime ihtiyacı olmasından doğal bir durum düşünülebilir mi? Kültür Park’ın açıldığı zamanki kentte mi yaşıyoruz hala? Kültür Park kurulurken var olan kent dinamikleriyle bugünkü dinamikler aynı değil, alanın kullanım pratikleri değişmiş, etrafındaki yapılaşma aynı değil, kentin ihtiyaçları değişmiş… Kültür Park’ın içi boşalmış, kaybolmuş, köhnemiş. Olduğu gibi kalması mümkün mü tüm bu değişimin ortasındaki bir alanın? Tabi ki “dokunulabilir” Kültür Park’a. Dokunulmalıdır da! Dokunacaksın ki günümüz kentinin ihtiyaçlarına karşılık verebilecek bir yeni değere dönüşsün Kültür Park. Fakat asıl mesele dokunup dokunmamak meselesi değil; ıskalanan konu bu bence. Mesele Kültür Park gibi bir değere nasıl dokunulacağı ve tabi nasıl dokunulmayacağı meselesi. Asıl tartışılması gereken konu hiç tartışılmıyor.
Sloganı mı beğenmiyorsun?
Slogan bence sorunlu evet; ama bir yandan da görüyorum ki sloganın ardındaki duruş da slogan kadar sorunlu. Alternatif üretmeyen, problemin asıl kaynağına işaret etmeyen bir karşı çıkış bu. Politik doğruculuk uğruna kimsenin söylemeye yanaşmadığını açıkça söyleyeceğim. Burada herkesin etrafından dolandığı ama bir türlü dokunmadığı temel sorun, Kültür Park için üretilen tasarımın dişe dokunur hiçbir yeni şey söylemiyor oluşudur maalesef. Elbette ortaya böyle vasat bir iş çıkmasının sorumlusu yalnızca müellif olamaz. Az önce de anlatmaya çalıştığım gibi iyi proje için iyi kurgulanmış bir süreç gerekir. Kapalı, şeffaflıktan uzak, farklı angajmanların esiri olmuş bir proje elde etme sürecinin sonucunda çağdaş dünya standartlarında niteliklere sahip bir ürün beklemek saflık olurdu doğrusu.
Türkiye’de özellikle mimarlık alanında meslektaşlar arasında sanki görünmez bir eleştiri duvarı var. Ortada kamuyu doğrudan ilgilendiren bir konu olmadıkça da bu duvar asla aşılmıyor. Bunun en yakın örneği Haliç Tersanesi işi sanırım. Oradaki proje müelliflerine karşı koparılan kıyametin -ki ortada proje dahi yokken- bir benzerinin burada Kültür Park projesi müellifi için koparılması gerekirken kimseden çıt çıkmıyor. Kimseden çıt çıkmadığı ve eleştirinin ekseninin yanlış yöne kaydığı bir ortamda da tepkileri asıl üstüne alınması gereken aktör olan proje müellifi, akıllıca davranarak olanı biteni görmezden geliyor olsa gerek. Kimse proje eleştirisi yapmıyor ki, müellif çıkıp projesini savunsun. Ağaçların derdinde herkes. Bütün tartışma yeşil alan meselesi üzerinden yürüyor. Hal böyle olunca da ağaçlar ve yeşil alan konusunda elinden geleni yaptığını düşünen yerel yönetim de savunmasını bu kanaldan kuruyor. Müellif ise doğal olarak hiç bu topa girmiyor bile. Fakat ne olursa olsun, kentlileri bu kadar yakından ilgilendiren bir konunun tasarımının emanet edildiği proje müellifinin çıkıp göğsünü gere gere savunması beklenir projesini. Eğer Kültür Park gibi bir alanı tasarlamaya yetkin bir müellifseniz -ki bu çaptaki bir işi aldığınıza göre yetkinlikle ilgili bir sorun olmasa gerek- tasarımla ilgili tüm sorumluluğu da baştan kabul etmişsiniz demektir.
