Kent, Tabiata Karşı Yürütülen Bir Terörist Saldırının Aracıdır

Lütfi Bergen ile modern kent-kapitalizm ilişkisini ve "kalkınma ideolojisinin" mekansal yansımalarını konuştuk.

Ömer Yılmaz: Yazılarınızdan ve sosyal medyada yaptığınız açıklamalarınızdan bildiğim kadarıyla kalkınmayı savunmuyorsunuz. Alışageldiğimiz; biz mimarlara, plancılara okulda anlatılan planlı kentleşmeyi, kontrollü büyümeyi de savunmuyorsunuz. Çeşitli sayılar var ve kestirmek çok da kolay olmasa gerek ama son 50.000 yılda dünyada yaklaşık 110 milyar insan yaşadığı varsayılıyor. Eşit olarak bölsek İsa’nın doğumundan yani kullandığımız takvimde 0 yılından bu yana yaklaşık 50 milyar insan yaşamış olması gerekir. Oysa sadece şu anda dünyadaki insan sayısı 7 milyar. Bu durumda GDO, petrol savaşları, kalkınma isteği ve bunların sonucu olarak köylerden kentlere doğru kayan yaşam en azından kendi mantığı içinde bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor. Çok kısaca yukarıdaki sorun tanımı çerçevesinde kalkınmaya ve kentleşmeye neden karşı olduğunuzu açıklayabilir misiniz?

Lütfi Bergen: İnşaat Mühendisleri Odası (İMO) Antalya Şube Başkanı Cem Oğuz bundan bir süre önce “süreç içerisinde Türkiye’de 6,5 milyon binanın yıkılıp yeniden yapılacağını” söyledi. Yani Türkiye’de özellikle 2015 seçimlerinden sonra büyük bir alt-üst oluş yaşanacak. Türkiye’deki nüfusu 4 kişilik aileler halinde düşündüğümüzde 20 milyon aileye/haneye ulaşırız. Türkiye, iki katlı bahçeli 10 milyon ev üretip her evde 8 kişi (2 aile) sistemi ile yaşamaya karar verdiği takdirde bugün kapitalist kalkınma/refah/terakki düşüncesinin bizi getirip bıraktığı noktadan (6,5 milyon yeni konut yapımı mecburiyetinden) daha rantabl konut imal etmek gibi bir iktisadî toplumsallıkla meselelerini çözebilecek durumdadır.

Türkiye, 820.000 km2= 820 milyar m2dir. 10 milyon konut her biri 500 m2 bahçe üzerinde yapılsa 5 milyar m2 edecektir. Demek ki Türkiye’de iki katlı 500 m2 büyüklükte arsa içinde 10 milyon konut yaptığımızda 820-5= 815 milyar m2 toprak elimizde kalmaktadır. 10 milyon konut iki katlı ve içinde 8 kişi yaşayacak şekilde yapıldığında 80 milyon insana hem de bahçesi, bahçesinde ağacı, kümesi, domates, biberi ile barınak olacaktır.

“Kalkınalım Derken İçine Düştüğümüz Tuzağı Fark Edemiyoruz”

Sorunuzun ikinci kısmı “kalkınma ideolojisi” hakkındadır. Kalkınalım derken içine düştüğümüz tuzağı fark edemiyoruz. Bunun en birincil nedeni Batı bilgi üretiminin meslekleri belirleyen üniversiteleri kendi emperyalist amaçlarına hizmet ettirmesinden gelen ezberler yani paradigmalardır. Yıllardır süren kalkınma politikaları Türkiye için kent imal etmekten başka bir sonuç doğurmadı. Mahalli yapı malzemelerini kullanamıyoruz. Örneğin meşe ağacı 50 yılda meyve verir; kavak ağacı on senede iyi verim alınacak düzey tutar. Biz bu malzemeyi bırakıp binlerce yılda oluşan kum, mermer, demir, petrol gibi ürünlerden yapı malzemesi yapıyoruz. Petrolü plastik PVC dahil, asfalt dahil her şeye kullanıyoruz. Kullandığımız yapı malzemesi pahalı olduğu gibi yenilenebilir de değildir. Kerpiç-ahşap-taş gibi malzemeleri yenileyebilirsiniz. Ancak betonu yenileyemezsiniz. Kalkınma ideolojisi dünya halklarını mahalli yapı malzemelerini kullanmaktan alıkoyarak petrole bağımlılığı, metale bağımlılığı dayatıyor. Sizin sorunuzdaki “GDO, petrol savaşları” dediğiniz “zaruret” bir ezberden hareket ediyor. Yukarıdaki ev-mahalle sistemi ile hem barınma hem gıda meselesi halledilebilir; GDO’dan da korunma sağlanabilir.

