KHK ile Eylül 2016'da Kocaeli Üniversitesi'ndeki işinden atılan mimar/akademisyen Gül Köksal ile "taşra kenti"nde mimarlık eğitiminin ve meslek pratiğinin zorluklarını konuştuk.
Gül Köksal: 2006 Ağustos ayında, o zaman Kocaeli Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’ne bağlı olan Mimarlık Bölümü’nün Restorasyon Anabilim Dalı kadrosuna girmemle birlikte Kocaeli ile ilişkim başladı. Bir hafta içinde Mimarlık Bölümü, İç Mimarlık Bölümü ile birleşti ve Mimarlık ve Tasarım Fakültesi kuruldu. Bu fakültede 2016 Eylül’üne kadar öğretim üyesi olarak çalıştım. Fakülte, kurulduğu dönemde çok az sayıda akademisyenden oluşuyordu. Her yeni kurulan ortamda olduğu gibi bir dolu eksiklikler vardı; mekanın iyileştirilmesinden, kadronun geliştirilmesine kadar. İlk zamanlarda neredeyse bir sınıf öğretmeni gibi birçok derse girme durumu vardı. “Taşra okulları”nda böyle şeyler olabiliyor, ama Kocaeli’nin bir avantajı olan İstanbul’a yakınlığı ve İstanbul’dan öğretim üyesinin gidip gelebilme olanağının olması kadroyu arttırmaya yönelik bir imkan sağladı, zaman içerisinde akademisyen sayısı da arttı. Ben de okulda bulunduğum 10 yıl boyunca İstanbul’da yaşayıp Kocaeli’ne gidip geldim: Haftada 4-5 gün, günün de en az 4 saatini yolda geçirerek.
Bu tür yeni kurulmuş, köklü bir geleneği ve kadrosu oluşmamış okulların en önemli özelliklerinden birisi sadece uzmanlık alanınızla ilgili derse girmek dışında diğer derslere/atölyelere de katkı verme imkan ve zorunluluğu. Her güç koşulun, zorluğun dönüştürülmeye açık bir fırsat olduğuna inanıyorum. Köklü ve kadrosu fazla olan okullardaki değişmesi güç statükolara karşı, yeni oluşan kurumların sizin müdahalenize açık bir zemini var, tabi bir dolu imkansızlık olsa da, ona rağmen ve onunla birlikte… Benim için de çok büyük bir avantajı oldu bu durumun. Kocaeli’de proje atölyelerine girmek ve yürütmeyle başlayan süreç, zaman içinde bitirme projelerini yürütmek gibi bir sorumluluğa da dönüştü ve kendimi çok geliştirme ihtiyacı duydum ve hep yenilendim. Yine Kocaeli Üniversitesi’nin bana olan başka bir katkısı da şu oldu: Üniversitede çok farklı fakülteler vardı, aynı yerleşkede değildik ama büyük kentlere oranla görece yakın bir kampüsteydi fakültelerin çoğu. Eğitim-Sen (Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası) üzerinden tanıştığım ve bilimsel/akademik ortamı eleştirel bir biçimde ve evrensel ilkelerle dönüştürmeye çalışan diğer disiplinlerden arkadaşlarla bir araya gelebilme imkanım oldu. Sosyoloji, felsefe, iktisadi idari bilimler, çalışma ekonomisi, sağlık, arkeoloji gibi sosyal ve temel bilim alanlarıyla yakın temaslar kurabildim, o alandaki arkadaşlarımla da ortak çalışmalar yapabildim ve kendi ufkumu da genişlettim. Mimarlık disiplinini, salt fen bilimlerine sıkıştıran kategoriye karşılık, tüm bilim dalları arasındaki o suni sınırları fark etmem ve aşmaya/muğlaklaştırma yönelik çabalarım bu vesileyle gelişti. Örneğin 2008’de sosyolog bir meslektaşımla Kocaeli, Gölcük’ün Saraylı-Örcün köylerinde düzenlediğimiz ve mimarlık-sosyoloji alanlarından öğrencilerin katıldığı ulusal yaz okulu bunların erken örneklerinden birisidir. Bu birlikteliklerimiz daha da gelişerek devam ediyor halen.
