Orhan Esen ile kent rehberleri üzerine söyleşi.
Orhan Esen: İstanbul Boğaziçi Üniversitesi’nde aldığım “sosyal ve ekonomik” vurgulu tarih eğitimini, Viyana’da aldığım mimarlık vurgulu tarih ve arkeoloji eğitimi ile pekiştirdiğim esnada, bir de ülkesel profesyonel rehberlik lisansı edindim. Kokartlı rehber oldum. Bir dönem sürdürdüğüm klasik rehberliği bırakalı hayli oldu. Şu sıralar mimarlar, plancılar, sosyal bilimciler, sanatçılar ve benzeri özel ilgi grupları için kentsel gelişme alanında akademik “field trip”ler düzenliyor ve yürütüyorum, belki hala bir tür rehberlik yapıyorum.
Sonucta turizm “sektör”ü ile pek alakam kalmadı, yaptığım işe “sahada eğitimcilik” demek daha doğru olur sanırım. Bu, artık Süleymaniye’ye hiç uğramıyorum demek değil, ama burayı gezdirmek artık Klasik Osmanli Mimarisi odaklı bir “Sinan turu yapmak” falan olmuyor. Tarihsel bir merkezi iş alanının 400 yıllık dönüşümü de işin parçası hatta odak noktası: bekar odaları, toplu çamaşırhaneler, seyyar tezgah otoparkları, mini haller ile kendi kentsel mekanını oluşturan, düşük kalifikasyonlu emek göçünün işporta, ya da atık kağıt ambalaj dönüşümü gibi sektörler çercevesinde örgütlenmesi ya da ne bileyim otopark “mafyası” denen sey ya da belediyenin buraları “kurtarma” adını verdiği çabalar, bunların hepsi birden benim yaptığım “tur”un ilgi alanına giriyor, açıklanması gereken olgular olarak beliriyor, estetik kaygılarla es geçilmiyor, görmezden gelinmiyor. Buranın ardından da zaten muhtemelen “turist”lerin yolunun pek düşmeyeceği diyelim Alibeyköy gibi bir yere gitmiş oluyoruz.
OE: Turizmin konusu olan klasik eğitim gezileri, değismez, kalıcı değerleri “güzellikleri” ifade ettiği düşünülen “anıtsal” nitelikli mekan ve objelere odaklanmıştır. Benim yaptığım iş ise daha çok “bugün var yarın belki de yok olan”a yöneliyor. Turizm sektörünün ve rehberlerinin tam tersine estetik kaygılardan hareket etmiyor, güzel-cirkin, otantik-çarpık gibi değerlendirmelere girmeksizin, varolanı varolduğu biçim ile anlamayı ve anlatmayı ön plana çıkarıyor. Yayınlarım ile de daha çok bu tür bir kent okumayı ön plana çıkarmaya çalışıyorum. Bu nedenle “isim dolayısı ile” rehber kitaplara pek fazla isim düşemeyeceği ortada sanırım. Olsa olsa günün birinde bu tür yayınların eleştirel bir okuması ilgimi çekebillirdi. Rehber kitaplarının söylem analizi kuşkusuz ilginç bir alan. Temsil söylemleri konusunda çalışan eleştirel bir sosyal bilimci için kuşkusuz epey ekmek var buralarda. Ama böyle bir çabaya da pek yoğunlaşmadım.