Net görüşüm şu ki; Kültür Park gibi bir alana alelade bir kent parkıymış gibi yaklaşılamaz. Çiçek tarhları, yansıtma havuzları, keskin hatlarla ayrılmış sert ve yumuşak zeminler, altında mekanlar barındıran dalga formlu yapay tepeler ve tüm park genelinde oldukça önemsiz, suya sabuna dokunmayan birçok imalat… İzmir’de, 21. yy’ın Kültür Park’ı için öngörülen vizyon buysa eğer buna itirazım var. Sözümü sakınmayacağım; kamuoyuna sunulan proje en hafif tabiriyle demode! Belki bu haliyle park genelinde bazı makyaj sorunlarını çözecektir, ancak mimarlık mesleği ve çağdaş kent mekânı tasarımı adına oldukça kısıtlı bir söylem üretecek bir iş maalesef. İzmir’in marka değerine katacakları çerçevesinde düşünüldüğünde de tamamen kaçırılmış bir fırsat olarak görüyorum bu süreci. Eğer bu süreç Kültür Park’ın İzmir için ifade ettiği anlam ve işaret değerini karşılayacak nitelikte kurgulansaydı, bugün uluslararası bir mimari yarışma sonucunda seçilen çok yenilikçi ve literatür açısından öncü değerde bir projeyi konuşuyor olabilirdik. Bu proje kent strüktürüne daha iyi eklemlenebilen bir kurguyla bu dev kent parkını yeni ve çağdaş bir kimliğe büründürebilirdi.
Bu aralar gündemde olan ve yerel yönetim ile yatırımcı bir firma arasında içine Kültür Park’ın da dahil olduğu iddia edilen rant pazarlığı meselesine girmiyorum hiç. O konu iyice mide bulandırıcı.
Siz de “yarışmacı” bir ekipsiniz. İzmir’de son zamanlarda açılan mimari yarışmaları adet ve nitelik olarak nasıl buluyorsun? Açılan yarışmalar buranın mimarlık kültürüne katkı sağlıyor mu?
İzmir’de açılan yarışmalar, doğal olarak herhangi başka bir yerdekinden daha çok ilgimizi çekiyor tabi. Yarışma İzmir’de olunca alanı genelde daha çabuk kavrıyoruz. Zaten çoğu zaman birçok çevresel ilişkinin farkında oluyoruz. Ama bu durum bazen de dezavantaja dönüşebiliyor. Çünkü yarışma doğası gereği biraz işe dışarıdan bakabilme meselesi bence. Zaten temelinde bu var. İdareler yarışmaları aslında ellerindeki mekânsal problemleri çözmek amacıyla dışarıdan bakabilecek bir göze ihtiyaç duydukları için açıyorlar. Sanırım son yıllarda Çanakkale ile beraber en çok yarışma İzmir’de açıldı. Ama temelde bizim için yarışmanın nerede olduğu çok fark etmiyor doğrusu. Tam da yine az önce söylediğim sebeple. Yarışma tasarımcı için tamamen bir anda ortaya çıkan bir problem için hızlı bir fikir jimnastiği ve atölye çalışması gibidir aslında. Sınırlı bir zamansal çerçevesi vardır ve genelde yarışma açıldığı anda senin tariflenen mekânsal ihtiyaçtan ilk kez haberin olur. Üzerinde düşünmeye başlarsın, başka bir işle uğraşırken dahi fark etmeden o konuyu düşünürsün. Sonra bir bakarsın 10 gün kalmış teslime! Tempoyu artırırsın, son 3-4 gün iyice gazlayıp teslim edersin. Yarışmayı kazanırsan süreç devam eder, kazanamazsan senin için süreç biter. Elbette ödül grubuna giremesen dahi hiçbir yarışma süreci boşa gitmez ve hepsi başka başka tecrübeler katar sana. Tipik bir “yarışmacı” için yarışma bundan ibaret aslında.