Ben gayet bilinçli olarak bir vakıf/özel okul yerine devlet üniversitesinde çalışmayı çok istedim. Daha önce İTÜ, Bahçeşehir Üni., Berlin Teknik Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi gibi kurumlarda farklı görevlerle temasım olduğu için karşılaştırma yapma imkanım vardı. Varlığımın anlamlı olabileceği, bir şeylere yaradığım ve etki edebildiğim bir ortamda bulunmak gibi bir arzum vardı. İstanbul’la beni besleyen bağı koparmadan Kocaeli’de çalışmak, KOÜ’de fakültenin yeni kurulduğu dönemde bulunmak ve her şeyi baştan oluşturuyor olmak düşünceme çok uygun bir ortam sağladı. Ama tabi bir yandan da çok zorlandım. Özellikle de dünyaya, mesleğe dair dertleri, bir duruşu olan genç bir kadın mimar/bilim insanı olarak kurumda, kentte bir söz oluşturabilmek hiç kolay olmadı.
Bir yandan da küçük bir yerde olmanın getirdiği bir sürü imkan vardı ve onları değerlendirdim. 2007-2010 yıllarında Kocaeli Koruma Bölge Kurulu’nun kurucu üyelerinden biri oldum YÖK üyesi olarak, 3 sene Kocaeli, Sakarya, Yalova, Düzce’de kurul üyeliği görevi yaptım. Normal koşullarda büyük kentlerde bana böyle bir görev düşmeyebilirdi. Bu sürede, bir deprem bölgesi olarak Gölcük çok dikkatimi çeken bir yerdi. Bölümden bir arkadaşımla birlikte 3 yıllık bir araştırma projesi yaptık. Gölcük Belediyesi, Gölcük Kent Konseyi ve KOÜ işbirliği olan Gölcük 2023 Vizyon Projesi kapsamında Gölcük Mimari Miras isimli bir kitap yayınladık. Bu çalışma, hızla yok olmakta olan mimari değerleri aynı zamanda da bir deprem yerleşiminde nasıl bir yapılaşma olduğunu ortaya koyan bir envanter oldu, bu envanter koruma ve mimarlık atölyelerinde gayet işe yaradı, üzerine TÜBİTAK bursu ile University of California, Berkeley’de post-doc yaptım. Bir Kervansaray kalıntısı vardı yine Gölcük sınırları içinde, onun projesini ve uygulamasını yapma imkanım oldu yine okuldan bir arkadaşımla birlikte. 16. yy.’a ait bir kervansaray kalıntısı, çok harap durumdaydı, kalanı koruduk ve içine bir ek yapı yaptık. Yapının kente doğrudan katkısı olduğunu defalarca gözlemledim, halen çok keyifle ve etkin bir biçimde kullanılıyor. Yapı, Yapı-Uygulama dalında Ulusal Mimarlık Ödülü aldı. Sonra Marmara Belediyeler Birliği Ödülü, Tarihi Kentler Birliği Ödülü gibi ödüller de aldı, Kocaeli Üniversitesi de rektörlük eliyle sanat ödülü verdi. Onun dışında yine üniversitenin görevlendirmesiyle SEKA Fabrikası’nın dönüşümü projesinde Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’ne 1 seneye yakın danışmanlık yaptım. Kent üzerine makaleler, yazılar derken, bilimsel, akademik, kendi uzmanlık alanımda katkı verebileceğim türlü çalışmalar içerisinde yer aldım.