“Kentlerde Mülk Sahipleri ile Kent borçlusu Olan Mülksüzler Arasında Büyük Bir Çatışma Birikmektedir”

Kentleşme ideolojisinin eleştirisi “Türk Pozitivistleri” sayılması gereken düşünce ekollerinin (İslamcılık-Türkçülük-Sosyalizm-Batıcılık) yakalandığı “sanayi toplumu fetişizmi” tarafından “ilkel-primitif” zamanlara ait bir nostalji gibi algılanmaktadır. Diğer taraftan dünyanın kalkınma yürüyüşü hayırlı bir sonuca varmamıştır. Kalkınmış ülkeler kalkınmakta olan ülkeleri kendi lüks tüketimleri için üretim yapmaya zorlamaktadır. Bunun bazı sonuçları olmuştur: Toprakların doğal yapısı erozyon, tuzlanma, kuraklık, kimyasal kirlenme, kentleşme gibi faktörlerle bozulmaktadır; su kaynakları endüstriyel tarım nedeniyle kurumaktadır; kırsal tarım artık kentleri besleyemez hale gelmektedir; ormanlar yapılaşma, turizm, endüstrinin kereste ihtiyacı nedeniyle yok olmaktadır; balık yataklarının %70’i tükenmiş durumdadır. Erozyon sonucu denizlere akan toprağın üst verimli tabakaları, gübre ve kimyasal atıklar denizlerde ölü alanlar oluşturmaktadır; endüstriyel uygulamalar tarımsal mahsulü hayvan yemi olarak kullanmaktadır; kalkınma ideolojisi kentleşme süreçlerini ve sermaye yoğunlaşmasını zorlayarak sınıfsal ayrışmaları büyütmektedir; kentlerde mülk sahipleri ile kent borçlusu olan mülksüzler arasında büyük bir çatışma birikmektedir; kalkınma ideolojisi ulaşım, iletişim, gıda, eğitim ve enerji örgütlenmesini birey ve toplulukların hürriyetlerini kısıtlayarak yürütmektedir. Bu sorunlar kalkınma ideoloji ile geldi.

Kalkınma ve kentleşme ortak ulaşım saatlerine bağımlılık, zamanın kent yöneticileri tarafından kontrolü, kent içi hareketliliğin dayatılması, mobese ile gözetlenme, sıkışıklık üreterek terbiye edilme, kişisel özgürlük için araba almaya zorlanmak gibi süreçleri çalıştırmaktadır. Kapitalizm ve sermaye birikimi artık emek sömürüsünden değil kent/mekân düzeni içinde yürüyen daha rafine sömürü ilişkilerinden doğmaktadır. Buna kent içinden cevap üretilebileceğini düşünmüyorum.

Son dönemde kapitalizmle ilgili tartışmalarda, batı medeniyetinin kendisi dışındaki medeniyetleri sömürerek kendisi için konforlu bir yaşam alanı oluşturduğu iddiası sıkça karşıma çıkıyor. Amerikan ideolojisi ve Amerikan kentlerini düşününce ikna olurdum belki ama Avrupa’da hatta daraltalım, Avrupa’nın kuzeyinde vatandaşlarına nitelikli mekânsal ortamlarda yaşama olanağı yaratabilmiş ülkeler var. Bu ülkeler başka ülkeleri sömürü üzerine kurulu görünmüyorlar. İlk sorumla da bağlantılı olarak, acaba temel sorun nüfus artışı olabilir mi? Sizin söylemlerinizde “kalkınma” başta olmak üzere AK Parti politikalarına karşı çeşitli eleştiriler var ama nüfus artışının teşvikini mesela o kadar yoğun eleştirmiyorsunuz? Bu konuda ne söylemek istersiniz?

Nüfus artışı ekonomik refah arttıkça azalan bir eğilim gösteriyor. Ayrıca Kuzey Avrupa iklim şartları bakımından tercih edilen bir bölge değil. Şöyle sormak gerek serbest dolaşım hakkı varken niçin Londra-Paris gibi nüfusu 13-15 milyona varan kentler kuzey Avrupa’ya göç etmiyor? Kuzey Avrupa ülkelerinde gelir düzeyi çok yüksek olmasına rağmen diğer Avrupa ülkelerinden nüfus hareketi bulunmuyor. Avrupa’nın kuzeyi derken Danimarka (5,6 milyon), Norveç (5,06 milyon), İsveç (9,5 milyon), Finlandiya (5,4 milyon) gibi ülkelerden bahsettiğinizi sanıyorum. Finlandiya nüfusu Türkiye nüfusuna göre 16 kez küçük olmasına karşın ülke büyüklüğü Türkiye’nin toplam yüzölçümünün yarısıdır. Ülke topraklarının % 75’i ormanlarla ve % 10’u göllerle kaplı bulunuyor. Finlandiya orman ürünleri ihracatında Kanada’nın ardından geliyor. Bu konuda dünyada ikinci sıradadır. En önemli gelir kalemleri orman ürünleri, hayvancılık, metalurji ürünleri, teknoloji mamulleri. Finlandiya’nın mal ihraç ettiği ülkeler (Almanya, İsveç, Rusya, ABD, İngiltere) ile mal ithal ettiği ülkeleri (Rusya, Almanya, İsveç, Çin, İngiltere) karşılaştırırsak sömürgeci ülkelerin sahalarından özellikle uzak tutulduğu anlaşılır. Finlandiya ancak 1945 sonrasında Rusya’nın etkisinden kurtulabildi. Batı’nın emperyalist paylaşımı gerçekleştiren aktörleri Hollanda, İngiltere, İspanya, Portekiz, Almanya, Fransa, Rusya’dır. Avrupa’nın küresel emperyalist aktörleri arasına girmeyen İsveç, Norveç, Danimarka, İsviçre, Polonya gibi ülkeleri sömürgeci ülkelerin insan ve hizmet ihtiyaçlarına kaynaklık ediyorlar. Tarihte Hansa Birlikleri olarak geçen bu ülkelerin sömürgeci ülkelere hizmet ettiğini düşünüyorum. Avrupa’yı parçalayarak ele alamayız. Kuzey Avrupa ülkeleri Batı’nın emperyalist aktörlerinin dünya sömürüsüne katılmamaları şartıyla desteklenmektedir. En son Arap Baharı’nda Fransa Libya ve Cezayir’in petrollerine el koydu. Kaddafi döneminde, Libya petrolleri İtalyan Eni, Fransız Total, İngiliz BP, İspanyol Repsol ve Avusturyalı OMV şirketleri arasında paylaşılmıştı. Yeni dönemde Libya petrollerini İtalyan Eni ve Fransız Total petrol şirketleri ele geçirdi. Kuzey Avrupa ülkeleri Avrupa ideasının modelleri olarak sunuluyor.