Tabi eğer yarışmayı kazanırsan iş bambaşka bir sürece evrilir. Bunun da standardı yok maalesef. Örneğin biz 4 kez yarışma kazandık, her birindeki süreç birbirinden farklı sonuçlandı. İlki, Manisa Belediyesi Hizmet Binası’nda idareyle sözleşme imzaladık, uygulama projelerini hazırladık, iş ihale aşamasında iptal oldu. Bilindiği gibi Manisa Belediyesi bundan sonra bir yarışma daha açtı, onu da iptal etti ve açıktan başka bir yöntemle başka bir proje elde etti. İkincisi, Kızyakup Kent Parkı’nda idare bizi ekarte ederek 2. proje müellifiyle çalışmayı tercih etti, davalık olduk. Üçüncüsü, Yeşilova Höyüğü Ziyaretçi Merkezi inşa edildi; fakat imalat sırasındaki sıkıntılardan dolayı şimdi ciddi sorunlar yaşıyorlar yapıda. Dördüncüsü, Ulvi Cemal Erkin Konser Salonu’nda ise idare yatırımdan vazgeçti. Geçenlerde haberini aldık, başka bir arazide, başka bir proje müellifiyle çalışarak benzer programda bir kültür yapısının projelerini elde etmişler. Yani özetle yarışma kazanmak da hiçbir şeyin garantisi değil. Dolayısıyla yarışma, sonucunu çok kafaya takmadan, ama bir yandan da yaptığın işe önem vererek, ne kendini ne başkasını taklide düşmemeye dikkat ederek yapılacak bir aktivite. Sonuçta her yarışmada ortama bir fikir sunuyorsun ve o fikrin her seferinde yeni olması önemli. Yarışmada o an için ortama çok yenilikçi veya ilginç gelecek şeyler önerilebilir ve belli bir zaman geçtikten sonra standart haline gelebilir bu fikirler. Yarışmalar bir nevi deneme tahtası gibiler bu anlamda. Örneğin Oslo operasından önce binaların çatısında gezinmek bu kadar popüler bir tema mıydı acaba emin değilim. Bugün her yarışmaya çatısında yürünen en az 1-2 öneri geliyor.
Görseller: ‘Konak Belediyesi Hizmet Binası Mimari Proje Yarışması’ / 2. Ödül – Evren Başbuğ, Can Özcan, Özlem Arvas, Deren Uysal
Yarışmaya giriyorsanız işinize, mesleğe ve mesleki ortama karşı saygı anlamında yarışmayı önemsemek gerekiyor. Bundan, hem iyi iş çıkarmak hem de yazılı olmayan etik kodlar çerçevesinde hareket etmek sorumluluklarını kastediyorum. Belki de bu ülkede tüm profesyonel sektörler genelinde elimizde kalan tek temiz mecra yarışmalar olabilir. Bu anlamda bu kurumun korunması ve geliştirilmesi çok değerli. Ama şu bir gerçek ki günümüzde bir ofis sadece yarışmayla döndürülemez. Sürekli ödül grubunda yer almanız gerekir ki bunu yapmak artık çok zor. Zaten bence mimarlık da sadece yarışmalar odaklı düşünülebilecek bir mesleki mecra değil. Bizden önceki kuşaklarda tanık olduğumuz; işin düşünsel altyapısını hafife alan, çoğu zaman fazlasıyla indirgemeci biçimde adeta bir makine gibi tasarım üreten üslubun temel sorumlusu da geçmişteki efsane yarışma furyasıdır bence. Temelde inşa etmek, kullanıcıya mekânsal bir deneyim sunmak yerine; yarışmayı kazanmak önceliğiyle şekillenen mesleki bir deformasyondan bahsediyorum. Bu tuzağa düşmemek gerekiyor.
Yarışma doğası gereği probleme doğru çözümü üreten iyi bir mekân tasarlama yetisinin yanında; ortaya konan ürünle genel bir algı yaratma ve bu algıyı yönetme yetilerini de gerektirir. Aslında bir bakıma tam bir süreç yönetimi ve stratejik kurgudur. Dışarıdan göründüğünün aksine ödül grubuna girmek de pek kolay bir iş değildir yani. Üstelik sanki eskiden daha kolaydı gibi geliyor bana bu iş. Şimdilerde katılım yüksek, nitelik de yükselmeye başladı, jüriler de genel olarak daha güvenilir ve iyiler doğrusu. Yarışmayla Yap da bu konuda ciddi bir know-how oluşturdu son dönemde. Özellikle belediyeler, raportörlük kurumu ve jüriler açısından çok önemli bir bilgi birikimi bu. Kamuyu ilgilendiren yapıların ve mekanların tümünün yarışmayla elde edilmesi gerekiyor bence. Tabi ne böyle bir kaynak ne de böyle bir vizyon var Türkiye’de. Ömer Yılmaz bunu iyi kovalıyor açıkçası. Yarışmayla Yap ekibi ile birlikte çok çalışıyor; sürekli yarışma sayısını arttırmaya uğraşıyor. Bence bu tip çabalar çok değerli. Keşke başkaları da uğraşsalar ve daha fazla yarışma açılsa.