Kazıklı Kervansarayı Restorasyonu
Sadece kente değil, kuruma da katkılar önemli. Okulda her yıl öğrenci kontenjanları artıyor, mekanların niteliğinden akustiğine, ortak kullanım alanlarına dek yetersiz çok şey var, ama idarelerde bunları iyileştirmeye yönelik bütçe yok. Bu tür alanları iyileştirmek için sadece bütçe de gerekmiyor tabii, öncelikle buna ilişkin katılımcı, açık bir niyet de lazım. Maalesef çoğu kişi bulduğuyla yetiniyor, olsa olsa şikayet ediyor. Halbuki bizim mesleğimiz bu değil, mekanı, yaşamı dönüştüren, iyileştiren bir meslekten söz ediyoruz. Tabii insan sorguluyor bu noktada, kendi bulunduğu ortamı bile dönüştürmeyi/iyileştirmeyi içtenlikle mesele etmeyen bizler neden bu kadar mimar yetiştiriyoruz, neye/nasıl hizmet edecek bu mimarlık öğrencileri, kendilerine neyi/kimi/nasıl örnek alacaklar?
Bizim okulda kurduğumuz Başka Bir Atölye’de bunları tartışıyorduk, okulda olmasak da hala devam ediyoruz tartışmaya/üretmeye. Atölyede sadece mimarlık, iç mimarlıktan değil, diğer disiplinlerden de katılımcılar var. Halen İstanbul, Kadıköy’deki mekanımız Sofa’da bir araya geliyoruz ve atölyemiz tamamen gönüllülük esasıyla sürüyor, herhangi bir not/maddi kazanım vb. kaygısı olmadan. Disiplinlerarası sınırların ortadan kalktığı bir ortam kurmaya çalışıyoruz. Mimarlık dediğimiz mekan kuran bir mesleğin, hem kuram ve praksisle, hem de praksisten gelen deneyimini soyutlayarak kuramsallaştırdığı bir ortamı yaratması önemli. Dolayısıyla bugün birçok yönüyle olumsuz gözüken koşullar, bir şekilde sorguladığım şeyi daha derinlikli yapabileceğim bir ortamla buluşturdu beni.
Başka Bir Atölye ekibinin Gölcük Saraylı Köyü’nde köy halkıyla birlikte tasarladığı oyun alanı projesi
Kocaeli, Roma İmparatorluğu’nun başkentliğini yapmış, üzerine Selçuklu, Osmanlı, Cumhuriyet ve günümüz olmak üzere pek çok katmanın yerleştiği bir kent. Dolayısıyla neresi kazılsa altından katman katman bir şeyler çıkıyor. Böylesi araştırılmamış yerlerde araştırma ve envanter çalışmalarının yapılması öncelikli bir iş. Üniversitedeyken ben de, meslektaşlarım da çeşitli araştırmalar, yayınlar yaptık bunlarla ilgili, daha da yapılacak çok şey var. Bir yandan da İstanbul gibi bir kenti örnek aldığı için kentte hızlı bir dönüşüm süreci var. Ama öte yandan da Roma döneminden beri sürekli depremler geçirmiş, o yüzden de sürekli yıkılmış ve yeniden kurulmuş bir yer Kocaeli. Depreme ilişkin de maalesef bugün de etkin bir önlem alınmamış ve kent uzunca bir süre İstanbul’un arka bahçesi gibi konumlanmış. Aynı zamanda Marmara Bölgesi’nde sanayinin merkezi, SEKA fabrikasıyla birlikte kentin sanayileşmesi başlıyor. Ama bir yandan da ciddi bir doğal dokusu ile, Karadeniz’e, Marmara’ya da kıyısı olan, ticaret yollarının üzerinde, potansiyelleri de çok yüksek bir kent. Dolayısıyla bu kültürel değerlerin mimarlığın lisans ve yüksek lisans programlarında tartışılması, anlaşılması ve yeni değerlerin üretilmesi meselesi son derece önemli. Ama tabi bu hususta yere dair fiilen uygulamalar da yapılacaksa, üniversitenin bu konuda bir önderliği olacaksa, kurumun yerel yönetimlerle, Koruma Kurulu’yla ilişkileri de çok önemli. Diğer yandan karar verici kurumlar, yere özgü çalışmalarda akademi ile işbirliği yapıyorlarsa, bu işbirliğinin temelinde evrensel ilkelere dayalı, eleştirel ortak aklın öncelikli olduğu, geliştirici tavır bulunuyorsa, kültürel değerlerin sadece ekonomiye katkı değil; o topraklarda onu var eden insanlara ve kuşaklara katkısı olması üzerinden hareket ediliyorsa iyi şeyler çıkabiliyor.
