“Kendiliğindenlik” Mimarlık Pratiği İçin Neler Vaad Ediyor?

Doğa-mimarlık etkileşimini kendiliğindenlik kavramı üzerinden inceleyen Özlem Bahadır ile, ana akım mimarlıkta doğanın pek de ele alınmayan bir yönünü, kendiliğindenliğini ve mimarlık bilgisi için taşıdığı imkanları konuştuk.

Bahadır, yapmış olduğu oksimoronla mimarlıkta doğayla benzeşen mimarlık pratiği arayışlarına yeni bir kanaldan katılıyor.

Yaptıgı oksimoronla gündemdeki çelişki ve imkanları görünür kılmayı amacladıgını soyleyen Bahadır’a göre, yaşamın gitgide daha geniş sahalarının verimlilik ve kontrolün genelleştirici mantığına indirgendiği günümüzde, kendiliğindenlik kavramı mimarlık pratiği için bir hafif*lik ve özgürlük talebi.

Derya Gürsel: Doğa-mimarlık ilişkilerini kendiliğindenlik kavramı üzerinden inceliyorsunuz. Neden kendiliğindenlik?

Özlem Bahadır: Tasarlanmış kendiliğindenlik, yapaydoğa… Yapılabilecek oksimoronlar arttırılabilir tabii. Ama konu hep aynı : “doğa gibi tasarlamak”.

Doğa, tasarım dünyasının geçmişte olduğu gibi bugün de en temel modeli. Günümüz mimarlık pratiği incelendiğinde, ana akım mimarlık pratiğinin doğa yaklaşımında indirgemeci ve araçsal tutumların ağırlık kazandığı ortada.

Verimlilik, hesaplanabilirlik, öngörülebilirlik ve kontrol ana akım mimarlık pratiğinin doğa yaklaşımını belirleyen temel dinamikler.
Peki doğanın kontrol dışı nitelikleri.. Öngörülemezliği, tasarlanamazlığı, kendiliğindenliği..

“Kendiliğindenlik” ana akım mimarlık pratiğinde ve söylemlerde karşımıza nadiren çıkıyor, oysa ki kavram dış etkiler yerine iç dinamiklere gönderme yapan niteliğiyle mimarlık pratiği ve eleştirisi için önemli imkanlar içeriyor.

Belki önce “kendiliğindenlik” kavramından başlamak lazım.

Kavramın sözlük anlamı, dıştan bir belirleme ile değil, kendi kendine gerçekleşen etkinlik. Geçmişten bugüne, aklın genelleştirici mantığına, rasyonalist kategorilere, statik olana ve sınırlara karşı çıkış söylemlerinin ve kendini özgürce ifade edişin temel argümanı olarak karşımıza çıkıyor. Tabii salt mimaride değil, edebiyatta, müzikte vs. karşılıklarına dayanarak kurabiliyoruz bu cümleyi. Caz, kavramın müzikteki karşılığına iyi bir örnek. Sonrasında yazı dünyasında Beat Edebiyatı’nda karşılığını buluyor. Akımın etkili isimlerinden Kerouc’un yazıya kattığı jazz vurgusu, düzyazıya getirdiği ‘kendiliğindenlik’ kavramın edebiyattaki karşılığını iyi özetliyor.

Kendiliğindenlik toplumsal estetik anlayışa da etki ediyor tabii. Özellikle Alman romantizminde, kendini gösteren estetik yaklaşıma göre, doğal güzellik, rastlantısal ve beklenmedik bir uyumun meyvesi olarak tarifleniyor.

Kısaca kavram, doğanın, yaşamın kontrol edilemezliğine gönderme yapıyor. Bir yerde, yabani denilebilecek niteliğine. Kontrol burada temel kavram.

Kendiliğindenlik ve kontrol birbirine zıt kavramlar. Kavramları mimarlık üzerindeki etkilerine göre nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yapılı çevre üretiminde, dönem dönem kendiliğinden nitelikleriyle doğa’nın, dönem dönemse kontrol edebilirliğiyle aklın etkisinin ağırlık kazanmış olduğunu görüyoruz. Bu değişim, kentsel ve mimari çevre oluşum kalıplarında da belirleyici oluyor tabii.

