Kadir Topbaş da Dahil Tüm Yöneticiler Dönüşü Olmayan Bir Rant Politikasına Boyun Eğmek Zorunda Kalıyor

Atilla Dorsay ile sinemadan mimarlığa, güncel kent sorunlarına kadar pek çok konuyu konuştuk.

Atilla Dorsay “EMEK Yoksa Ben de Yokum” adlı kitabında Beyoğlu’nun geçirdiği değişime dünüyle bugünüyle ayna tutuyor, Emek Sineması’nın yıkımını günbegün anlatıyor. Biz de kendisi ile mimarlığı, sinemayı, güncel kent sorunlarını konuştuk. “Üç kuruşluk ekonomiyi döndüreceğim diye güzelim İstanbul’u kendi yandaşların arasında paylaştırmaya hakkın yok” diyen Dorsay: “Bunlar birer şehircilik cinayeti. Bunun için bu kadar nefes tüketiyorum. Yoksa benim işim sinema aslında. Mimarlığı çoktan bıraktım.” Söz Dorsay’da!

Serkan Ayazoğlu: Sinemanın yanında nispeten daha az bilinen bir de mimarlık yönünüz var. Hiç mimarlık yapmayı düşündünüz mü veya yaptınız mı?

Atilla Dorsay: Düşündüm tabi. Mimar olmak için tam yedi yıl okudum. Aslında beş yıldı. Biri ünlü mimar Sedat Hakkı Eldem’inkinden olmak üzere iki projeyle bir yıl, diğeri Paris’te olmak üzere iki yıl kaybettim. Hocalarımız projeleri kolay geçirmezdi. Paris’e ise kendi isteğimle gittim, mimari bir büroda çalıştım. 1964’te Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisi’nden mezun oldum. Askerlikten hemen sonra 1966’da, İstanbul Belediyesi Yüksek Mimar ve Planlama Müdürlüğü’nde şehirci mimar olarak çalıştım. Bu da İstanbul’u gerçek sorunlarıyla birlikte çok iyi öğrenmemi sağladı. Belediye cephesinden bakarak bu sorunları kavradım. İki buçuk yıllık bu dönemin bana bir İstanbul yazarı olarak da büyük katkısı olduğunu söyleyebilirim.

Peki, sinema ile ilgili olarak size mimarlığın bir katkısı oldu mu?

Kesinlikle… Sinema için kullanılan ve çok sevdiğim bir tanımlamaya göre sinema, zamanı ve mekânı yeniden yaratma sanatıdır. Her şeyin içinde olup bittiği zaman ile mekân, bir filmin çeşitli açılardan temel öğeleridir. Mimarlık bana en azından mekânı çok iyi kavrama yeteneğini verdi. Yani ilk bakışta bir yönetmenin kamerayı doğru yere koyup koymadığını ve mekânı değerlendirmeyi bilip bilmediğini kavrayabilirim. Emin olun, bu kolay bir iş değildir.

İstanbul’un, tarihi mekânlarının beyaz perdeye yansıtılması noktasında yönetmenleri başarılı buluyor musunuz?

Yeşilçam’ın hep kullandığı mekânlar vardı. Hep aynı mekânlar.. O zamanlar hayli ıssız olan Boğaz tepelerinden biri, kimi Anadolu, kimi Avrupa Yakası’nda üç beş yalı- ki onlar da ya yapımcılara aitti, ya da sahibi sürekli filmlere kiralayarak para kazanıyordu. Zengin evi dedin mi üç beş ev, yoksul evi dedin mi ise Kocamustafapaşa, Cankurtaran, Fatih gibi semtler… Ama bu genel görünüm. Çünkü ben yeni çıkacak olan “Yüzyılın Yüz Türk Filmi” adlı kitabım için özellikle 60’lı yılların filmlerini izlerken değişik ve harika İstanbul kullanımlarına da rastladım. Örneğin Atıf Yılmaz’ın “Ah Güzel İstanbul” filmi. Zaten adından da belli. Sadri Alışık’ın başrolünde oynadığı Brechtvari bir film. Alışık, film boyunca bizim sinemamızda hiçbir şekilde görülmemiş biçimde kameraya konuşuyor. Ve film tam bir İstanbul güzellemesi. Böyle birçok film var. Halit Refik’in “Gurbet Kuşları”, Memduh Ün’ün “Üç Arkadaşı”ı, kimi Lütfi Akad, Osman Seden filmleri… Bunlarda da dış mekânlar çok iyi kullanılmış.