Ancak 2010’dan sonra gerek hükümetteki büyük dönüşüm süreçleri ve onun yerel yönetime/üniversiteye yansıyan etkileri, bu süreçte yerel yönetimin üniversite yönetimiyle kurduğu organik ilişkiler vb. nedenlerle arada eleştirel bir mesafenin kalmaması, meslek odalarının bazı dönemlerdeki yönetimlerinin çabalarını ayrı tutarsak, hayli zayıflayan tutumu, hatta bugün aynı organik ilişkilerle kurumları kendi kişisel ofisleri gibi görme anlayışları neticesinde koşulların daha olumsuza gittiğini söyleyebilirim. Bugün kent ile ilgili eskiye oranla daha fazla çalışma yapılıyor, daha fazla yayın var belki ama yere ne kadar dönüştürücü bir etkide bulunuyor bunlar, her şeyden önce kamu hizmetine dair böyle bir dert var mı, kişiler/kurumlar bunu göze alabiliyorlar mı şüpheli. Mesela bizim Gölcük mimari mirasla ilgili çalışmamız bunun gibi nedenlerle amacına ulaşamadı.
Gölcük 2023 Vizyon projesinin bence en önemli kısmı üniversite-kent konseyi-belediyenin iş birliği içinde Gölcük’ün bugünü ve geleceğine dair ortak aklı üretebilecek bir girişim olmasıydı. Bu iş birliği sadece yöneticiler/yürütücüler düzeyinde bir işbirliğiyse, ki süreçte öyle olduğu göründü, o zaman pek anlamlı olmayabiliyor. Ancak üniversite dediğimiz yapıyı, öğrencileri, çalışanları, akademisyenleriyle bir bütün, belediye dediğimiz yapıyı imardan altyapıya kadar bir bütün, kent konseyini de kentle ilgili çalışma yapan sivil toplum örgütlerinin bir arada olduğu bir yapı olarak düşünürsek, aslında bunların işbirliği de hakikaten tüm kent ölçeğinde her şeye somut ve soyut biçimde karşılık gelecek bir iş gibi görünüyor. Ama bu ilişkilenmenin sağlıklı olması için açık ve şeffaf olmak lazım. Bizim içinde yer aldığımız projede; Gölcük’teki mimari değerlerin ortaya konması ve bunların sürdürülebilirliği, bunlardan neler öğreneceğimiz, bu bilgilerin çağdaş mimarlıkta nasıl kullanılabileceği, geleneksel yöntemlerin bugün okullarda, sınıflarda verilen mimarlık ortamında nasıl pratik karşılığı olabileceği, yerde mevcut olan bu bilgiyi kavrayıp, yorumlayıp, tartışıp geliştirerek yere nasıl geri aktarabileceğimiz gibi tartışmalar hedefti. Bu hedefler, ürettiğimiz bilgiler, sadece belediye için bir proje değil; yerel yönetimden çalışanların atölyelere katıldığı, atölyelerin gidip yerinde yerlisi ile birlikte yapıldığı, aynı zamanda sivil toplumla bir araya gelindiği işler üretildiği takdirde, yani ürettiğimiz eleştirel bilgi toplumsallaştığı, ortak akla dönüştüğü takdirde çok faydalı olabilecek bir kaynak. Biz bu niyetle girişmiştik bu çalışmalara.
SEKA projesinin danışmanlığını yaparken de, alanda arkeo-jeofizik çalışmadan koruma amaçlı imar planı değerlendirmesine, alanın teknik niteliklerinin çözümlenmesinden, sosyal değerlerinin anlaşılıp, yaşatıldığı bir ortam kurmak amacıyla yapılacak halk toplantılarına kadar çok boyutlu bir çalışma örgütlerken, araya paranın+politikanın girdiği noktada ipler koptu. İşte o zaman iş, açık, şeffaf, evrensel, eleştirel, bilimsel ilkelere dayalı olmaktan çıktı.