Bugüne gelecek olursak, doğal ögelere yaklaşımda çağın temel dinamiklerinin -verimlilik, hesaplanabilirlik, öngörülebilirlik ve kontrol- ön planda olduğunu görüyoruz: Verimlilik, günümüzde ana akım mimarlıkta doğal ögelere yaklaşımın temel belirleyeni.


Kuş izleme istasyonu, Almanya

Doğal ögelerin insana ve çevresine fayda sağlayacak şekilde çeşitli teknikler aracılığıyla kontrol edilmesi, yönlendirilmesi yeni bir durum değil tabii. Ancak bugün, bilim ve teknolojide artan imkanlara da bağlı olarak, modernitede beden ve kendiliğinden süreçlere, verimlilik ve benzeri gerekçelerle her zamankinden daha fazla müdahele ediliyor olduğunun da altını çizmek lazım.


Avatar, Meeting the unknown, R&Sie(n), Venedik Bienali, 2010

Doğal öğelere bu derece müdahele edilen bir ortamda, yapılı çevrede kendiliğindenlik ne kadar mümkün olabilir ki?

Bu sorunun yanıtını bulmaya çalışan bazı deneysel çalışmalar var. Jean Nouvel’in müze binası, R&Sie’nin Paris’teki deneysel konut projesi, kentte doğanın yabaniliginin, kendiligindenliginin ön plana çıkarıldığı projelerden bazıları. Nouvel’in Paris’teki Quai Branly müze binası, yabani dogaya ait dinamikleri kente tasıyor olmasıyla “zamanın ruhuna” ve temel dinamiklerine elestiri niteligi taşıyor.


Quai Branly Müzesi, Paris

Primitif doğa’nın yapılı çevrede kabul edilebilirliğinin sınırlarını araştıran çalışmalardan biri de R&Sie(n)’nin “Lost in Paris” projesi. R&Sie(n), Paris’te dış cephesinde 1200 eğrelti otunun yetiştiği konut projesinde, doğanın kontrolsüz gelişiminin sakin bir kent dokusundaki etkilerini inceliyor.


Paris’te bir konut projesi, I’m Lost In Paris, R-Sie(n), 2008-9

“Yok saydıklarımızla, görmezden geldiklerimizle bütünleşik bir algı inşa etmemiz gerekiyor”

İnsanoğlunun aslında doğayı oluşturan düzensiz elemanlardan uzak, bütünüyle saf, temiz, güvenli, düzenli bir dünya yaratacağı fikrini reddeden R&Sie(n) ve benzeri tasarımcılarca geliştirilmiş bir çok çalışma var. Çalışmaların temel amacı, çevremizin tüm yönlerini kontrol edebileceğimiz ve yönlendirebileceğimiz söylemini sorgulamak ve doğayı bütünsel ve olduğu gibi algılatmak.

Doğanın kendiliğindenliği ve kontrol edilebilirliği – primitif doğa&kültürel doğa olarak da ifade edebiliriz- ortak bir geçmişi paylaşıyor ve döngüsel bir ilişkinin parçası olarak sürekli olarak birbirini yeniden şekillendiriyor. Birini diğerine göre yüceltmek ya da diğerini yok saymak yanlış. Yok saydıklarımızla, görmezden geldiklerimizle bütünleşik bir algı inşa etmemiz gerekiyor. Zizek’in lafı durumu güzel özetliyor. Doğayı korumaktaki en büyük engel, bazen gerçekten de doğa algımız.

“Kendiliğinden-miş gibi projeler”

Kendiliğindenliklerin, kontrol dışı olguların bütüncül doğa yaklaşımındaki önemine vurgu yapıyorsunuz. Peki Tasarlanmış kendiliğindenlik derken nelerden söz ediyorsunuz?

Bu bir oksimoron tabii. Kendiliğindenlik zaten doğası itibariyle tasarlanmışlıktan, dış belirleyenlerden uzaklık içeriyor. Ancak bugün kendiliğinden-miş gibi projeler çıkıyor karşımıza.