Peki, yabancı yönetmenler nasıl yansıttı İstanbulu?

Yeşilçam’dan sonra yabancı yönetmenler de İstanbul’u göstermeye başladı. Ve bazen İstanbul nasıl böyle kullanılır diye ağzımız açık kaldı. 1960 yıllarında “L’Année Dernière à Marienbad”in yönetmeni olan ünlü Fransız Alain Robbe -Grillet İstanbul’a gelerek “L’immortelle- Ölümsüz Kadın” adlı filmi çekti. Ve büyülü bir İstanbul karşımıza geldi. Elia Kazan “Amerika Amerika”yı çekti. Jules Dassin geldi “Topkapı” filmini çekti. Bunlar 1960’lardaki işler ve biz bir baktık ki bu şehir başka şekilde kullanılabiliyormuş. Bugün o noktalar aşıldı. Yabancı yönetmenler kadar yerli yönetmenler de İstanbul’u çok iyi kullanıyorlar. Örneğin, Nuri Bilge’nin “Uzak” filmi, karlı bir İstanbul’u dekor alan olağanüstü görselliği olan bir filmdir.


Atilla Dorsay gençlik yıllarında Eminönü’nde 

Dev Binalar Yerine Fatih, Samatya’da Büyümeyi Seçerim

“İnsanlar semtleri yaratır, semtler de insanları yaratır” diye bir ifade var kitabınızda. İstanbul’da yeni semtler yapılıyor. Burada sosyal donatı alanı, sinema, tiyatro gibi eksiklikler eleştiriliyor. AVM’den başka bir şeyi olmayan semtlerde yetişen insanlar şansız insanlar mıdır?

O semtlerden robotlaşmış, insanlığını bir ölçüde yitirmiş, İstanbul’un eski bir mahallesinde doğup büyümenin bir insana birey olarak katabileceği hiçbir şeyden nasibini almamış, kendi iç gelişimini tamamlayamamış ve bir yanlarıyla sakat kalmış insanlar çıkacak. Bunu söylediğime çok üzgünüm. Çünkü o semtlerde yaşayanlar, dünya kadar para verip dev gibi apartmanlardan daire alanlar sınıf atladıkları, daha modern bir semtte yaşadıkları ve konfora kavuştukları için mutludurlar. Ama ben Samatya’da, Ortaköy’de ya da Arnavutköy’de geçen bir insan hayatını tercih ederdim. Çünkü oralarda gerçek bir mahalle havası vardır. Oralarda birbirine karışmış Roma, Bizans, Osmanlı vardır ve inanın hala bir ölçüde var. Oralarda bir insanın çocukluktan gençliğe, gençlikten yetişkinliğe her türlü yaşam deneyimi vardır. O büyük apartmanlarda ne yaşanacak ki? Ne komşuluk, ne esnaf ilişkisi, ne arkadaşlık ne de dostluk var. Hiçbir şey yok.

Önemli Olan “Empati” Kurmak

“EMEK Yoksa Ben de Yokum!” adlı kitabınızda sinema salonlarına “Gençlik hayallerimizin sihir şatoları” diyorsunuz. Toplumsal belleğimizde manevi değerlerin olması ile ilgili sanırım. Emek gibi birçok mekânın yıkılma sebepleri arasında belli kesimlerin, yöneticilerin bu mekânlarla ortak hafızasının olmamasının da etkisi var mı?