Kalkınmanın nüfus artış hızını durdurduğu şeklinde bir tez var. Nüfus artış hızının durmasının iktisadi sonuçları vardır. 65 yaşında emekli olan kişinin yerine çalışamayacağı dönemdeki maaş ve sağlık giderlerini karşılamak için en az üç yeni emekçi koymak gerekiyor. Türkiye’de insanlar emekli maaşı almak istedikçe nüfusun artmasını da istemek zorundadırlar. Bunun dışında nüfus benim için sorun değil. Batı sömürgeci-köleci kent modeli antik Yunan’dan beri nüfus kontrolü teorisi üzerine oturuyor. Batı’da kilise’nin bir sınıf olarak evlenmekten men edilmiş ruhbanlardan oluşması dahi nüfus kontrolünü ve emek sömürüsünü dayatır. Ruhbanlar “Serveti olanlar Allah’ın melekûtuna ne kadar da güçlükle girerler” beyanını yayarak halkın servetini Kilise’ye transfer etmekteydiler. Negri’nin yaklaşımında ise sömürü bir “imparator”luğun denetimindedir. Artık ulus-aşırı korporasyanların küreselleşmiş faaliyetleriyle yürütülen sermaye akışı, teknoloji akışı, nüfus akışı, kültür akışı gibi ağ sistemi vardır. “Ulus-devletler, küresel dolaşım kanallarının filtreleri ve küresel komuta bağlanmasının regülatörleri” işlevini görerek küresel güçler arasındaki sermaye akışını denetler. Küresel talanla gelen geliri bölüştürür ve bölüşümü kendi sınırları içerisindeki nüfusu disipline etmekte kullanır. Kuzey Avrupa ülkelerinde mekân düzenlemelerinin “insanca” tanzimi sömürgecilik sonrası sömürünün bittiği anlamına gelmez. Tam aksine sömürünün derinleştiği anlamına gelir. Sömürü mekanizması küreselleşmiş ve kentleşme alanlarını istila etmiştir. Sömürünün tanımlanması zorlaşmıştır.

“Batı’da Üretilen Bilgi, Batı Dışı Halklar İçin Hem Pahalı Hem de Kültür Dayatmacı Bir Irkçılıktan Besleniyor”

Genel düşünceyi sömürmüş olmaları ve sömürülmüş olmak üzerinden geliştiriyorsunuz. Ve nüfus artışını da sorumlu görmüyorsunuz. Bu duruma Rönesans’tan başlayan batı aydınlanmasını da bu sömürü sisteminin tarihi izleri olarak göreceğinizi tahmin ediyorum. Bu biraz kolaya kaçmak olmuyor mu? Sömürü biraz da yenilikleri erkenden yapanın bu yenilikleri üzerinden pay alması olarak okunamaz mı? Şöyle açayım: Medeniyetimizle övünüyoruz ama şöyle bir üç dört yüz yıl geriye gidecek olsak batı dışı toplumlardan (Kore – Japonya ikilisi tartışmasını bir süre kenarda tutalım.) çıkan bir buluş yok gibi.

Sömürünün tanımlanması zorlaşmıştır, demiştim. Nüfus sorununu kentleşme eleştirisini bertaraf etmek için gündeme almak nereye kadar çözüm üretecek? Batı’da üretilen bilgi, “buluş”lar, Batı dışı halklar için hem pahalı hem de kültür dayatmacı bir ırkçılıktan besleniyor. İnsanlık 7 milyar nüfusa erişti ve sürekli artma terendi içinde bulunuyor. Batı buluşları bu nüfusun ihtiyaçlarını tekno-endüstriyel paradigması ile karşılamaya muktedir değil. Hızlı ulaşım için icat edilen otomobiller halen kentin bazı bölgelerinde karayollarından daha fazla mekân kaplıyor. 250 km. hız yapabilecek araçların saatte 10 km hızla seyrettiği trafik kentleri tehdit ediyor. Mimarların kullandığı beton tabiatın su kaynaklarını tüketme pahasına üretiliyor. Kent tabiata karşı yürütülen bir terörist saldırının aracıdır. Yaşadığımız kentte (İstanbul-Ankara diyelim) güvercin, serçe, saksağan, fare, sinek, kedi, köpek, martı dışında canlı bırakmadık. Dünya su krizinde iken mevcut suyu otomobilleri yıkamak için kullanıyoruz. Asfalt-beton malzeme ile toprağı katranlıyor, toprak canlılığını öldürüyoruz. Mimarlar mesken değil “hücre” üretiyor. Le Corbusier diyor ki, “Hücreler (konutlar) yirmi, kırk, altmış kat üzerinde dengelenecek.” (*)Le Corbusier, “Büyük kent, her şeyi komuta eder; barışı, savaşı, çalışmayı. Büyük kentler, dünyanın yapıtının üretildiği tinsel atölyelerdir”; “Büyük kent kapan, otomobiller tavşanlardır. Sonunda tavşanların hepsi sıkışacak” da demiştir. İnsanlık kentler üzerinden kapitalizme ayartılmaktadır.

