“Kendi İşimizi Yapmasaydık Her Şey Bu Kadar Dinamik Olmayacaktı”

"Buralarda Yenisiniz Galiba?" söyleşi serimizin sıradaki konukları Slash Architects'in kurucuları İpek Baycan ve Şule Ertürk Gaucher oldu.

Genç mimarlık ofislerinin sektördeki deneyimlerini ve sıkıntılarını konuştuğumuz söyleşilerin sıradaki durağı Slash Architects oldu. İpek Baycan Glaister ve Şule Ertürk Gaucher tarafından 2014’te kurulan ofis, kısa zamanda hızlı ve emin adımlarla yol alan bir ofis. İki dostun farklı zamanlarda farklı işler için bir araya gelişleri sonucunda kendiliğinden oluşan ofis ortamı, ikilinin kendine özgü çeşitli mimarlık deneyimlerinin harmanlanmasında kendini buluyor. Sevdikleri mimarlık pratiğini gerçekleştirebilmek adına şimdiye kadar oldukça dirayetli duran İpek ve Şule, bu kararlılıklarının ve titiz çalışmanın karşılığını pek çok projelerinin uygulanmasıyla almış gibi görünüyor. Şimdi dilerseniz Slash Architects’in hikayesini kurucularından dinleyelim.

Bahar Bayhan: Biraz sizleri tanıyarak başlayalım mı?

İpek Baycan Glaister: Biz aslında Şule’yle bir süredir tanışıyorduk ama birlikte ofis kuralım diye bir düşüncemiz ilk etapta yoktu. İTÜ’den mezun olduktan sonra yüksek lisansıma yine İTÜ’de devam ettim. Yüksek lisansta bir yandan tez yazarken bir yandan da deneyim edinmek adına freelance olarak Avcı Architects, Arkizon gibi ofislerle çeşitli projelerde biraz joker eleman gibi çalıştım ve projelerin farklı aşamalarında da yer aldım. Devamında daha stabil deneyim kazanabileceğim biraz daha büyük ölçekli projelerde yer almak adına EAA’ya girdim. EAA benim için bir okul gibiydi, farklı ölçeklerde projelerde bir süre deneyim edindikten sonra tekrar freelance işlere döndüm diyebilirim. Proje ortaklıklarım ve kendi aldığım işler oldu bu süreçte, biraz biraz piyasanın farkına varıp iş öğrenmek adına verimli bir süreçti. Zamanımı kendim organize ettiğim için freelance çalışmak güzeldi, o süreçte Gebze Yüksek Teknoloji’de ders vermeye de gidebiliyordum ama bir yandan da kendimi tam olarak bir yere ait hissetmiyordum ve yaptığım projeler çok fazla üst üste binmiyor gibi geliyordu. Böyle garip bir ara formatı var o şekilde çalışmanın tabi çok sürdürülebilir bir durum değil… Şule’nin hikayesine geçelim şimdi sonra buluşacak bu hikayeler çünkü.