Görsel: 30 Nisan 2016 tarihinde gerçekleşen ‘Yarışmayla Yapanlar Buluşuyor 2016’ etkinliğinde Evren Başbuğ sunuşu (‘Oy Çokluğuyla Elenmiştir’)
Ben ve çizdikleri kariyer yolları benimkine benzeyen mimarlar tanınırlığımızı büyük oranda yarışmalara borçluyuz, bu yüzden yarışmalar bizim için değerli. Fakat artık gün geçtikçe daha da yorucu hale gelmeye başlıyor bu süreçler. Değişen koşullar ve teknikler doğrultusunda işin gerçekten geçmiştekine göre zorlaşmış olma ihtimalini düşünüyorum bir süredir. İnsanın yaşı ilerledikçe yoğun yarışma temposuna ve stresine tahammülü de azalıyor olabilir tabi. Zaten şu da tecrübeyle sabit ki, kendini ya da başkalarını taklit etmeye başlamadan önce ara ara biraz uzaklaşmak gerekiyor bu ortamdan. Biraz geriye çekilip izlemek gerekiyor. Zaten ister istemez her yarışmaya giremiyorsun; ofis programın uymuyor çoğu zaman, zaman bulamıyorsun. Bu aslında avantajlı da oluyor; soluklanıyorsun biraz. Yarışma biraz tazelik gerektiriyor çünkü. Tazeliğin ne kadar genç olduğunla veya ne kadar yakın zamanda mezun olduğunla ilişkisi yok. Tazelik, ortamı bir bütün olarak iyi analiz edip karşılaşılan problemlere doğru ve yenilikçi tepkiler üretebilmekle ilgili bence. Dolayısıyla istisnasız her probleme anında tepki veren mimarlar ve ofisler bana ilginç geliyor. Nasıl beceriyorlar ben de bilmiyorum. Biraz seçici ve sakin olmak gerekiyor bence, kendini taze tutabilmek açısından. En azından benim açımdan durum böyle.
İzmir’e dönersek… Evet son zamanlarda çok yarışma açıldı İzmir’de. Bu birçok açıdan çok iyi bence. Hem yerel yönetimlerin proje elde etme süreçleri için alternatif örnekler oluşuyor, hem de kentteki görece kısır mimarlık gündeminde farklı bir heyecan yaratıyor. İzmir’de oluşmuş ve İzmir’e özel bir mimarlık kültüründen bahsedebilir miyiz emin değilim doğrusu. Burada henüz bu analizi yapabilecek nicelikte, nitelikte ve çeşitlilikte mesleki aktivite var mı bilmiyorum. Mesleğin aktörleri arasındaki ilişkiler ise deneyimlediğim kadarıyla çok içli dışlı değil. Birbirleriyle daha mesafeli sanki İzmir’deki mimarlar ve ofisler. Ankara ve İstanbul’da daha sıkı fıkı ilişkiler kurulduğunu biliyorum. Zaten o iki kente göre daha küçük ve nispeten yeni de bir topluluktan bahsediyoruz burada. Mimarlar Odası’nın etkinlikleri vesilesiyle, ya da sergilerde ve son zamanlarda da kolokyumlarda bir araya geliyor bu insanlar da aslında. Yarışmaların ortama net olarak etkisini ise ölçebilir miyiz emin değilim. Zaten yarışmalar özelinde düşünecek olursak neredeyse bir elin parmaklarını geçmiyor bu alanda sürekli aktif ve iddialı olan ofisler. Ama İzmir’de açılan yarışmaların gizliden gizliye belli bir dinamizm ve heyecan yarattığını söyleyebilirim insanlarda. Normalde yarışmalara girmeyen ya da görece daha az giren yerel ekiplerin de İzmir’de açılan yarışmalara katıldığını duyuyoruz, görüyoruz. Fakat bu yeni filizlenen hareketlenmenin mesleki ortama nasıl bir katkı koyacağını kestirmek henüz zor. Keşke daha çok ekip katılsa yarışmalara ve sadece katılıp tekrar sessizce köşelerine çekilmeseler; bu kolektif, yoğun emek bir şekilde ortama fayda olarak geri dönebilse.