“İnek İnsanlık İçin Yeterli Bir Buluş”

Mimarların “Kat Mülkiyeti” kavramına direnememesi kent halklarını toprak mülkiyetinden koparmak için işlevselleşiyor. İslam fıkhında toprak mülkiyeti toprağın hem altı hem üstünün sahiplik konusu edilmesini getirirken kent ideolojisi (ve buluşu) bireylerin mülkiyet hakkını beton-demire tahavvül ediyor. Yani kentleşme ve Batı buluşu mülkiyet hakkını iptal etmektedir. 500 m2 arsada sahip olduğunuz tek katlı evin toprak mülkiyeti “Kat Mülkiyeti Sistemi” ile örneğin 5 katlı 20 daireli bir binada parçalanarak “gökte bir beton-demir hücre”ye izafe ediliyor. 60 sene sonra bu eski binanın “riskli yapı” adı altında yıkılması gerektiğinde 10 katlı 40 daireli bir binaya tahavvül edildiğinde aslında toprak kalmıyor. Dolayısıyla Batı’nın buluş sistemini “hırsızlık”, “terörizm”, “mülksüzleştirme-topraksızlaştırma” olarak görüyorum. Bahsi geçen “yenilik” ve “buluş”ları “insanca” sayamayız. İnsanların doğurarak çoğalması tabiatlarında olan bir durum. Ekolojik bir durum. Nüfusu denetlemeye yönelik söylem-sorunuzu “insan ekolojisi” bakımından kabul edemeyiz. Eğer Çin de Batı buluşu olan bu “uygarlık araçlarına” uygun bir kentleşme sürecine katılırsa yaşanacak gıda-su-kirlilik krizini nasıl çözecek? İnek insanlık için yeterli bir “buluş”tur. İnek besleyip sütünü, derisini, toprağı gübrelediğim ve ısındığım tezeğini, toprağı sürmek için gücünü ve etini kullanmak varken “modern Batı uygarlığının Kutsal İneği: Otomobil”i insana has değerler üreten buluş sayamayız. İnsanlığın medeniyet tasavvurunda en büyük aşama tarımdır. Batı uygarlığı bu aşamadan sapmıştır.

“Türkiye’de Konut Politikasının Küresel Kapitalizmin Ülkeye Yatırım Yapmak İçin İşlevselleştirilmesini Kabul Edemiyorum”

Yaygın yerleşme önerisi Başbakan’dan da gelmişti. Almanya’yı bir vaka olarak ele alsak. Ülke yönetim stratejisi olarak yaygın ve 1 milyon nüfusun üzerinde 4 kent var, büyük kentlerin oluşmasının önüne geçiliyor. Öte yandan kalkınma ve sanayi söz konusu ise daha ileri bir ülkeden de söz edemeyiz sanırım. Bu hedeflerine nitelikli insan gücü ve planlı ve disiplinli çalışmayla geldiklerini varsaysak, bizim sorunlarımız için bazı ipuçları görüyor musunuz?

Yaygın yerleşmeyi bugünden farklı olanaklarla köylerde yaşamak önerisi olarak kabul edersek bu iletişim olanakları ile toplumu dönüştürmek sizce olanaklı mı?

Almanya hakkında Kemal Özden’in bir makalesini okumuştum. 1960’ların son döneminde İngiltere-Fransa gibi ülkelerden farklı bir konut politikası geliştiriyorlar. İlk olarak “ev sahibi olmayı kolaylaştırıcı teşvikler” sunuluyor. Bununla amaç banliyöleşmenin artması ve kent merkezinde yoğunluğun azalması hedefleniyor. İkinci olarak halka evi ile işyeri arasındaki mesafeye oranla “uzaklık teşviki” veriliyor. Böylece kent merkezinde oturma zarureti gideriliyor. Üçüncü olarak “Endüstri vergisi” alınıyor. Hem imalat ve hem de 2004’ten itibaren hizmet sektöründen alınan bu verginin oranı eyalet otoriteleri tarafından belirleniyor. Kemal Özden’in işaretine göre Weimar Anayasası’nın 155. Maddesi “Bütün Almanların sağlıklı bir konutta yaşamasını” hak olarak düzenliyor. Bu ilkeler Alman kentlerinin klasik tarihi yapısını koruma fırsatı oluşturuyor. Almanya’da ulaşım ağının demiryolu-metro ağı ile tanzimi de halkın otomobil kullanımını % 47’ye kadar geriletiyor. Kemal Özden Almanya’nın kapitalist sistem içinde görülse bile “beledî sosyalizm” akımı kavramı altında değerlendirilmesini önerir. Almanya’nın yaptıklarını önemsiyorum. Türkiye’de konut politikasının küresel kapitalizmin ülkeye yatırım yapmak için işlevselleştirilmesini kabul edemiyorum. Dolayısıyla yeni bir anayasada “konut dokunulmazlığı” yerine “barınma ve ev sahibi olma” hak sayılmalıdır. Hane (aile) kurmanın mesken sahipliği bakımından hak oluşturması toplumsal bilinç haline gelmelidir. Böylece insanların 10-20 yıllarını gökte yükselmiş beton-demir hücreler için borçlanması, emek sömürüsüne uğraması son bulur. Mülkiyet bu şekilde yeniden ele alınırsa kent maliklerinin (mülk sahiplerinin) kent mülksüzlerini kira yoluyla soymasına da fırsat verilmez. Böylece servetin kaynağı emek olur. Spekülasyon, kira getirici mülk, faiz angaryanın meşrulaştırım aracı olmaktan çıkar.