OE: Kuşkusuz etkilidir. Ancak klasik turizm işleri ile ilişkimi kestim keseli bu sektöre hizmet eden yayınlarla da fazla bir ilişkim kalmadı. Varken de bir tür zoraki bir ilişkiydi denebilir. Genel kategoriler bağlamında bir iki laf edebilirim sanırım. Eskiden sadece klasik yayınlar vardı, bu kuşakta Türkler’in ve ecnebilerin yaptığı isler biraz farklı olurdu: ikisi de kendince sorunlu olmak kaydi ile. Bizimkilerin yaptığı dünyadaki tek “yer”i kendininki sanarak böbürlenen haması yayınlar, içinde yeraldığı ulus devlet oluşumunun malum sorunları nedeni ile anlatmak istediği şeyle ilişkiyi de çarpıtıyor: sozüm ona anlatmaya yeltendiği şeyi inkar etmek ya da başkalaştırarak kendininkileştirmek ya da geçmiş sorunsuz varılan yer bir uyum abidesi imiş gibi davranmak için kaç takla atacağını şaşırmış söylemler. Milliyetçi bir öznellikle seçtiği olguları kafasınca biraraya getirirken kullanmak zorunda kaldığı “bilimsel veriler”e asgari bir kaynak vurgusu yapma ihtiyacı bile göstermeyen bu yayınlar intihalciliğin bile ancak üçüncü sınıfına kadir. Baskı ve tasarım kaliteleri hak getire, sozüm ona yazıldıkları dili kullanmaları özürlüden öte bu şeylere kimse mecbur kalmıyordur umarım.
Eski kuşaktan yabancı yayınların sorunu bir yerde ilk gruba benziyor: bunlar da genelde iflah olmaz bir oryantalizm ve idealist bir tarihselci bakış açısı ile malul. Baktığı yerin, muhtemelen kendi durduğu yerin de, değişimini algılamak konusunda özürlü, bir zamanların merkezinden üretilmis bir takım klişeleri biteviye tekrarlayan yayınlar. Ancak bildiğiniz seyi gorürsünüz, neyi görmeniz gerektiğine biz karar veririz. Bunlar da batı-merkezli dünya görüşünün yeniden üretim aracları. Görece bir avantajları varsa, o da su: Bu yayınevleri Türkiye ya da İstanbul’dan başka daha bir sürü yere iliskin rehberler hazırladıklarından desteksiz övgülerden arınmış oluyorlar, ve iyi kotü bir bilimsel kesinlik iddiaları oluyor; örneğin alıntılama etiği konusunda daha titizler. Bunların solcu/eleştirel bir alt grubu daha var, 70’ler 80’lerde yaygındı. Ama genelde onlar da aynı oryantalizmden muzdarip. En başlarına girizgah mahiyetinde, bir rehberin aslında ana meselesi olan mekansallık ile ilişkilendirilmesi çözülememiş “keskin” bir politik analiz iliştirilmiş oluyor. Yazarların uzmanlık alanına girmeyen “mekan/mimari/kültür/sanat bolümü” ise muhafazakar benzerlerinden nedense pek farklı olamıyor, çünkü derdi asli alanda kendi söylemini kurmak değil, basitçe kitlesini birarada tutmak. Politik girizgah yetiyor buna. Bu grup da sonuçta farklı disiplinlerden bir yamalı bohça gibi duruyorlar.
Bir de son zamanlarda yaygınlaşan bir rehber türü var. Yayınlandığı yerden bağımsız, birbirinin tıpkı basımı ortak torna tasarım ürünü, “global mekanın rehberleri” bunlar. Dertleri sanki global gezginlere aslında nereye giderlerse gitsinler aslında hep aynı yerde kalabileceklerini kanıtlamaktan ibaret. Klasik rehberin kültür sanat mimarlık tarihi yazma iddiacılığı yok bunlarda, dolayısı ile eski kuşak rehberlerin ideolojik sorunlarından arınmış -yepyeni bir ideolojik sorunu kurgulamış- durumdalar. Okuyucusuna nereye giderse gitsin aslında aynı yerde kaldığını anlatıyor bu rehberler. Klasik rehberin ana teması olan anıtsal ve sivil mimari, müzeler ve koleksiyonları bu yeni kuşak rehberde giderek kurs işlevi üstleniyor. Aranınca heryerde bulunabilecek olan, ortak bir zevkin yerine göre gündelik yerine göre seçkin mekanları, buraların ritüelleri ön plana çıkıyor. Bu mekan ve ritüelleri bulup çıkarmak yeni kuşak rehberin işlevi. Okuyucusuna kulisi farklı olsa da aslında aynı meydanda aynı cappuccino’yu içip, aynı minimalist tasarım otelde konaklayabileceğini, aynı HIP alışveriş mekanlarında gezinip, aynı tatmini alabileceğini gösteriyor. Bu yeni rehberler, seçmeci bir gözle belli bir life-style açısından tüketilebilir olanı bulup çıkarıyor…
Sonuçta tüm rehberler turist olup ortalığa saçılan insanların dönemine göre duymak istedikleri şeyleri bir şekilde bulup çıkarıyor, bu insanlara iyi kötü bir şekilde hitap ediyorlar ki, bu halleri ile yayınlanmaya da devam ediyorlar.