Şule Ertürk Gaucher: Ben de lisans eğitimimi Yıldız Teknik Üniversitesi’nde aldım. Öğrenciyken çalışmaya başladım ve bir süre daha çok iç mimarlık yapan mimari ofislerde bulundum, ardından Fransızcamın olması dolayısıyla kuzey Afrika ülkelerinde mimari ölçeklerde projeler yapan bir ofiste bir süre deneyim edindim. Sonra bilgisayar ortamında mimarlık bölümde yüksek lisansa başladım. Aslında hiç ilgim veya bilgim yoktu başlarken. Sonra kendimi çok kaptırdım. Bilgisayar destekli tasarım, ileri modelleme konularına yoğunlaştım. Yüksek lisansımın ikinci senesinde Paris Ecole Spéciale d’Architecture’a gittim. Orada harika bir deneyim edindim, biraz hayatıma yön veren bir deneyim oldu diyebilirim. Peter Cook, Peter Zellner gibi sevdiğimiz mimarlarla çalışma fırsatı yakaladım. Orada yüksek lisans konumu geliştirebileceğimi düşündüm ve kentsel tasarım üzerine eğitim aldım, bir sonraki dönem de okuduğum bölümlerle ilgili orada asistan olarak ders vermeye başladım. Aynı zamanda Jean Nouvel’de 3D / Tasarım departmanında çalışmaya başladım. Bütün hayatımı bir kenara bıraktığım ve sadece kendimi mimari açıdan geliştirmeye adadığım bir dönemdi. O sırada hem okulda ders veriyor, hem Jean Nouvel’de çalışıyor hem de bilgisayar destekli tasarım üzerine çeşitli ofislerle workshoplar düzenliyordum. Sonrasında benim bir şekilde vizeyle alakalı sıkıntılarım oldu ve Türkiye’ye gelip vizemi almaya çalışırken İpek’le yeniden iletişime geçtik. Sonra bir küçük yarışma yapalım dedik ve TAK yarışmasını yaptık. Hakikatten küçük ölçekli bir yarışmaydı ama çok keyifli bir şekilde ilerledi. İpek’le beraber ilk profesyonel deneyimimizdi daha doğrusu. Sonra ben tekrar Fransa’ya gittim ama İpek’le sürekli yazışmaya ve yaptığımız işleri birbirimizle paylaşmaya devam ettik. Benim iş kurmakla ilgili hiç hevesim yoktu, Türkiye’ye geri dönmeyi de o zaman hiç düşünmüyordum. Vizeyle alakalı sıkıntılarım devam etti ve yeniden Türkiye’ye geldim ve bu süreçte başka bir proje daha yaptık İpek’le birlikte. Sonrasında vizemi alıp geri döndüm Fransa’ya. Döndüğümde hemen Portzamparc’da yeni işime başlayacaktım ama öyle olmadı, aklımda sadece yeniden İstanbul’da olmak ve İpek’le birlikte yapmak istediğim yeni projeler vardı ve eşyalarımı bile toplamayı beklemeden 2 hafta sonra kesin dönüş yapmıştım Türkiye’ye.

“Genç ofislerin uygulanabilir işleri hızlıca ortaya çıkamayabiliyor”

Artık ofis açalım mı dediniz?

İpek: Biraz organik oldu diyebiliriz. Tüm bu hikayenin devamında yine bir şans elde ettik ve Arkizon ile birlikte yaptığımız Borusan Tazlar Tarım Butik Peynir Fabrikası projesi gündeme geldi. O esnada Şule gidecek mi kalacak mı, nasıl olacak, onu konuşurken bu fırsatı da kesinlikle değerlendirmemiz lazım dedik. Proje; mimari yaklaşımımızı gerçekleyebileceğimiz, uygulanacak bir projeydi. Genç ofislerin uygulanabilir işleri hızlıca ortaya çıkamayabiliyor, dolayısıyla bu büyük bir şanstı ve artık ofis açmanın belki de zamanıdır dedik.

Şule: Aslında başlarken de tam olarak ofis açacağız düşüncesiyle girişmedik işe. Şunu fark ettik ki, bizim bir yerlerde buluşmamız ve çalışmamız gerekiyor. Hiçbir şeyden emin değildik ama o zamanlar ne yapmak istesek, bir şekilde yolunda gitti. Bir yer mi tutsak dedik, o gün arkadaşımla buluştum, “bakın böyle bir yerim var Karaköy’de” dedi, e tamam o zaman dedik hemen yerimizi tuttuk. Bir web sitemiz mi olsa acaba derken İpek’in bir arkadaşı, “sizin web sitenizi ben yaparım” dedi o gün. Her şey beklemediğimiz bir hızda gerçekleşiyor ve ofis altyapımızı kurmamıza vesile oluyordu. Sanırım bu cahil cesareti oldukça yardımcı oldu, enine boyuna düşünecek olsak çekineceğimiz şeyler olurdu, böyle olunca hiç çekinmeden ilerledik.

Ofis açmamak için hiçbir engel kalmadı yani.

İpek: Önümüzü sürekli açanlar oldu, onu söyleyebiliriz. O etap hızlı gelişince biz kendimizi bir anda ofis açmış bulduk açıkçası. Aynı aralıkta bir iç mimarlık işimiz oldu, o da uygulamaya yönelik ilerledi.

Şule: Vize için gidip gelirken bu arada İstanbul’da bir arkadaşıma diş hekimliği polikliniği işi yaptım. Sonra onun bir arkadaşı başka bir poliklinik işiyle geldi. İç mimarlık projelerini yaparken şantiyelerini de yapmaya, anahtar teslim çalışmaya başladık daha doğrusu. Üniversiteden arkadaşım olan Ömer Aksakal ile uygulamaya yönelik projeleri anahtar teslim yapıyoruz bu da genç bir ofis olarak uygulama yapma imkanı sağlıyor bize, bu da ofis kurgumuzu oturturken bize ciddi bir cesaret kaynağı oldu.