Son dönemde AKP üzerinden yaşanan tartışmalara bağlamadan, “benim memurum işini bilir” mantığına ve daha da gerilere giderek soruyorum: Toplumun ahlaki yapısı bu binalar ve kentler olarak karşımıza çıkıyor olabilir mi?

Toplumun yapısı dediğimizde Menderes dönemine gitmek zorundayız. Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu tasarısı CHP’yi böldü. Bu yasa toprağı olmayan ya da toprağı tarımsal üretime yetersiz çiftçilerin aileleriyle birlikte geçimlerini sağlayacak toprağa kavuşmasını sağlamak amacıyla çıkarılmış (11 Haziran 1945) idi. Yasa tasarı halinde iken Adnan Menderes, Cavit Oral, Emin Sazak gibi milletvekili olan büyük toprak sahipleri tarafından işlevinden kopartılarak Meclis’ten çıktı. Bu yasanın Meclis görüşmeleri sırasında Adnan Menderes ve üç arkadaşı CHP’den istifa ederek Demokrat Parti’yi kurmuştur. Böylece tarımsal alanda makineleşme ve ardından ekonomik bir iç göç yaşanarak kentlerin çeperlerinde “gecekondu sorunu” doğdu. Kent çeperleri barınacak yer bulamayan köylüler tarafından işgal edildi. Toprak işgali Anadolu’da asırlardan beri ilk kez kamu malına (beytu’l mal) yönelik olarak ama siyasetin yanlış kararları neticesi doğan zaruretten kaynaklandı. Daha önce toprakta iskân devletin ekonomik ihtiyaçları için yapılırdı. Bu kez işgal olarak geldi. 1960’lara gelindiğinde kentlerde yeterince işçi stoku oluşmuştu. Bunlar gecekondularda öbeklenmektedirler. 1968 ve sonrası sağ-sol kavgalarını kent mülkünün paylaşım savaşı olarak da okuyabiliriz. Kısacası kentlerin sorunuzdaki gibi sapmaya uğraması ahlâkî zaaftan kaynaklanmıyor. 1945’te dünya sistem sanayi üretimindeki eksiğini gidermek için işçiye ihtiyaç duydu. Türkiye’den de Almanya’ya işçi göçü İkinci Dünya Savaşı sonrası geldi. Kentleşme ve binalar gerek Batı’nın ve gerek ise Türkiye’nin acil sanayileşme talebinin sonucudur. Ancak Almanya bu işi yaparken aldığı işçinin dişlerine bile bakmaktaydı. Oysa Türk sanayileşmesi süreci kırdan kente radikal bir kopuş oluşturdu. Kentlerimiz henüz ortada olmayan sanayiye çekildi. Dikkat ederseniz daha sanayi doğmadan Türkiye İşçi Partisi kuruldu (1961), bir sanayi partisi ideolojisi olan Milli Görüş’ün doğması için 1970’i beklemek gerekti.

“Biz Endüstriyel Bir Topluma Dahi Geçemeden Kentsel Topluma Geçmeye Çalışıyoruz.”

Peki, bu yozlaşmış siyasi iklim, mülkiyet ve kentsel organizasyondan çıkış için bir ümidiniz daha doğrusu bir çözümünüz var mı? Henüz toplumun önemli bir kesimi ile yaşadığımız kentlerin niteliksizliği ve çevre tahribatı üzerinde hem fikir olamadığımız gerçeğini hatırda tutarak soruyorum.

Kentsel organizasyon ve mülkiyet sisteminden tımar sistemi ve Pazar yapılarının kamulaştırılması ile çıkılacağına ilişkin pek çok yazı yazdım. Yani benim çözümüm tarihsel iktisadi-sosyal üretim biçimlerinin güncellenmesi ile ilgilidir. Bir bakıma kent dışında ama köyde değil; “şehir” sisteminde. Şehir kavramının içini her hanenin ev hakkı, her hanenin pazara mal sürebilme hakkı, yürüyüş mesafesinde hizmetlere ulaşma hakkı, manzara hakkı, binek hakkı, meslek edinme hakkı gibi haklarla dolduruyorum. “Okumama hakkı” vardır ama mesleksizlik yoktur. Kapitalizm bugün ilkel toplum-köleci toplum-feodal toplum-endüstriyel toplum-post sanayi toplumu gibi bir zinciri izlemiyor. Bugün ilerlemeci düşünce kapitalizmi “tarımsal toplum-endüstriyel toplum-kentsel toplum” praksisinden açıklıyor. Biz endüstriyel bir topluma dahi geçemeden kentsel topluma geçmeye çalışıyoruz. Kentleşme sürdürülebilir değil. Türkiye son iki yılda 3 milyon göç aldı. Almanya’nın 55-60 yılda aldığı göçmen sayısı 3-4 milyon. Bu derece iç ve dış göç yaşayan bir ülkenin kentleşmeyi durduracak başka paradigmalar üretmesi gerekir.