Ben hiçbir zaman halkı karşıma almam, küçük görmem. “Göbeğini kaşıyan adam” edebiyatı hiç yapmadım, yapmam da… Ama yöneticileri söz konusu edersek, hepimiz onları suçlama eğilimindeyiz. Kitabımda kendi açımdan bir Recep Tayyip Erdoğan portresi çizmeye çalıştım. O kesimin eğitimleri nedeniyle bizim yaşadığımız kültürel gelişimi yaşamadıklarını, sinemaya, tiyatroya, konserlere gitmediklerini, aldıkları eğitim onlara mutlaka başka erdemler, başka disiplinler sunmuş olsa da sanat-kültür açısından biraz eksik kaldıklarını düşünüyorum. Konu eğer Emek Sineması ise, onlarla ayni titreşimlerde, aynı duyarlıklarda buluşamayacağımızı söyledim ve hala da böyle düşünüyorum. Sonuç olarak, bu kadar da zalim olmayalım. Onlar bizim yaşadığımız hissiyatı yaşamadı, bizim geçirdiğimiz aşamalardan geçmedi. Bu bir imkân sorunu. Hayat deneyimi, ait olunan sınıf ve çevre sorunu. Ama önemli olan, illa da bunları yaşamak değil. Önemli olan, başka hayat deneyimleri, başka fikirler ve hayat biçimleriyle “empati” kurmak. Önemli olan, ötekinin ne dediğini, o arzunun, o protestonun, o dışavurumun nereden geldiğini kavrayabilmek. Ben özellikle yöneticilerde, belediye başkanlarında ve bakanlarda bunu çok eksik görüyorum. Gezi’deki kitlelerle hiçbir empati kurulamadı. Örneğin bendeniz 70’ini aşmış bir yazar olarak gençlerle kol kola yürürken “Bu adam deli midir nedir, niye yürüyor, ne istiyor, Emek’ten ne beklentisi var?” gibi bir düşünceleri olmadı. Artık bu insanları, bu tavrı eleştiriyor hatta lanetliyorum. İstanbul’un başında bu zihniyet oldukça bu ebedi şehir kurtulamayacak, kendine gelemeyecek.

Yıkım Şimdi Daha Sistematik, Daha Planlı

Cumhuriyet gazetesinde 1985 yılında “Beyoğlu Beyoğlu” diye bir yazı dizisi hazırlıyorsunuz. İlhan Selçuk da bir önsöz yazıyor. Selçuk, önsözde Beyoğlu’nun gün geçtikçe karanlıklaştığını, bunun İstanbul için ayıp olduğunu yazarak yok olan Dram Tiyatrosu, Markiz Pastanesi gibi tarihi mekanlardan, gökdelen türü otellerle katledilen yeşil alanlardan bahsediyor. İnci Pastanesi, Emek, Gezi Parkı ve daha pek çoğunu düşününce, günümüzle çok benzer değil mi?

Evet, çok benzer. Şimdi benim “Beyoğlu Beyoğlu” adlı yazı dizimi tanıtmak için yazdığı o imzasız ve unutulmuş yazıda İlhan Selçuk’un büyüklüğü ortaya çıkıyor. Daha 1980’lerin başındayız. Ama 34 yıl önce olaylar, gelişmeler ve Beyoğlu’nda oynanan oyunlar hiç farklı değilmiş. Şimdi daha planlı, daha sistematik biçimde gidiyor, ama o yıllarda da aynı şeyleri yapıyorlarmış. İlhan Selçuk bunu görmüş ve kendine özgü üslubuyla yazmış. O yazıyı hatırlamak ve İlhan abiyi anmak, “EMEK Yoksa Ben de Yokum!” kitabım için bir onur vesilesidir diye düşünüyorum.

İktidar İçki İçmeyi Belalı Bir Lüks Haline Getirmeye Çalışıyor

Beyoğlu’ndaki kozmopolit yapının tehlikede olduğunu düşünüyor musunuz?