İpek: Ofis açma sürecinde bir yandan mimari işlere adapte olmaya çalışırken bir yandan da iç mimarlık projelendirme ve uygulama gibi bir kanalımız oldu. Biraz da tabi iş işi doğurduğu için ve iç mimarlık işleri birbirini tetiklediği için çok sayıda klinik projelendirdik. Faruk Göksu ile çalışarak kentsel tasarım kanalını ayakta tutmaya çalıştık. Mersin’de girişimci müteahhitlerle tanıştık ve birlikte çalışma imkanımız oldu, bu da mimari ölçekte işlerimizin uygulanmasına önayak oldu.

Bir yandan daha ara ölçeklerde işler de var tabi. Mesela çok yeni bir haber, Kahramanmaraş’ta bir parkta yer alacak bir sergi pavyonu projemiz onaylandı, bu süreç bizi şaşırttı ve sevindirdi. Bir görüşme şansımız olmuştu Kahramanmaraş Belediyesi’yle, o esnada yaptığımız küçük ölçekli yapılara ayrıca ilgi gösterip, “burası için de bir şey düşünür müsünüz?” diye bize geri dönüş yaptılar.

Şule: Bu proje, geometri, matematik, malzeme, form ve cad-cam teknolojileri denemeleri için çok iyi bir ölçek, o yüzden bize bonus gibi geliyor. Mimarlığın hobi şeklinde değerlendirebileceğimiz bir alanı olacak mesela. O anlamda bizi heyecanlandırıyor.

“İkimizin farklı kanallardan kendini geliştirmiş olmasının verdiği melezlikle yoğrulan tasarımlar yaptığımızı keşfediyoruz”

Ofisinizin mimarlığa bakış açısınız nasıl tanımlarsınız? Proje üretim sürecinde kriterleriniz veya prensipleriniz neler oluyor?

İpek: Biz aslında şimdiye kadar ölçek ne olursa olsun konuyu aynı hassasiyetle ele alıyor ve biraz da stereotiplerden ayrışarak özgün tipolojileri denemek üzerine bir yaklaşımda buluyoruz kendimizi, yani bunu aslında biraz da yaparken görüyoruz diyebiliriz. İkimizin farklı kanallardan kendini geliştirmiş olmasının verdiği o melezlikle yoğrulan tasarımlar yaptığımızı keşfediyor başka bir deyişle bir mimari tarzımızın oturduğunu yavaş yavaş algılıyoruz. Önümüze bir proje geldiğinde her zaman mekandaki hissiyatla çok ilgilendiğimizi fark ettik, mesela bizim için arsaya gitmeden proje yapmak gibi bir yaklaşım söz konusu olmadı hiçbir zaman.

Şule: Ben bu konuda biraz sosyalist bir bakış açısına sahibim, bana göre ürün sürekli farklı disiplinlerle yoğrulmalı ve gelişmeli, eleştirilmeli ve mimar bütün bu verileri ve olguları birleştiren kişi olmalı diye düşünüyorum. Mimarlığa bakış açımızı ofisi açarken birbirimize çok sorduk İpek’le, ama bunu birazcık zaman içerisinde, projeler ürettikçe ve işlerimiz ortaya çıktıkça anlayacağımızı fark ettik. Neyi iyi başarıyoruz, nasıl yaklaşıyoruz, neyi seviyor ya da sevmiyoruz gibi soruların cevaplarının gerçekleştikçe ortaya çıktığına inanıyoruz.

Yaptığımız projelerin üretilebilir olması bizim için önemli bir kriter. İlk defa bir malzemeyi veya sistemi denediğimiz zaman bile ilk yaptığımız araştırma bunu üretebilecek firmaları bulmak, önerdiğimiz şeyin somut karşılığını sorgulamak oluyor. Kendimizi sürekli yenilemeye çalışıyoruz bir de. Bazen iş sonrası keyifli zamanlarda İpek’le birlikte projelerimize dönüp bakıyor, yeniden değerlendiriyor ve yorumluyoruz.