Fujimoto, 2006 yılında tasarladığı “Davranış merkezi binası”nda altta örneği görülen geleneksel yerleşimlere benzer bu plan şemasını elde edebilmek için proje üzerinde tam bir yıl uğraştıklarını söylüyor. Oysa, geleneksel yerleşimlerde biliyoruz ki böyle bir çabaya da, kavramsallaştırmaya da ihtiyaç duyulmaz.

Bugün kavramın yapılı çevre üretimine katılımına baktığımızda, geçmişle bugün arasındaki en temel farkın, bugün kendiliğindenliğin ayrı bir tasarım parametresi olarak karşımıza çıkması olduğunu görüyoruz.

Günümüzde bir çok şey bir proje gibi ele alınıyor aslında. Buradan hareketle dönemin ruhuyla ilgili bir çıkarımda bulunulabilir mi?

Dediğin çok doğru. Bugün modernitenin yeni bir evresindeyiz, sosyologlar bunu kendi üstüne düşünen modernite olarak isimlendiriyorlar. Bu evrenin temel eğilimi düşünümsellik (reflexivity) neden ve sonuç arasında iki yönlü dönüşlü dairesel ilişkileri ifade ediyor. Bu da, modernitenin bu evresinde bir çok şeyin zihinsel süreçler üzerinden kurgulandığı bir projeye, vizyona dönüştüğünü gösteriyor. Doğallığın, dolayımsızlığın, kendiliğindenliğin aşınması, değişmesi, dönüşmesi söz konusu. Bu durum, kuşkusuz ki kendi yeni kavramsallaşmalarını doğuracaktır.

“Tasarlanmış kendiliğindenlik” olarak ifade ettiğim tasarım pratiği de bu kavramsallaşmalardan biri. Söz konusu olan, kendiliğindenlik kavramının içeriğine, vaad ettiklerine referansla tanımlanan, kavramla ilişkilendirilmiş bir mekan üretim biçimi arayışı.

“Sistemin kendine özgü gücünü aktive etmek etmek için tasarımcının belirleyici tavrının azalması gerek”

Bahsettiğiniz mekan üretim biçiminin özellikleri neler?

Kendiliğindenlik kavramının literatüre katılımı için önerdiğim bu yeni kavramsllaşmanın detaylarından önce, geçmişten bugüne kavramın mimarlık literatürüne nasıl katılmakta olduğuna bir göz atmakta fayda var.

Kendiliğindenlik kavramının mimarlık literatürüne katılımı incelendiğinde, değişen dönemlere, dinamiklere ve imkanlara göre çeşitlilik göstermekte olduğunu görüyoruz.

20.yy ilk yarısında, özellikle de 1.Dünya Savaşı ile birlikte oluşan “yeni bir dünya” kurmaya yönelik devrimsel bağlam çerçevesinde, doğabilimlerine ait bir çok terim gibi kendiliğindenlik kavramının da mimarlık bilgisine araçsallaştırılarak katıldığını görüyoruz.

60larda – dünyada özgürlük talepleri artarken, yeni etik yaklaşımlar belirleyici olmaya başlıyor. Canlılık hakkı, kendini gerçekleme hakkı, beraberinde derin ekoloji ve benzeri yaklaşımlar yoğun ilgi görüyor. Bu dönemde pek çok çalışmanın modernite eleştirisi üzerinde şekillendiğini ve gücünü bu reddedişten aldığını görüyoruz. Kendiliğindenlik kavramı da mimarlık literatüründe modernizm eleştirisinin argümanları arasında yer alıyor.

Örneğin, Dekonstruktivist akımın önde gelen isimlerden Tschumi’nin yeni tasarım stratejileri ve “olay mimarlığı” yaklaşımıyla işler hale getirmeye çalıştığı kendiliğindenlik, kalıplanmışlığa, modernizmin işlevselci yaklaşımına eleştiri içeriyor.

Tschumi’nin çalışmaları, mimarın rolünün yeni bir gözle ele alınmasını talep ederken, aynı dönemde, Rudovsky’nin “mimarsız mimarlık / architecture without architects” sergisi (1964) de bir uzmanın sanatı olmadan önceki mimarlıktan, kendiliğinden gelişimlerin belirleyici olduğu dönemlerden öğrenilecek çok şey olduğuna dikkat çekiyor.