OE: Özgünlük ve tarafsızlık farklı kavramlar. Anlattığım gibi tüm rehberler kendi tarafından taraflı, öyle de olacak, doğal bu. Ama yaptığı işi kendi özgün çabasını göstererek yapanlar olduğu gibi, kendi ekolünün başarılı örneklerinden kopyalayarak işi idare eden yayınlar da var, ve aslında çoğunlukta. Sonuçta rehber kitap işi çok, çok büyük bir pazar, hayli büyük paralar dönüyor. Müze onu standların çok ciddi mafyaları var falan. Kitabı yazmakla bitmiyor iş. Sıkıysa koy bakalım onu oraya. Yayına gelene kadar o kadar başka faktörler var ki, pahalısından özgün iş üretmektense kesip yapıştırmak elbette daha karlı. Bunu engellemek pek mümkün de değil. Bizde daha çok, ama dışarıda da böyle yapılıyor, sonuçta korsanlığa çok açık bir yayın türünden bahsediyoruz. Roman ya da bilimsel inceleme yazılmadığı için intihal bir yerde bu işin yapısal unsuru, sonuçta tüm rehberler bir şekilde aynı şeyi anlatıyor.
Sonuçta bir rehber de tam da kendi subjektif kriterleri sağlam olduğu ölçüde özgün bir rehber olabilir. Bu dediğim her tür yayın için gecerli tabi.
OE: Yukarıda belirttiğim her üç kategorinin de örnekleri mevcut. İstanbul özelinde. Yerli yayınlar gayri-müslim miras ile sorunlu ilişki konusunda tavan yapıyor. Anadolu’daki yayınlarda inkarcılık ön plandadır, nedense hiçbir yerde Ermeni eseri yoktur, mesela “Bagratiler” gibi kuşkusuz duyan herkesin kim olduğunu anında anlayacağı birilerinin eseridir yapılar. İstanbul’da ise tersi bir hava hakim: yapılan ve satılsın diye o raflara konan kitapların yansıttığı vaziyete bakılırsa Tanzimat Dönemi’nin en çılgın resmi tahayyüllerinin bile fersah ötesinde, pek hoş, çok kültürlü bir hayatımız var bu şehirde. Her köşemizde ezan sesleri çan seslerine falan karışıyor, Müslümanlar işi gücü bırakmış orada hamursuz burada paskalya kutlamalarına koşturuyor. Bu devekuşu müptezelliğin şahikası da İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti için oluşturulan resmi politika, ya da belediyenin resmi tanıtım filmleri oluyor. Ele güne karşı mis gibi yapan bir resmi yayın politikası ile idare ediyoruz. Ecnebilerin klasik yayınları, Imperial İstanbul’dan ötesini kesinlikle görmezden gelen bir tavırla sorunu halletme yolunu seçiyor. Yeni kuşak küresel şehir yayınları ise Abdi İpekçi ve Bağdat Caddeleri’ni keşfetmekten kafasını kaldıramıyor.
Sonuçta tümünün ortak olarak ıskaladığı şeyin adı, İstanbul. Ama turist de muhtemelen onu pek aramıyor.