İpek: Yeni bir projeye başladığımızda işveren mimari karar beklentilerinin dışında işletimsel, maddi ve hatta kişisel pek çok parametreyi birlikte getiriyor önünüze. Projeleri ele alırken, işverenin beklentilerini ve briefini aldıktan sonra bir süre kendimizi serbest düşünmeye bırakıyor ve o anlamda kendimizi sınırlandırmamaya bakıyoruz. Projenin omurgası ve ana fikri ancak böyle ortaya çıkabiliyor bence. Bu noktada projenin bağlamı ile yer aldığı arsa ve o tipolojinin getirileri ile ilgileniyoruz. Ancak bunun sonucunda bahsi geçen projenin arketipine ulaştığımızı düşünüyorum.

Şule: Bizim için kolektif bir tasarım ortamı çok değerli. Tasarım sürecinde birbirimize verdiğimiz geri beslemeler çok önem kazanıyor ve alternatifler üretip kıran kırana bir tartışma sürecine giriyoruz, bazen kaldırıp hepsini çöpe attığımız da olabiliyor. Örneğin son dönemde 5 tane klinik projesi ürettik ve dönüp baktığımızda hepsi birbirinden bambaşka ana yaklaşım kararlarına sahip. Program ve ölçek ne olursa olsun tasarımı ele alış biçimimiz hep aynı diyebiliriz, mekanın kullanıcısı ve bağlamı bizi farklı şekillerde besliyor, ilham veriyor ve projeler bu şekilde hep çeşitleniyor.

İpek: Tabi biz projeye kendi dokunuşumuzu kattıktan sonra işvereni ikna süreci başlıyor. Bu noktada sebep sonuç ilişkileri ile diyagramlarla ve denenen onlarca alternatif sonrasında geldiğimiz son noktayı ve tüm süreci aktarıyoruz işverene. Bu noktada mimarın ne yaptığını –misyonunu- pek çok işverenin ilk kez anladığını düşünüyorum. Yine de kendimizi şu konuda şanslı sayıyoruz ki, hep bizi anlayan işverenlere denk geldik diyebiliriz. Yani özellikle projelerin konsept aşamalarında sunumumuzu sebep sonuç ilişkileri ile yaptıktan sonra tüm projelerimizin konseptlerini olduğu gibi kabul ettirdik diyebilirim. Borusan Tazlar Tarım Peynir Fabrikasının ilk diyagramı ile ortaya çıkan proje nerdeyse aynı, bu anlamda proje diyagramın hayat bulmuş hali gibi. Bu tabii ki bir anlamda da işverenin başarısı.


Borusan Tazlar Tarım Peynir Fabrikası

Bu aralar ne üzerinde çalışıyorsunuz peki, aktif olduğunuz projeler hangileri?

İpek: Bu ara aktif olarak Antep’te şantiyesi süren bir klinik projemiz var. Onun dışında Mersin’de bir konut projesi ve şantiyesi süren Mersin’de bir ofis projesi var. Yine Mersin’de daha büyük ölçekli bir karma kullanımlı kompleks projemiz var, şu an konsept aşamasındayız.

Şule: Moda’da bir tane 250 m2lik bir iç mimarlık işimiz ve Bodrum’da başka bir ev projemiz daha var. Maraş’ta bir sergi pavyonu ve yine Silifke’de bir Av/Çiftlik Evi projemiz var. Aslında bu ara ofisimizin en yoğun olduğu, en aktif olduğu dönem diyebiliriz. Yani yaklaşık 6-7 tane projemiz aktif olarak devam ediyor şu anda.

“Denemek istediğimiz mimarlık pratiğini ortaya dökebileceğimiz bir yarışma konusunu kesinlikle değerlendirmek istiyoruz.”

Peki yarışma projelerini nereye koyuyorsunuz? Yarışmalar sizin için nasıl bir süreç?

İpek: Biz hep takip ediyoruz yarışmaları ve aslında genç ofis olarak daha fazla katılmak istiyoruz açıkçası. Ama bir yandan da işler ve ofisin bu tüzel kişiliğinin talepleri varken buna istediğimiz kadar zaman ayıramadığımızı söyleyebiliriz. Bizim için önemli olan konusunu sevdiğimiz yarışmalara katılmak. Mesela Çanakkale Yarışması öyleydi, biraz daha başka bir bağlamı vardı, farklı bir kurgu düşünülebilecek bir konseptteydi. Orada iki hafta boyunca kafayı kırıp zaman ayırabilmiştik o projeye.