Etiketler

12 yorum

  • gokhan-semiz says:

    Bir çok katılımcının duygularına tercüman olmuş değerli bir duruş umarım juri üzerine düşen dersi alır …

  • omer-selcuk-baz says:

    Merhabalar,
    Öncelikle düzeyli, üzerine düşünülmüş eleştiri her zaman çok kıymetli bir şey, sizinki de öyle… yazınızın giriş bölümünde hassasiyetle üzerinde durduğunuz ‘ bunu kaybeden bir yarışmacı olarak yazmıyorum’ vurgusunu da, doğrudan anlıyor ve okuyorum.

    Tamamen haklı olduğunuz bir konu ile başlayayım, Jüri raporlarının yetersizliği… Yarışma bütün bir organizasyon ve jürilerin tartıştığı konuştuğu mevzuların önemli bir bölümü kayıt altına alınamıyor. Alınması için yapılması gerekenleri biliyorum, ama bunları yapabilmek daha profesyonel idareler, daha profesyonel raportörlük kurumları gerektiriyor.

    Bana kalırsa ne olursa olsun , yarışmacılara jürinin tartıştığı konular ne ise aynen aktarılmalı, bunun bir yolu bulunmalı. Ama şunu bilmelisiniz bunu örgütlemek ve icra etmek gerçekten çok çok zor… Daha iyisini yapmaya gayret etmek zorundayız. Uçup giden bu bilgiyi tutmanın bir yolunu bulmalıyız.

    Ancak bu buharlaşan bilgiyi tutmanın sağlam bir yolu da kolokyumlar! Bizi, projesi için 3 ay uğraşmış bir mimar olarak eleştirirken haklı olduğunuz yanlar var, peki aynı emeği ortaya koymuş bir mimar olarak kolokyuma katılmamak neden? Sizin fikirleriniz , ve diğer katılımcıların fikirleri, kolokyumda etkin bir tartışma ortamı üretmek için çok değerli…

    Somut bir değerlendirme kriteri olur mu sizce? şartnamede ilan edilen ne ise kriter odur. Şartname metnin cem evinin yaratacağı mekan ve onun hissiyatı üzerine değinmeler var. Katılımcıları bu dünyayı keşfetmeye ve düşünmeye davet ediyor. Bunu böylece aktardıktan sonra jüri başka kriter ortaya süremez…

    -Yazınızın kentsel ilişkiler ile ilgili bölümünü biraz hayal kırıklığı ile okudum! Çevresi ile iyi ilişki kuramayan bir yapının ne anlamı olabilir ki? Ayrıca bunun şehir plancısı ile ne ilgisi var, büyük bir kafa karışıklığı var burada.. Çevresi ile iyi ilişki kurmayan bir yapı iyi yapı olamaz… Sizce bu ilişkileri beklemeyen bir jüri 3 adayı bir arada tasarlaması için bir problemi yarışmacıların önüne koyar mıydı? Sadece cem evi parselini verip diğer 2 parsel yarışma dışı alanlardır demek zor muydu?

    -Ev Analojisinin ele alınış şekli çok profesyonel değildi kabul edelim… Bazen metinler tam olarak ifade etmek istediklerini etmezler. Jürinin raporunda kastettiği şey sanıyorum; biraz mesafeli gibi görünen yapının görece ev samimiyetinde ve hissiyatında , soyutlama derecesi korunarak tekrar düşünülmesi idi. Anadolu evi anolojisi , bir yandan klişe gibi görünen, öte yandan etkili bir yapı dili kurmak için iyi kullanılmış bir araç. Bunda kabul etmek lazım…

    -Jüri verdiği sayısal verileri projelerde aradı evet.. Ancak bildiğiniz üzere jüri bir m2 değeri vermedi yarışmacılar. bazı sayılar belirtti ve yarışmacıların bir büyüklük geliştirmesini bekledi. Ve bu anlamda birçok yarışmacının daha küçük yerine daha büyük yapmayı seçtiğini gördük.. buda bir dip not olarak dursun..

    -Jüri kendi koyduğu hangi kriterlere uymamıştır, daha net açıklayabilir misiniz?

    -Alevi değilim, ama, değerlendirme yapabilmek için yeterli bilgim olduğunu düşünüyorum. Ama jokey de değilim , manej tasarımı yapabilirim, yada yetkin insanlarla birlikte bir tasarımı sınayabilirim. Ek bilgi olarak vereyim Jüride çok değerli 3 adet Alevi danışman vardı.

    Son olarak Kolokyum’a gelirseniz daha derin, anlamlı bir tartışma konuşma yürütebiliriz.

  • mehmet-nazim-ozer says:

    Bu metnin de önemli gördüğüm iki konu hakkında düşüncelerimi ifade etmek istiyorum.