Kentte, izin verilse, en çok müdahale etmek isteyeceğin alan neresi olurdu? Aslında biraz daha spekülatif olması adına bu soruyu “Hayalindeki müdahale nedir?” gibi düşünebilirsin.
Bu tip hayaller kurmam pek. Mimarın tek başına bu tip sihirli güçleri olduğuna inanmıyorum. İyi bir işin ortaya çıkması için, iyi projeyle birlikte doğru zamanda, doğru yerde, doğru işverenle, doğru kurgulanmış bir süreç gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla bu tip ideal müdahale fantezileri bana çok anlamlı gelmiyor. Herhangi bir mekânsal tasarıma yalnızca sonuç ürün üzerinden bakamıyorum. Hep ”’Acaba hangi koşullarda, nasıl hizmet alınmış?”, “Tasarımın arka planında ne gibi çalışmalar yapılmış?”, “İş ne kadar zamanda yapılmış?”, “Hangi yasal sorunlar nasıl aşılmış ve hangi badireler atlatılarak bu uygulama yapılmış” gibi sorular sorarak değerlendiriyorum işleri. Ürüne süreçten bağımsız bakmıyorum. Az önce konusu geçtiği için söylüyorum, örneğin Kültür Park projesi bende olsa ne yapardım? Hiç düşünmedim doğrusu. Bence tasarım hizmeti oldukça ciddi bir iş; yalnızca hayallerle yapılacak şey değil. Talep gelecek, bu talep profesyonel bir iş haline dönüşecek, sen de oturup düşüneceksin üzerinde ve ihtiyaçlara karşılık veren bir tasarım ortaya koyacaksın. Uçuk hayallerini inşa ettirmeye çalışan mimar devri geçeli çok oldu.
Kaldı ki bu tip bir soruya cevap verebilmek için daha işin başından ne yapacağını biliyor olmak gerekir. En azından kendi adıma, ben hiçbir tasarım problemine “zaten bu bildiğim bir konu” şeklinde yaklaşmam. Örneğin, birçok belediye yarışmasında ödül grubuna girdiğimiz, hatta birinci olduğumuz halde yeni bir belediye yarışması açıldığında hala oturur önce şartnameyi alır iyice inceleriz. Özellikle de başkanın yazdığı önsözü okuruz; “Bu başkan ne istiyor?”, “Bu belediye nasıl çalışıyor?” sorularını sorarız. Kent mekânı üzerindeki büyük müdahaleler için ise az önce bahsettiğim gibi birlikte kafa patlatıp üretmek üzere oldukça geniş bir yelpazede danışman grupları oluştururuz.
Ben araştırmaya, uzmanlığa, birlikte üretmeye inanıyorum. Her fırsatta da pratiğe dökmeye çalışıyorum bu yaklaşımı. Yeni olanı başka türlü ortaya çıkarmak çok zor.
Görseller: Bostanlı Gün Batımı Terası ve Bostanlı Yaya Köprüsü, İzmir, Zeren + Mehmet Yasa tarafından fotoğraflanmıştır
Şu an en güncel ve görünür projeleriniz -aynı zamanda kentsel projeler olmaları dolayısıyla pek çok İzmirli ’ye ulaşıyorlar- Bostanlı Gün Batımı Terası ve Yaya Köprüsü. Tasarıma dair verdiğiniz ana kararlar nelerdi?
İki tasarım da oldukça basit kurgulara sahip aslında. Ne oldukları, ne yapmaya çalıştıkları çok açık ve net. Bu sebeple tasarımların detaylarından ziyade önce arka planlarındaki kavramsal yaklaşımdan kısaca bahsetsem daha iyi olacak sanırım.