Şule: Yarışmaları sürekli gündeme getiriyoruz fakat şu anda yarışmaya zaman ayırmak çok zor olduğu için, gerçekten bizi fethedecek yarışmayı bulup ona katılmayı tercih ediyoruz. O an her şeyi bırakıyoruz, bütün işleri bir süreliğine durduruyoruz. Çünkü tam anlamıyla kafayı kırıp tam yarışma moduna girmeyince de sonuç istediğimiz gibi çıkmıyor. O yüzden ofisin kapıları, her şeye kapanıyor. Sosyal hayat, uyku, dinlenme vs. gibi konulara biraz ara verip yarışmaya girip, bitirip çıkıyoruz. Biz yarışmada şunu hedefliyoruz; o an bizim yapmak veya denemek istediğimiz mimarlık pratiğini ortaya dökebileceğimiz bir yarışma konusu olduğu zaman, “evet bunu kesinlikle denemeliyiz” diyoruz. Mesela Çanakkale Yarışmasını yaparken ana bir fikir çıktı ortaya ama nasıl gerçekleyeceğimizi araştırdığımız onlarca alternatif vardı, 27 tane kütle denenmişti kısa süre içerisinde o fikrin beden bulması için. Bu anlamda bizi tatmin etti diyebilirim.


Çanakkale Savaşı Araştırma Merkezi Mimari Proje Yarışması’nda 2. mansiyon ödülünü kazanan projeleri

Kendi aranızda bir iş bölümünüz var mı? Çalışma disiplininiz nasıl?

Şule: Var galiba. Daha doğrusu şöyle, iş bölümünü hiç organize etmedik, tamamıyla kendiliğinden ortaya çıktı. Öyle bir şey ki, İpek 7-8 yıllık belli bir tecrübe sahibi ve bazı konularda deneyim edinmişti. Ben de tam olarak onun çalışmadığı alanlarda deneyimler edinmişim bu zaman boyunca. Yani ikimizin becerileri buluşunca bir proje sürecinde gerekli olan her şey ortaya çıkmış oldu.

Projelerin tasarım aşamalarında genelde el ele verip sadece o projeye odaklanıyoruz, bazen bir yerlere kaçıp bakış açımızı değiştirmeye daha serbest düşünmeye çalışıyoruz. Tatil gibi geliyor o kreatif süreç ve projenin ana kurgu ve yaklaşımını oturttuktan sonra kendiliğinden ortaya çıkan iş bölümü başlıyor.

İpek: Mesela konsept aşamalarını birlikte geliştiriyoruz, plan oturumu vs. gibi şeyleri ben düşünürken, geri beslemeli bir şekilde Şule fikrin 3. boyuttaki karşılığını arıyor. Devamındaki aşamalarda Şule modelin ilerletilmesi, görselleştirme, sunum gibi kanallarla ilgilenirken ben onun planimetrisini, kurgusunu toparlıyorum. Dolayısıyla bizim kendi içimizdeki bu sistem aslında ofisi nasıl ilerleteceğimizi, daha ileri aşamalarda kimin kiminle koordine olacağına, birlikte çalıştığımız takım arkadaşlarını sisteme nasıl entegre edeceğimize dair çok ciddi bir alt yapı oluşturdu. Yaşadığımız bir yıllık deneyim bizi o anlamda zaten yavaş yavaş ayrıştırmaya başladı, yani o alanlarımız tanımlandı.

“Ofisin olduğunda saf mimarlığa ayırdığın zaman gittikçe azalıyor.”

Peki, kendi ofisinizi açmanızın avantajları neler sizce?