SEKA 2005 yılında tüm çalışanlarıyla birlikte belediyeye devredildi, yani aslında kapatılmadı. Bu da çok büyük bir potansiyeldi; yüzlerce emekçisi ile kentin batı girişinde devasa bir alan ve Kocaeli gibi bir deprem kentinde kamusal büyük bir toplanma alanı da olabilecek açık bir ortam, üniversitenin bazı programlarını içine alarak daha aktif kullanılacak bir yer… Aslında benim de içinde -dönemin rektörlük görevlendirmesi ile- danışman olarak yer aldığım süreçte, koruma amaçlı imar planı revizyon aşamalarında, hatta 1/100.000 plan kararlarında, ulaşım projelerinde bu şekilde yola başlanmıştı. Ama bu bütüncül yaklaşım, kurumların politik karar alma süreçlerindeki arızaları/zafiyetleri nedeniyle gerçekleşemedi. Bugün 1. ve 2. fabrikalar bilim merkezi ve kağıt müzesi olarak işlevlendirilmiş durumda. Program olarak da iyi tercihler bunlar aslında. Ama çok parçacıl, dahası aktarımları taraflı. Alanın epeyce büyük bir kısmı film platosu olarak kullanılıyor. Böyle bir alanın bütüncül olarak kente kazandırıldığı, kentlinin 7/24, 4 mevsim, öğrencisi, halkı hep beraber kullandığı, su ile ilişkinin iyileştirildiği, yeni kullanıma açılan raylı sistemin buraya kadar eriştiği –ki alanın içinde tren hattı ve dekovil hattı altyapısı zaten var-, daha iyi çözümlenmesi mümkün bir sürü mesele varken, dediğim gibi politik nedenlerle, dar bakışlarla, eleştirel olmayan bir akılla, kapalı sistem çıkar ilişkileri ile, önceliğin kamu yararından ziyade, bazı kişilerin/kurumların para kazanması hedeflendiği için sonuç böyle oldu.
Bir ara mimarlık fakültesinin SEKA’ya taşınacağı gibi söylemler vardı, doğru düzgün yönetilemeyen süreçler nedeniyle girişilemedi bile; biz iki dönem bitirme projesi konusu olarak vermekle kaldık sadece. Alanın büyük bir kısmı şu an kullanılmıyor, yapılar harap halde, yani bir kısmı aşırı steril, pırıl pırıl, bir kısmı harabe. Çok da önemli isimler çalıştı bu projelerde ama onların dedikleri de yerine getirilmedi. Tipik bir şey var Türkiye’de: Projeyi üreten de olsanız, danışmanlık da yapsanız dediklerinizin yapılması gibi bir bağlayıcılık yok kurumlarda. Peki, neden hizmet alımı yapıyorlar derseniz; işlerine gelirse çalışmayı kullanmak, işlerine gelmezse de, “biz profesörlerden, doçentlerden, bilmem şu –köklü- kurumlardan rapor aldık” demek, işlerini meşrulaştırmak. Bunu fark ettiğimden beri kimseye danışmanlık yapmamayı tercih ediyorum. Bir bilim insanı/akademisyen/araştırmacı/meslek insanı olarak sözlerinizin, birikimlerinizin kamu yararına dönüşmediği bir ortamda durmanın etik olarak da yanlış olduğunu düşünüyorum.