“Tasarlanmış kendiliğindenlik” olarak tariflediğim tasarım pratiğinde söz konusu olan, sistemin kendine özgü gücünü aktive etmek etmek için tasarımcının belirleyici tavrının azaltılması talebi. Fujimoto’nun Bulut-evi’nde de, Rem Koolhas’ın Toronto’daki park projesinde de, geçmişten bugüne pek çok tasarımcının çalışmalarında karşımıza çıkan ortak bir tavır.


“Bulut-ev”, Fujimoto

Esneklik-Açık uçluluk-Katılım kavramlarının ön planda olduğu bir mekan üretim anlayışından söz ediyoruz. Sınırların daha silikleştiği, keşfe ve katılıma imkan tanıyan açık uçlu bir tasarım pratiği.

“Ama kavramın mimaride kullanımı bu çalışmalarla sınırlı değil”

60’larda DNA’nın keşfiyle yeni açılımlar, kavramın yeni kullanım alanları, yeni araçsallaştırmalar ekleniyor.

Kendiliginden yasam sürecine benzer, biyolojik süreçlerle benzesen bir tasarım pratigi arayışı sıklıkla karşımıza çıkıyor. Ancak kavramın, çağdaş mimarlık bilgisine, sıklıkla, bilimdeki gelişmeler referans alınarak kartezyen sistem içerisinde tanımlanamayan özerk biçimsel düzenler yaratmak amacıyla katılıyor olduğunu görüyoruz.

Bu çalışmalarda göze çarpan bir diğer önemli nokta da şu: Doğabilimsel kavramların mimarlık bilgisine katılımında bilimsel ve teknik referanslarının çoğaldığı, kavramların bugünkü toplumsal yapıyla –geçerli dinamiklerle- kanonize olduğunda ise taşımakta oldukları sosyal ve toplumsal referanslarını bir biçimde yitirmekte olduklarını görebiliyoruz. Ama bu durum, kavramın mimarlık disiplininin sınırlarını genişleten, dinamik bir alana işaret ediyor olduğu ve ardında güçlü bir düşünsel ideal bulunduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Çağdaş uygulamaların farklı bir bakışla yeniden değerlendirilmesi gerekiyor. Bu önemli, çünkü eleştirinin, kendiliğindenlik kavramının ardındaki idealden yola çıkılarak yapılması halinde, o zaman, kimi projelere yapay bir marjinallikten öteye gitme imkanı tanınabilir.

Bu arayışların güçlü bir düşünsel zeminle ilişkilendirilebilmesi halinde, münferit, temelsiz ve birbirinden kopuk denemeler olarak tariflenebilen ve eleştirilen kimi projeler, ufku açık, sınırları geniş, dinamik ve yeni bir mimari dilin oluşumuna imkan tanıyan çalışmalar olarak da algılanabilir.

O zaman yeni bir mimari dil arayışından mı söz ediyorsunuz?

Yeni bir mimari dil, yeni üretim-tüketim kalıpları, yeni bir dünya görüşü. İçinde bulunduğumuz dönemde artık hepimiz biliyoruz ki bir paradigma değişikliğinin eşiğindeyiz.

Ancak yeni bir dünya görüşüne geçilmesi, indirgemeci ve bütüncül, rasyonel ve sezgisel, kendiliğinden ve düşünümsel arasındaki dengeyi kuracak olan bir değerler dönüşümüyle olabilir. Değerler ve dünya görüşleri ise döngüsel kalıpları (pattern) takip ederek değişir.

“Tasarlanmış kendiliğindenlik” olarak idealize edilmiş mekan üretim kalıbı ve benzeri önerilerin -toplumsal yapının da buna hazır olması ve içselleşmesi durumunda- toplumsal değişim-dönüşüm süreçlerine katkı ve ivme kazandırabilmeleri açısından tartışmaya değer olduğunu düşünüyorum.

Etiketler

Bir yanıt yazın