Şule: En büyük avantajlarından biri yine bence dinamizm. Özellikle şehir dışında çok fazla iş yapmış olunca sürekli dinamik olma durumundasınız ve bu bizi çok besliyor şu anda. Dolayısıyla yaptığımız işlerin bize hobi gibi gelmesinin sebeplerinden biri de işte bu kısımların güzelliği ve fazlalığı diyebilirim. Çok üretken oluyorsunuz, üretken olmak için çok fazla gezmeniz lazım, sürekli ayık olmanız lazım. Kendi işimizi yapmasaydık her şey bu kadar dinamik olmayacaktı. Benim için en büyük avantajı bu. Tabii kendi işimiz olduğu için kesinlikle daha rahat değil hiçbir şey, yani standardın üstüne çok daha fazla yük bindi omuzlarımıza ama keyifle yapınca bir şekilde oluyor. Mesela benim “ya acaba hiç açmasa mıydık?” dediğim bir nokta olmadı. Hatta yaşamımdaki en büyük tutku oldu diye düşünüyorum.

İpek: İlk başta “ofis açalım ve şöyle olsun” gibi bir süreçten geçmeyip biraz koşullarla beraber yoğurularak bu noktaya geldiğimizi düşünüyorum. Hep kendi işimizi yapmak aklımızın köşesinde vardı, yani tasarladığım şeyin uygulanışını görmek veya bu işin içinde olmak hep aklımda vardı ama ofis kimliği ve onun o tüzel kişiliğinin yükümlülüğünün çok fazla farkında olduğumuzu düşünmüyorum ilk etapta. Bizim aslında hani en pozitif gördüğümüz şey gerçekten daha önce bahsettiğimiz gibi, projeleri kendimiz yapıyoruz, kendimiz sunuyoruz, devamını da kendimiz götürüyoruz ve bütün o süreci aslında kendimiz yoğuruyoruz. Bu bence çok büyük bir avantaj ve bu süreçte hiçbir yerde edinemeyeceğimiz bir deneyim edindiğimizi söyleyebilirim.

Şule: Bayağı hayat tecrübesi, her şeyi çok hızlı öğreniyorsun, öğrenmek zorundasın. Çünkü bütün problemleri sen ele alıyorsun, mücadele ediyorsun ama bazen “acaba ofis açmadan önce sadece mimarlık ve tasarım yaptığımız günlerde her şey çok daha kolay mıydı?” diye düşünmüyor değilim ama sonra böylesi daha zor olsa da çok daha tatmin edici geliyor. Ofisin olduğunda mimarlık pratiğinin dışında mücadele ettiğin ve düşünmek zorunda kaldığın çok daha fazla parametre ortaya çıkıyor. O anlamda saf mimarlığa veya tasarıma ayırdığın zaman gittikçe azalıyor. Mimari tasarım işin yüzde yirmisi olarak en keyifli kısmıysa yüzde seksenlik kısmını göğüslüyor oluyorsun, o da işin dezavantajı tabii ki.

Nedir mesela o yüzde seksenlik kısım?

İpek: Müşteri ilişkileri kanalını sürekli elde tutmak büyük bir yüzdeyi kapsıyor mesela. Bir taraftan yeni bir ofis olarak yarışma yapmak istememizin sebeplerinden bir tanesi de bu oluyor. Yarışmada bir konu var kentsel, bağlamsal, programa dair parametreler ön planda oluyor ve kararları alırken biraz daha serbest olabiliyorsunuz.

Şule: Müşteri ilişkilerini doğru yürütebilmek ve memnuniyeti hep sağlamaya çalışmak, değişen isteklere cevap verebilmek, iş seyahatleri sonra bütün bu işin yönetim kısımları, sonra maddi kısımları, ofisin nasıl emin adımlarla büyümesi gerektiğini düşünmek, ofise bir şekilde yatırım yapmak, yatırımlarınızı doğru değerlendirmek, ekip arkadaşlarımız kimler olacak, nasıl olacaklar, onlarla olan iletişim, onların memnuniyeti, doğru iş dağılımını yapmak, programları hazırlamak falan derken…

Aslında bir işletme yönü de var işin.

Şule: Tabi, çok ciddi anlamda bu var, sürekli her şey planlı gitsin diye çok uğraşıyoruz. Dolayısıyla bunları organize etme kısmı zaten ciddi zaman alıyor. Herkesin her işi yapabileceğine zaten hiç inanmıyorum dolayısıyla kim bu işi en doğru yapar diye düşünüyoruz. Bir futbol oyunu gibi strateji belirlemek diyebiliriz aslında. Maddi karşılıkları getirileri ve götürüleri her zaman tartmak zorundasın.

İş alma sürecini nasıl ilerletiyorsunuz, nasıl ilişkiler kuruyorsunuz?