Kocaeli bir kıyı kenti ama D-100 başta olmak üzere kıyıya paralel yollarla bölünmesiyle kıyıyla ilişkisi çok zayıflamış. Karayolu kademe kademe büyümeden önce suyla çok iyi bir ilişkisi var kentin. Zaten ticari faaliyet de su üzerinden yürüyor. Bu okulda da çok tartışılan bir meseleydi. Onun dışında ulaşımın kendisi önemli bir sorun tabi. Organik bir dokusu var kentin, 300’e yakın tescilli binanın olduğu bir kentsel/arkeolojik sit alanı var, ciddi bir arkeolojik birikim var. Ancak eski esere yaklaşım hayli sorunu, bir kere İstanbul’dan da öğrenilen yıkıp/yapma; rekonstrüksüyon sorunu var. Hem Körfez’e, hem Karadeniz’e giden o büyük ulaşım yükü içerisinde doğal alanların varlığını sürdürebilmesiyle ilgili sorunlar var. Daha üst ölçekten, İstanbul’un çok ciddi olumsuz etkileri var kente; ulaşım bağlantılarının, organize sanayi gibi birtakım büyük programların Kocaeli’nde Kandıra gibi tarım alanlarına olan etkisi gibi sorunlar var. Deprem çok önemli bir mesele. Dönüşüm meselesi önemli bir konu haline gelmeye başladı. Yeşil alanların muhafazasıyla ilgili politik meseleleri de bağlayan Körfez’in kullanımı yine önemli bir konu.
Bir de mevcut yapılı çevre içinde nitelikli mimarlık örnekleri yapmak gibi konular var. Üst ölçekten, yapı-malzeme ölçeğine kadar Kocaeli çok önemli potansiyelleri olan bir yer. Sulak alan var mesela, plan kararında merkezi iş alanı olarak geçiyor, ciddi bir sorunsal. Bir “taşra ölçeği/ilişkilerine sahip” görece küçük bir merkezi olmasından kaynaklı ilişkiler burada kamu yararına olacak olsa çok iyi olur ama örnek aldığı ilişkiler toplum yararına olmayıp her kademede açıkça hissedilen iktidarcıkların hakimiyetine takıldığı için nitelikli yapıl(a)mıyor. Aslında çözülmeyecek şeyler değil bu saydıklarım. Bazı kırılmalar, dönüşümler lazım. Kent içerisinde demokratik kitle örgütleri, hala direngen, eleştirel yaklaşıma cesaret edebilen bazı meslek örgütleri, KODA (Kocaeli Dayanışma Akademisi) gibi kurumlar var, çalışıyorlar, bir şekliyle direniyorlar, kent-öğrenciler-kamu yararına üretmeye çalışıyorlar. Mimarlık öğrencileri için de kentte ucundan tutulacak çok ciddi meseleler var. Ama tabi bu sadece öğrencilere bırakılacak bir şey değil. Okullardaki akademisyenlerin, idarecilerin cesaretli, akılcı, tutarlı, eleştiriye açık olması gerekiyor ki öğrenciler de bu ortamdan beslenip, örnek alıp, bir şeylerin ucundan tutabilsinler.
Bildiğiniz üzere 11 Ocak’ta yayınlanan “Bu suça ortak olmayacağız” isimli bildiriyi imzalamıştım, sadece vicdani olarak değil mekan, mimarlık, koruma alanında çalışan bir meslek insanı olarak da kadim kültürlerin inşa etmiş olduğu yerde somut ve somut olmayan değerlerin yerle yeksan olmasına karşı çıkan yönleri olan bir bildiriydi. İmza attım ve Kocaeli gibi bir kentte bu pek kabul edilir bir şey olmadı. Önce üniversite rektörlüğü bu imzayı atan biz 19 kişiyi okulun WEB sayfasından “terörist” olarak ilan etti. Soruşturmalar başladı, ev baskını, gözaltı süreçleri vs. 2016’nın kış ve yaz sürecini böyle geçirdik. En son 15 Temmuz Darbe Girişimi’nden sonra da tüm ülkede hassasiyetler daha da artıp rektör ve senatonun (tüm dekanların) bizim isimlerimizi YÖK’e yollaması doğrultusunda 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde yayınlanan KHK ile diğer meslektaşlarımla birlikte kamu görevinden ihraç edildim.