    Birincisi; Mahsuni beyin Beylikdüzü Cemevi Proje Yarışmasına özel yazdığı görüşleri okudum. Bu görüşlerden en önemlisi, altı çizilmesi (yarışma sürecini bilmediğim halde ve genelde birçok yarışmada ortaya çıkan sonuçlar doğrultusunda) ve genellenmesi gereken konu “Jüri kendi koyduğu kurallar dizinine neden uymamıştır?” saptamasıdır.
    Yarışmanın konusu ve niteliğine göre, yarışmacılardan bilgi, belge, rapor ve projelerden hangilerinin ne şekilde istendiği yarışma şartnamesinde belirtilir. Ayrıca Yarışmacılar, jürinin yanıtlaması isteğiyle şartname ve ekleri hakkında soru sorup açıklayıcı bilgi isteyebilirler. Jüri, şartname ve sorulara verilen yanıtlar ile yarışma sürecinin sağlıklı ilerlemesi için gerekli ilkeleri ve verileri ortaya koyarlar. Bu bilgi ve belgeler yarışma sürecinin bir parçası ve jüri ile yarışmacıları bağlayıcı belgelerdir. Bu hususa yarışma süreçlerinde özellikle Jüri üyeleri biraz daha hassasiyet göstermelidir.

    İkinci konu ise;
    Ömer Selçuk Baz’ın yorumda ise “Ayrıca bunun şehir plancısı ile ne ilgisi var,” ifadesi dikkat çekicidir. Bu konu üzerine uzun zamandır birşeyler yazmak istiyordum.
    Mimarlık yarışmaları (yönetmelikte); “İnsanların yaşamını kolaylaştırmak ve çeşitli eylemlerini sürdürebilmeleri için gerekli yapı veya yapı topluluklarının, iç ve dış mekanların estetik ve işlevsel gereksinimlerini teknik ve yönetsel zorunluluklarla bağdaştırarak, bilim, çevre, kültür ve sanat değerlerini geliştiren ve en ekonomik çözümleri içeren tasarım yarışmalarıdır.” olarak tanımlanmaktadır.
    Burada bir yapının estetik, sürdürülebilir özellikleri yanında kent dokusuna, siluetine ve kent planına uygun değerlendirilmesinde meslekler arası işbirliği ve bilgi paylaşımı gereklidir diye düşünüyorum.
    Kamuoyunda şehir plancısı mesleğini “imar plancılığı” tarzı bir yaklaşıma indirgeyen, planlama etkinliği alanını kısıtlayan bu tip düşünce tarzlarını eleştirmekteyim. Bana göre Planlama; uygulamalı bilim olarak, çevreye ve mekana yönelik sorunlara en uygun / yaratıcı çözüm getirmek ve müdahale etmekle ilgili bir eylemdir. Bu eylem, toplumla birlikte yaşayan, katılımcı bir modelin parçası olmalıdır.
    Cemevi yarışmasının özgün programı ve yapı ilkelerinin yanında eserin; kent dokusuna, siluetine ve kent planına uygun mimarinin geliştirilmesi çok önemlidir. Bu bağlamda çevrenin ve mekanın üretiminde doğal çevrenin veya kentsel mekanın ortaklaşa tasarlanması ve düzenlenmesinde Şehir Planlama Mesleğinin her aşamada sorumluluğu bulunduğunu düşünüyorum.
    Sonuç olarak; yarışmalar kentsel mekanın ortaklaşa tasarlanması ve mesleki katılım fikrinin en önemli aracıdır.

  • faruk-ozgokce1 says:

    Cemevi kültürünü bilmeden, hiçbir cem’e katılmadan gerçek anlamıyla ihtiyaçları tam sağlayacak bir cem evi tasarlanamaz görüşüne katılıyorum. Aynı konuyu cami tasarımı yapanlarda da eleştiririm. Veya kilise, hastane… Her yapının içindeki yaşantıyı okuyabilmek, sadece ilmen değil ruhen de hissedebilmek gerek.

    Yarışma jürisinde de daha önce cemevi tasarlamış olduğu görülür. Benim kanaatim bu konuda jüri yetkinliğe sahiptir. Tabi bunu hiç cem’e katılmamış ben çok iyi tahlil edemem. Hata olabilir.

    Diğer konulardaki eleştirilere katılmıyorum. Özellikle jürinin değerlendirme kriteri sunmak gibi bir şey söz konusu olamaz. Fikirleri kısıtlamak olur bu. Sadece jürinin istediği gibi proje yapmak zorunda bırakılmak olur. O zaman bunun adı tam olarak yarışma olmaz.
    Jürinin daha sonra da bir kriteri olmamalı bence. Çok daha farklı yaklaşımlarla başarıya ulaşan projeler ödüllendirilmeli. Yani bu beklenti yarışma jürisinin yerine getirmemesi gereken bir beklenti kanaatimce.

    Şehir plancısının gerekli olup olmaması ile ilgili olarak, yarışmacılardan şehir plancısı istenmiyorsa jüride de olmasına ihtiyaç yok 🙂

  • omer-yilmaz says:

    Sonuç olarak dün kolokyuma ödül kazananlardan 3’ü katılmadı. Yarışmacı olup da ödül alamayan ve kolokyumu izleyenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmedi.

    Önce ayna.

  • omer-yilmaz says:

    “Diğer bir sorum ise Alevi kökenli bir mimar var mıdır jüri ve danışmanlarınız arasında. Yani Cem’e katılmış, yolu erkânı bilen, yaşayan bir “Mimar” var mıdır bu süreçte?”