İpek: Sanırım biz bu kanalları öncesinde beslemiş olduğumuz için birbirini tetikleyen bir süreç ortaya çıktı. Daha önceden iş birliği yapmış olduğumuz ofislerden gelen işler, proje ortaklıkları, yeni yaptığımız işlerin bir sonrakine referans olması önemli oldu.

Şimdiye kadar sanıyorum uygulanmış işler veya uygulanma aşamasında olan işler bir diğerine vesile oldu. Hep referansla geldi diyebiliriz. Tabi bazen bambaşka şeyler isteyen ya da kendi taleplerini çok net bir şekilde dayatmak isteyen müşteriler de oluyor ama bu tip işlere girmemeye özen gösteriyoruz. Genelde kafa yapımızın uyacağı müşterilerle çalışmayı ve dolayısıyla bizim de mimarlığımızı icra edebilme durumunu oldukça önemsiyoruz.

“Mimarın ne yaptığını bilen işverenlerle çok fazla karşılaşmıyoruz”

Genelde genç mimarlık ofislerinin çok müşteri seçme şansı olmuyor çünkü bir şekilde ofisi döndürme gereği duyuyorlar. Ama siz herhalde biraz şanslı tarafta yer alıyorsunuz.

Şule: Biraz şans var ama her şey de tesadüf değil, İpek de ben de gözü kara insanlarız aslında, dolayısıyla maddi anlamda bize çok getirisi olacak bir proje de olsa herhangi bir şey içimize sinmiyorsa yapmıyoruz. Ama onu reddedince yerine telafi edecek başka bir şey gelebiliyor bir anda, o projenin alacağı zamanı daha verimli değerlendirmiş oluyoruz.

İpek: Projelendirirken aslında her müşteriye sanki tamamen yarışma projesiymişçesine diyagramlarla ve neyi neden yaptığımızı anlatır şekilde sunum yapmayı prensip edindik. Birkaç alternatifle çalışıp, hepsinin olurunu olmazını anlatıp daha sonra mimarlığın en büyük sorumluluğu olan şeyi o anlamda gerçekleştirmeye çalışıyoruz diyebilirim. Tabii ki onların düşündüğü parametreleri biz zaten önceden bir süzgeçten geçirmiş oluyoruz ve sunacağımız şeylerin karşılığında ne gibi tepkiler alacağımızı ve bunun böyle sebep-sonuç ilişkileriyle birlikte analizini yapıp gidiyoruz yanlarına.

Şule: Evet o çok önemli. Yani aslında her projeyi bir yarışma gibi ele alıyoruz. Bunları sunarken de “bunu yaptık, nasıl, güzel mi, oldu mu?” diye değil; her zaman sebep sonuç ilişkileri içinde sunumumuzu yapıyoruz ve herkes çok şaşırıyor. Sunumuzu yaparken de diğer alternatiflerin veya farklı versiyonların niçin olmayacağını anlattığımız toplantıdan bir iki gün sonra bizi arayıp ikna olmuş oluyorlar. O yüzden bu zamana kadar projenin ana konsepti veya projenin kendisi -uygulama sürecindeki değişiklikler ayrı bir mevzu ama- hiç değişmedi.

“Türkiye’de mimarlığınızı bir şekilde gerçekleştirebilmek için her taraftan çekiştiriliyorsunuz. O noktada kararlılığı korumak gerekiyor”

Türkiye’deki genç mimarların en büyük sorunu olarak neyi tariflersiniz? Ya da mimarlık sektörünün sıkıntıları hakkında neler söylersiniz?

İpek: Aslında mimarın ne yaptığını bilen kişilerle çok fazla karşılaşmadığımızı söyleyebilirim. Onu anlatmak mesela çok ciddi bir süre alıyor bizim açımızdan. Aldığımız eğitimler kapsamında hiç bu denli mimarın ne yaptığını bilmeyen gruplarla karşılaşacağımızı veya öyle platformlara gireceğimizi çok düşünmemiş olabiliriz. Yapı üretimi gibi değil aslında sizin orada önerdiğiniz şey, bir strateji veya bir çözüme ulaşmak, onu anlatmak zor olabiliyor.