Osmanlı’nın bir muhafaza etme anlayışı vardı. O büyük Fetih olayından sonra eski Konstantinopolis’teki birçok şey olduğu gibi korundu. Ama muhafazakâr anlamda. İstanbul ve özellikle Beyoğlu muhafazakâr olmadı. Osmanlı’da var olmayan toplumsal yaşamımızın birçok mekânları, bar, pavyon, sinema, gece kulübü, restoran, cafe’ler vb. birçok mekân Beyoğlu’ndan hayatımıza girdi. Bugünkü iktidar Beyoğlu’nu bütün bunlardan sıyırmaya kalkıyor. Dışarıdaki masaları kaldırarak içki içmeyi son derece belalı bir lüks haline getirmeye çalışıyor. Meyhane kültürünü kaldırmaya çalışıyor -ki o Beyoğlu’nun ayrılmaz bir parçasıdır. Aynı biçimde sinemalar, tiyatrolar, aydın mekânları; Bayhan Pastanesi’nden Papirüs’e, Arif’in Çiçek Barı’ndan Kaktüs Bar’a kadar İstanbul’da kuşaklar boyu her neslin toplandığı mekânları korumayan, kapatılmasına kadar varan işler var. Rejans, Hacıbaba, Hacı Salih, Ağa Restoran, İnci Pastanesi hatta daha eski bir dönemde o efsanevi Abdullah Efendi lokantası korunmalı değil miydi? Bütün bunlara arka çıkılmamalı mıydı? En son, benim için kutsal bir mekân olan, yıllardır her Beyoğlu’na çıkışımda yemek yediğim Türk mutfağının son kalelerinden Hacıbaba Restoran kebapçı oldu.


Serkan Ayazoğlu ile Atilla Dorsay

Kitabınızda size mail atan, 25 yıldır Türkiye’de yaşayan bir Amerikalı var. Tarihi mekânların kapatılmasından bahsederek “Burada Amerika’ya taş çıkaracak kadar vahşi bir kazanç hırsı var. Bence o sistem her ülkeye uygun değil” diyor. Yöneticiler köklü tarihi olan İstanbul’a 300 yıllık tarihi olan ve çöl üzerine inşa edilen şehirler gibi mi bakıyor?

Amerikalı bile bunu görüyor. Kendi ülkesindeki sistemin burada uygulanamayacağını anlıyor ama bizimkiler görmüyor. Söyleyecek pek fazla bir şey yok. Eskiden ekonomi sanayiden, tarımdan, kısacası üretimden beslenirken, şimdi inşaattan ve ranttan beslenir hale geldi. Bu ekonomiye geçici bir sağlık getirdi ama yarın bu geriye tepecek. Bütün bu binalar hayalet yapılara dönüşecek, içinde kimseler oturmayacak. Biz de bunları yıkmak ve daha fonksiyonel, şehre daha çok yakışan şeyler yapmak zorunda kalacağız. Üç kuruşluk ekonomiyi döndüreceğim diye güzelim İstanbul’u kendi yandaşları arasında paylaştırmaya hakkın yok. Bunlar birer şehircilik cinayeti. Bunun için bu kadar nefes tüketiyorum. Yoksa benim işim sinema aslında. Mimarlığı çoktan bıraktım.

Emek sineması veya başka konularla ilgili olarak sadece yazmakla kalmıyorsunuz; bakanlarla, belediye başkanlarıyla iletişiminiz de var. Endişelerinizi iletiyorsunuz. Tüm bunlar nasıl karşılık buluyor?

Birkaç yıl önce, Randevu İstanbul Film Festivali’nde bana onur ödülü veriliyor. Koskoca, dolu bir salonda ben sahneye çıkıp ödülümü alıyorum, Emek Sineması’ndan bahsediyorum, alkışlar kopuyor. Ve bana ödülümü sunan dönemin AB Bakanı Egemen Bağış diyor ki: “Merak etmeyin, biz size Emek Sineması’nda da daha çok ödül veririz.” Ahmet Misbah Demircan, Ertuğrul Günay ya da Kadir Topbaş fark etmiyor. Hepsi Emek deyince neredeyse düğmelerini ilikliyor, bana binanın “aynen korunacağını” söylemekte birleşiyorlar. Ama işte sonuç ortada…

Bu sözlerin de üzerinde bir güç mü var?

En son, benim şimdi yazdığım T24 sitesinde Engin Ardıç ile bir atışmam oldu. Engin Ardıç benim Sabah’tan ayrılmamı eleştirirken “Dorsay ne bekliyordu ki, patronunun Başbakan’a telefon açıp ne olur Emek’i yıkmayın demesini mi bekliyordu?” diyor. Bu laf bile Engin Ardıç’ın Emek’in yıkımının arkasında bizzat Başbakan’ın olduğunu bildiğini gösteriyor. Belediye başkanına telefon eder, kültür bakanına telefon eder demiyor. O tabii o çevrenin şakşakçısı olduğu için iyi bilir!…Ne demişler, “Şecaat arz ederken merd-i Kıpti sirkatin söyler.” Bu şu demek: Çingene delikanlısı kahramanlığını anlatırken, hırsızlığını itiraf eder!..