Bu süreç KOÜ Mimarlık Fakültesi’nde diğer fakültelerden de farklı bir biçimde işledi açıkçası. Bu haberi 31 Ağustos’u 1 Eylül’e bağlayan gece almıştık ve okulla ilişiğimizi kesmek için KHK’da 1 hafta süre tanınmıştı. Ancak Mimarlık Fakültesi Dekanlığı bu bir haftalık süreyi bile beklemedi. 5 Eylül’de Kocaeli’ne döndüm, o sabah dekanlıktan bir telefon geldi; oda anahtarımın değiştirildiği, eşyalarımı alıp bir an önce ilişiğimi kesmem gerektiği, bu arada odama da güvenlik görevlisi eşliğinde girebileceğim doğrultusunda bilgi iletildi. Bu görüşme bana çok ağır geldi. 10 yıldır neredeyse her sabah 6:30 otobüsüyle Kocaeli’ne onca yol aşarak gidip akşamın geç saatlerine dek emek harcayıp, Kocaeli’ne de bir sürü hizmet vermiş, bir sürü öğrenci yetiştirmiş bir kişinin, “yasal” süre bile beklenmeksizin, apar topar, ansızın böyle “kapı önüne” konulması, idarecilerin ortalıkta görülmekten çekinmeleri, yakın arkadaşlarım dışında kimsenin ortalıkta olmaması, “emir” uygularken bile insani bir hareket yapamama basiretsizliği vs. Neyse ki şanslıyım da, mimarlığın konumlandığı ve o gün güvenlik tarafından –aldıkları emirle- 45 dakika boyunca içeri alınmadığım(ız) Anıtpark Yerleşkesi’nin kapısında, hukukçu dostlarım, Eğitim-Sen’li meslektaşlarım, yanımda olmaya cesaret eden arkadaşlarım, öğrencilerim ile bekledim. Hayatım boyunca hiç unutamayacağım bir gündür o.
Özetle bu şekilde 5 Eylül itibariyle üniversiteden atılmış oldum. KOÜ’nün WEB sayfasına adıma bakarsanız, kendi isteğim ile ayrılmışım gibi kayıt düşülmüş. Yine şanslıyım ki, meslektaşlarımla birlikte Kocaeli Dayanışma Akademisi’ni (KODA) kurduk, 28 Eylül’de açılışını yaptık. Kocaeli’de, ülkede olduğu gibi, baskının arttığı, insanların bırakın düşündüğünü söylemeyi, düşünmekten bile çekindiği bir zaman başladı artık. Ancak çok rahat söyleyebilirim ki, bu kadar baskı ortamında kendimi çok özgür hissettiğim, her şeyi çok daha rahatlıkla tartıştığım ve gerçekten ilgilenen, merak eden, araştırmayı düşünen kişilerin katıldığı, öğreten-öğrenci ilişkisinin ortadan kalktığı, birbirimizden beslendiğimiz çok disiplinli bir ortamı kurabildik. KODA süreci ve sonra ülkenin çok yerinde diğer dayanışma akademilerinin kurulması ile birlikte üniversite dediğimiz kurumun bütün çürümüşlüğünü oturup tartıştığımız, daha özgür, özerk ortamları nasıl oluşturabileceğimiz, kamu-kent-öğrenciler yararına nasıl ortak çalışmalar yapabileceğimizi konuştuğumuz kurucu hareketler içinde bulunma şansı verdi bana bu süreç. Başka Bir Atölye de sürüyor. Okullarımıza bu birikimlerimizle geri döneceğiz, oraları da dönüştürmek için, elbet bir gün, o zamana kadar da dayanışmayla…
3 yorum
çok güzel hikayeler…çok teşekkür …kenan
Beğenmenize sevindim Kenan Bey, ben teşekkür ederim yorumunuz için.
Bir Lina Bo Bardi hayranı olarak bu yazıyı yeni okumuş olmam üzse de bir 8 Mart tarihine denk gelmesi içimde daha fazla umut yeşertti. Çok güzel bir yazı olmuş. Ellerinize sağlık