Şule: En büyük sıkıntılarından biri, tasarımların basitçe ve hızlıca yapılabilir olduğunu düşünmesi. Projelerin neden bu kadar zaman aldığını ve proje bedelinin gerekliliğini anlamakta zorluk çektiklerini düşünüyorum. Mesela tasarım-proje-öneri bunlar ilk etapta soyut şeyler olduğu için, direkt bir karşılığını almadıkları zaman çok bilemiyorlar onun değerini. Oysaki sizin sunduğunuz şey bir iki haftalık veya aylık ürün değil, bundan önceki tecrübeniz aslında. Herkesin çok acelesi var, herkes projeleri çok çabuk olsun bitsin istiyor. Bence genç mimarların da düştüğü en büyük hatalardan biri bütün bunlara itaat etmek oluyor. Çok düşük bütçelere çok hızlı bir şekilde hemen bir şeyler sunuyorlar. Zamanı dolmadan sunulan bir ürün hiçbir zaman yeterince rafine olamıyor ve olgunlaşamıyor sonuçta.

İpek: O, işin kalitesini baya düşüren, aynı zamanda piyasaya ket vuran bir şeye dönüşüyor bir noktadan sonra.

Şule: Aynen öyle. Emeğin karşılığını almadan bence iş yapmamak gerekiyor. İleri vadede işi almak için olsa dahi bunu yapmıyoruz. Türkiye’deki piyasadaki ciddi bir sıkıntı bence bu durum.

İpek: Türkiye’de mimarlığınızı bir şekilde gerçekleştirebilmek için baya ciddi süzgeçlerden geçiyor ve sürekli her taraftan çekiştiriliyorsunuz. O noktada kararlılığı korumak veya işte o eleştirel bakışı kendi içinde barındırıp yöntemler geliştirmek, stratejiler geliştirmek gerekiyor diyebiliriz. Mimarlığı yapabilmek adına aslında oluşan durum biraz bu. Şantiye süreçleri ve projeye uygunluk içinde işlerin gerçekleşmesini sağlamaya çalışmak tam bir savaş oluyor. Örneğin Borusan Tazlar Tarım Peynir Fabrikası’nın şantiye süreci bizi çok zorladı. Yapının oranları, seçilen malzemeler, bir araya geliş biçimleri yani bizim aldığımız her mimari kararı yansıtacak öğeler ortaya istediğimiz gibi çıktı ama uygulamacı firmanın sahada aldığı bazı detay kararları ve uygulamanın kalitesi hüsran ile sonuçlandı diyebilirim. Yani baktığınızda mimari kararlar okunuyor ama yazık edilmiş de diyorsunuz. Tabi bir de şu var, siz uygulama çizimlerini bitirdikten sonra işiniz asla bitmiyor. Projeyle o derece hem hal olduktan sonra şantiye sürecini de takip etmeden yapamıyorsunuz. İşverenler de mesleki kontrolörlük talep edebiliyor, el ele tutuşarak şantiyeyi ilerlettiğiniz olabiliyor.

Gelecekle ilgili planlarınız var mı?

İpek: Biraz daha ekiplerin kendi içindeki organizasyonunun daha rahat olabileceği ve aynı zamanda bütün beyin fırtınası süreçlerini de çok aktif sürdürebileceğimiz bir mekan istiyoruz. Mesela bir maket atölyesi olan, yani bir maket deneyimi gerçekleştirebildiğimiz bir alan. Biraz daha kolektif ortamı beslemek ve bir arada bulunma durumunu aslında en verimli şekilde değerlendirmek istiyoruz gelecekte.

Şule: Aynı zamanda güncel teknolojik gelişmeleri yakından takip edip, 3D printing veya yeni teknolojilerle üretim biçimleri ile uğraşmak istiyoruz. Şu an olmasa bile çok yakında bilgisayar destekli tasarım departmanı ve yeni çıkan her şeyi takip edebileceğimiz ve pratiğini deneyebileceğimiz bir araştırma birimi kurmak istiyoruz bünyemizde. Aynı zamanda bunu workshoplarla desteklemek ve bu bilgi aktarımını sağlayabileceğimiz bir platformu yaratmak istiyoruz kendi ofisimizde. Günümüz mimarlığında en heyecan verici şeylerden biri de her gün değişen malzeme potansiyelleri ve yapı sistemleri. Bizim ilgilendiğimiz şey ise bütün bunları takip edip tasarımlarımızı nasıl güncel tutabileceğimiz.

Etiketler

Bir yanıt yazın