Bir dönem Beyoğlu ile ilgili güzel şeyler de yazmıştınız. Kendi tabirinizle “coşkulu yazılar” yazdınız. Ne oldu? O coşkulu dönem bitti mi?

Evet. İstanbul’un daha ciddi biçimde ele alınacağı, korumacılığın artacağı ve kentlerimizin bilimle işbirliği içinde gelişeceği yönünde inançlar beslediğimiz dönemler oldu. Özellikle Ertuğrul Günay’ın döneminde bunu bekledik. Ama olmadı. Bugün birçok yönetici, Kadir Topbaş da dahil geniş kapsamlı ve artık dönüşü olmayan bir rant politikasına boyun eğmek zorunda kalıyor.

Beyoğlu’na Başkan Seçilen İnsan Sinan’ı Nasıl Bilmiyor?

Kitabınızda olduğu için sormak istiyorum. Misbah Demircan ile aranızda Kılıç Ali Paşa Camii ile ilgili bir diyalog da var. Anlatabilir misiniz?

Ahmet Misbah Demircan’ın ilk günleriydi. Ben de Sabah gazetesinde İstanbul’u dolaşarak, başkanlarla şehri gezerek şehircilik yazıyordum. Misbah Demircan, bazı gezilerine beni de çağırıyordu. Bir dizi Halkevi açıyorlardı. Tophane Halkevi’nin açılışına giderken “Bakın burada da muhteşem bir Sinan Camii var” dedim. Misbah döndü: “Aaa bu Sinan Camii mi?” dedi. Oysa koskoca Beyoğlu’nda sadece iki tane Sinan Camii vardır. Birisi Kılıç Ali Paşa, diğeri de Piyale Paşa Camii’dir. Sinan o kadar önemli bir isim ki, bunu Beyoğlu’na başkan seçilen bir insan nasıl bilmiyor? Böyle şey olur mu? Bunu hiç anlatmamıştım, ama olayların geldiği noktada anlatmak farz oldu.

“Emek Yoksa Ben de Yokum” biraz ağır değil mi? Yazarken Emek için umudunuz ne durumdaydı?

Sadece vurucu bir başlık aradım. O başlığı attığım zaman çok öfkeli günlerimden biriydi. İlgi çeksin diye o başlığı koydum. O başlık yüzünden gazetemden ve köşe yazarlığımdan ayrılacağım pek aklımdan geçmiyordu. Olabilir de dedim, ama Emek’in kurtulabileceğini son güne kadar umut ettim. Olmayınca da o başlığı okurlarıma, kamuoyuna bir söz saydım ve ayrıldım. O noktada sözümde durmak bana her şeyden önemli gözüktü.

AVM Emek diye bahsediyorsunuz yeni oluşacak olan “şeklinden”. “İçim kaldırmaz gitmeye” demişsiniz. Gidecek misiniz?

Zorlu Center için de gitmem dedim. Hala çok çirkin buluyorum. Bütün emsaller aşılmış, yerin altında sığınma alanı olan yerlere dükkânlar yapılmış, rezalet bir bina. Ama geçenlerde Cats müzikali geldi. Cats’i 30 yıl önce Londra’da görmüştüm. Burada da görmek istedim ve gittim. Kendimi bu sanat olaylarından mahrum etmek de istemiyorum. Ama galiba, bu Yeni Emek’te işlemeyecek. Oraya adımımı atmamaya kararlıyım. İnşallah sözümü tutabilirim.

İçinde fare olan binaları yıksalardı, Londra’da bir tane tiyatro kalmazdı

“Emek aydın olmanın mihenk taşlarından birisi oldu” demişsiniz. Peki, sizce aydınlardan gerekli desteği gördü mü?