Kıyı konseptini oluştururken önemsediğimiz bazı temel yaklaşımlar vardı. Bunlardan biri “hemzemin” olma durumu. Bu kavramı iki şekilde kullandık. İlki mikro ölçekte eşik, ayırıcı, bariyer, basamak gibi fiziksel engellerden temizlenmiş bir zemin düzlemini tarif ediyor. Bu tavrı proje genelinde sürdürmeye çalıştık, hatta taşıt yolu tramvay hattı, yeşil alan ve kıyı promenatı arasındaki tüm eşik ve engelleri de kaldırmak için mücadele ettik; bazılarında başarılı olabildik, bazılarında olamadık. İkincisi ve bence daha önemli olan durum ise kıyının her sosyal sınıftan insan için bir karşılaşma zemini olmasına; ayrıştırılmamış, sterilize edilmemiş, heterojen potansiyeline atıf yapıyor. Kıyı bir çarpışma mekânı aslında. Bunun en çarpıcı örneği Karşıyaka Vapur İskelesi’nin önüdür mesela. Önemli bir yaya arteri olan Karşıyaka Çarşısı’nın kalabalığı vapur iskelesine doğru akarken sahildeki taşıt yoluyla kesişir. Taksi dolmuşlar, otobüsler, faytonlar, araçlar, karşıda vapur, yakın gelecekte tramvay ve ciddi bir insan kalabalığı… Midyecisi, mısırcısı, dilencisi, bankacısı, öğrencisi, çiçekçisi, ev kadını, yankesicisi… Herkese aynı anda kırmızının yandığı ve araçlar dahil tüm aktörlerin bir an için göz göze geldikleri o 1 saniyelik zaman dilimi, tam da bu hemzemin olma durumunun en iyi ifadesidir bence. Sonra yayalara yeşil yanar ve bu kalabalık vapur iskelesine doğru akar. Bir bakıma vapur iskelesi aynı zemin düzleminde çarşının bir devamıdır. Çarşı vapura doğru akar; hatta vapurlarla birlikte kentin diğer noktalarına uzanır… İzmir hemzemin bir kenttir. Alt geçitler, üst geçitler, tüneller; bunlar aynı anda olması gereken şeyler içindir; acelesi olanlar için yani. İzmir’in karakterini pek yansıtmazlar.
Kıyı üzerine düşünürken üzerinde durduğumuz bir diğer temel kavram da Lefebvre’den ödünç aldığımız “karşı-mekân” kavramı. Programsız, ya da programı önceden tariflenmemiş, dikte edilmemiş, kullanıcıları tarafından anlık olarak belirlenen yaşantılara sahip mekanları kastediyoruz bu tanımla. Zaten Karşıyaka kıyısının genel kullanımı böyledir. Kentin koşuşturmacasından bir an için uzaklaşabileceğiniz, tempoyu düşürüp pratik bir amacı ya da sebebi olmayan aktivitelerle meşgul olabileceğiniz, çevrenin ve doğanın farkına varabileceğiniz, belki biraz kendinize vakit ayırabileceğiniz “aylaklık” potansiyellerini açığa çıkaran mekanlar yaratmanın önemli olduğunu düşündük bu kıyıda. Dediğim gibi kıyının genel karakteri zaten buna çok uygun olduğu için aslında yeni bir şey keşfettik diyemem. Zaten İzmir’de hangi ciddi işle uğraşıyor olursanız olun, ara ara mutlaka “aylaklık” için fırsat bırakırsınız kendinize. Hiçbir şey düşünmeden öylece vakit geçirdiğiniz, o anın tadını çıkardığınız zamanlar olur. Buna imkân veren kent mekanlarının da bunda etkisi var mutlaka. Özellikle insana boşlukta olma hissi veren ve geniş vista potansiyeli barındıran yerlerden bahsediyorum. Bunların başında da sahil bandı geliyor tabi ki. Kıyı kentlerinde yaşayanlar bilirler, deniz kıyısında olmanın zaten doğal olarak sakinleştirici bir etkisi vardır. Duygu durumunuzu değiştiriverir hemen. Çünkü bir bakıma melez bir yerdir sahil. Ne kente aittir ne doğaya; ne karada, ne suda… Sahil deneyimi gerçekten de Lefebvre’in dediği gibi tamamen hazza dairdir. Dolayısıyla aylaklığı mekânsallaştırmak için, özellikle deniz kıyısında çok fazla bir şey yapmanıza gerek yok. Bizim de yaptığımız şey temelde, tasarladığımız noktalarda zaten var olan kullanımları daha iyi fiziksel koşullarla güçlendirmek ve bazı şeyleri vurgulamaktı.