Hem gördü hem görmedi. Mesela Hıncal Uluç’tan görmedi. Kimsenin hakkında konuşmak, kötü bir şey söylemek istemem ama Hıncal Uluç, hala ünlü olsa da bugün saygınlığını büyük ölçüde kaybetmiş bir yazar. Emek’e de pek gitmemiş olabilir. Festivallere gitmez, galalara davet edilmez. Ama mutlaka bizlerle empati kurup, Emek’i koruyanların yanında olması gerekirdi. Tuttu “Bodrumunda fareler dolaşıyor. Bir gün bir tanesi benim önümden geçti” gibi kuyruklu bir yalan attı. O kadar Emek’e gittim, bir tane fare görmedim. İçinde fare olan binaları yıksalardı, Londra’da bir tane tiyatro kalmazdı. Ertuğrul Günay da aynı söylemi kullandı. Hay fareler ısırsın sizi! Ne biçim bir bakıştır bu?

Haliç Metro Köprüsü Beni Çok Rahatsız Eden Bir Köprü Değil

Rehberlik döneminiz de var. İnsanlara İstanbul’u gezdiriyordunuz. İstanbul’da çok değişiklik oldu. Turist gezdirirken bazı çirkin yapıları şimdilerde saklar mıydınız?

Göstermemek mümkün değil. O zamanlarda da saklamaz, “Bakın burada da böyle çirkin bina yaptılar” derdik. Mesela İstanbul Belediye binasını yıllarca benimseyemedim. Çünkü ‘sur içi’ denen eski kentte yükseklik üç katla sınırlıdır ve bu yıllardır uygulanmıştır. Birdenbire eski İstanbul’un yüreğine o 6-7 katlı belediye sarayını diktiler. Ben de çalıştım orada üstelik! Şimdi bakıyorum da, orası diğerlerinin yanında masum kalıyor. En azından gökdelen değil ve bir mimarisi de var. Çirkinliğin de dereceleri var. Haliç Metro Köprüsü beni çok rahatsız eden bir köprü değil. Sadece Unkapanı’ndan gelirken direkleri Süleymaniye’nin siluetini zedeler gibi oluyor, ama köprüye girdiğiniz anda onlar ortadan kalkıyor. Malum, o yedi tepenin en yüksek yerinde öyle bir oturmuş ki kimse onu zedeleyemez. Ama öte yandan öylesine çirkinlikler, tarihi silueti zedeleyen öyle yersiz gökdelenler var ki… Bir aralar Recep Tayyip Erdoğan bile isyan etmişti. Anlayın artık!

Seçimlerde İstanbul’un Yönetimi El Değiştirecek

AKM hakkında ne düşünüyorsunuz?

Çok banal bir politik eleştiri yapacak olsam, Atatürk adını sevmedikleri için Atatürk Kültür Merkezi’ni de gözden çıkardılar derim. İnsanın aklına da gelmiyor değil. Hiçbir zaman koşulsuz bir Kemalist de olmadım, ama Atatürk adını bu toplumun ortak belleğinden ve gündelik yaşamından çıkarmaya çalışıyorlar. Benim görüşüm, Atatürk’ü hiç hata yapmamış bir yarı-tanrı, bir ikon haline getirmek yanlıştır. Ama onu Türk tarihinden de çıkaramazsınız. İşin gerçeği, Başbakan’ın orada da kendi damgasını taşıyacak bir bina yapma isteğinden kaynaklanıyor. Bunun olmayacağını da galiba anladı. Benim görüşüme göre, seçimlerde en azından İstanbul’un yönetimi kesin olarak el değiştirecek. O yüzden de yapamayacak. Kadir Topbaş da hem tepkileri önlemek, hem de hala daha var olduğunu hissettiğim mimari sezgisini kullanarak, Taksim Planı’nda AKM’yi korumuş görünüyor. Mimar gözüyle söylüyorum, sokaktan geçen adam olarak değil. AKM güzel bir bina. Modern mimariyi simgeleyen, hatta aranırsa Osmanlı mimarisinin klasik bazı çizgileriyle de benzerlik taşıyan son derece hoş, fonksiyonel bir bina. Korunmasında büyük fayda var.

Etiketler

Bir yanıt yazın