Bostanlı Gün Batımı Terası ve Bostanlı Yaya Köprüsü de temel olarak kullanıcının denizle, güneşle, rüzgarla, körfezin diğer yakasıyla kurduğu ilişki açısından farklı bir deneyim getirmiyorlar. Sadece kullanıcının halihazırda zaten kurabileceği ilişkileri ona hatırlatıyor, daha nitelikli bir fiziksel kurguyla belki kullanıcıları biraz cesaretlendiriyorlar diyebiliriz. Sonuçta manzara yıllardır aynı manzara, deniz aynı deniz, güneş de her zamanki gibi batıyor. Sadece artık daha çok insan biralarını kapıp, arkalarına yaslanıyor, ayaklarını uzatıp sohbet ederek ya da yalnızca susarak gün batımını veya manzarayı izliyor.
Görseller: Bostanlı Gün Batımı Terası ve Bostanlı Yaya Köprüsü, İzmir, Zeren + Mehmet Yasa tarafından fotoğraflanmıştır
Projenin tasarımcısı olarak, ortaya çıkan üründen memnunsun o halde.
Beni mutlu eden şeylerin başında iki önerinin de sanki yıllardır oradaymışcasına yerlerine çok iyi tutunmaları oldu. Kullanıma açıldıklarından bu yana ikisi de tam anlamıyla birer “aylaklık” odağı oldular. Üst ölçekte ortaya koyduğumuz kavramsal yaklaşımın fiziksel ve mekânsal olarak vücut bulduğunu görmek, dahası mekanların gerçekten tam da düşündüğümüz gibi kullanılıyor oluşu bizim açımızdan çok heyecan verici.
Köprü temel olarak Bostanlı Deresi’nin iki yakasını birbirine bağlıyor ve tüm kıyı boyunca süreklilik gösteren promenatın eksik parçasını tamamlıyor. Fakat bu birincil işlevinin yanında aynı zamanda manzaraya karşı uzanıp keyif yapmaya olanak veren bir kesite de sahip. Konumunun ve yönünün farkında olan ve buna asimetrik kesitiyle cevap veren tam bir kentsel armatür bu. Biraz köprü, biraz şezlong…
Tüm Karşıyaka sahilinde batıya cephe veren sayılı kara parçalarından biri üzerinde önerdiğimiz Gün Batımı Terası ise ağaçlarla kaplı yapay bir tepe üzerinden başlayıp denize kadar uzanan bir dizi ısıl ahşap kaplı platformdan oluşuyor. Oldukça zamansal ve seyirlik bir aktivite tarifliyor aslında; fakat bu aktivite bir o kadar da keyiflik olduğundan mekanla ayrılmaz bir bütün değil. Mekân, yüzey formundaki basitlik ve akıcılıkla, kullanıcıları deniz ve batmakta olan güneşle daha doğrudan bir ilişki kurmaları için cesaretlendiriyor. Geniş ahşap yüzeyi, aynı yaya köprüsünde olduğu gibi doğal malzemenin dokusundan kaynaklanan bir davetkarlığa sahip. Özellikle yaz akşamlarında birbirini hiç tanımayan insanların gün batımı için aynı saatte aynı noktada buluşuyor olmaları çok hoş. Bin yıllardır her gün gerçekleşen gün batımını insanların gündelik rutinlerine sokabilmiş olmamız bile çok keyifli bizim için.
Not: Söyleşide bahsedilen “Bostanlı Gün Batımı Terası ve Bostanlı Yaya Köprüsü” projesine buradan, Stüdyo Evren Başbuğ Mimarlık’ın diğer işlerini görebileceğiniz internet sitesine ise buradan ulaşabilirsiniz.