    Hem yarışmaya katılmış hem de konuyla ilgili bir görüş kaleme almış birisi olarak danışman jüri yapısını inceleyerek bunları yazdığınızı düşünüyorum.

    Bu durumda bütün yazı anında çöküyor benim için. Başka yanlarına cevap vermek istiyorum, yukarıdaki yorumunuzdan sonra anlamsızlaşıyor.

  • cem-yildirim says:

    Danışman jürinin bulunma amacı budur zaten. Asıl jüride Alevi olsun vs gibi bir şart/ifade olmamalı. Jüri hangi inanca mensup olursa olsun, mesleğini iyi bilen ve iyi değerlendirme yeteneği olan meslek adamlarından oluşmalı. Tasarımcıdan beklenen de Alevi olması değil, Alevi kültürünü anlayabilmesi, okuyabilmesi ve mimari/tasarımsal ihtiyaçlarını analiz edebilmesi olmalıdır. Sonuçta aradığımız dini lider değil, tasarım yapacak bir mimar. Aksi bir beklenti demokratik de değildir. Bizim mesleğimiz bu açıdan tiyatroculuğa/oyunculuğa benzer. Rolünüzü iyi çalışmanız, iyi okuyabilmeniz ve sahneye iyi yansıtmanız beklenir, o kişi olmanız değil. Peer Gynt’i oynarken şair olmanız belki romantik bir avantajdır ancak şiir bilmeniz de gayet yeterlidir.

    Şimdi jüriyi ve birincilik ödülü alan projeyi eleştiriyorsak, çıkıp bize Alevi olduklarını söyleseler içimiz rahatlayacak ve eleştirmeyi bırakacak mıyız? Bu konuları tartışıyor olduğumuza bile inanamıyorum. Başka konular konuşmamız lazım. Düşünce biçimimizin biraz daha soyutlaşması, biraz daha sınırları aşması lazım. Bu açıdan Sayın Baz’ın jüri sonrası yazısını da takdirle okudum. ikilemlerin ve değerlendiriyor olmanın da öğretileri olduğunu çok güzel koymuş ortaya.

  • faruk-ozgokce1 says:

    Ben yazıncaya kadar düzeltmişsiniz. Nasıl denk geldiyse.
    (Bilgisayar başında yorum gelsin de cevap yazayım diye beklermiş gibi oldu 🙂

  • faruk-ozgokce1 says:

    “Kaldı ki tasarımcının da Alevi kültüründen gelmesi gerektiğini yazmışsınız Faruk Özgökçe.”
    Böyle bir cümlem yok acaba nereden okudunuz 🙂
    Kültürü bilmeli, bir mimar olarak yerinde incelemeli, oranın ruh halini keşfetmeli. Cem esnasında keşif yapmak bu ruh halini algılayabimek için yapılabilecek en doğrusu değil mi?
    Yani akabindeki cümlelerinizle benzer şeyi düşünüyoruz Cem bey.

  • cem-yildirim says:

    Faruk Bey, yazıyı yayınlar yayınlamaz tekrar göz atıp hatayı düzelttim, affınıza sığınıyorum.

  • mahir-polat says:

    Öncelikle merhaba,
    Yarışmada danışman juri sıfatı ile emek veren birisi olarak Mahsuni Bey’in eleştirilerinin bizi ilgilendiren kısmı ile ilgili birkaç söz söylemek isterim.

    Öncelikle danışman juri olarak yarışma öncesinde ve sonrasında asli juriye ve idareye konu hakkında fikirlerimizle katkı yapmaya çalıştık. Projelerin değerlendirilmesi sürecinde ise aktif olarak, diğer danışman arkadaşlarımızla birlikte juri ile birlikteydik ve jurinin seçimleri sırasında kişisel görüşlerimizi hem genel durum itibarı ile hem de proje odaklı olarak paylaştık. Seçim sürecini takip etmekle birlikte doğal olarak seçimlerde etkimiz olmadı juri kendi kararlarını ciddi bir çaba ile ortaya koydu. Yorumlarımızı özellikle iki farklı kanaldan yürüttük, cemevinin dinsel işlevsel içeriği ve çerçevesi, külliyenin bütünün sosyal işlevleri ve çerçevesi. Fakat asıl önemli vurgumuz ve odaklandığımız mesele cemevi (yani terimin hasara uğramamış, kültür merkezi veya klasik manada külliye değil cemin gerçekleştiği iç mekan anlamında cemevi) üzerine geliştirilmiş yaklaşımlar üzerineydi.

    Anadolu Evi analojisi hakkında görüşlerinizin büyük çooğunluğuna katılıyorum. Fakat temelde tartıştığınız sınıfsal görüngü meselesi yöntem açısından ve tarihsel açıdan doğru değil. Anadolu’da bu tip evler Alevilerin dha yoğun olduğu bölgelerde 1850lerden sonra görülmeye başlanıyor. Bunların bir kısmı kutsal ocak mekanlarıdır. Örnek olarak Tokat, Sivas, Erzincan, Malatya, Elazığ gibi illerde Alevi köylerinde bizzat derlediğim birçok bu tip yapıyı rahatlıkla söyleyebilirim. Bu evlerin bir kısmının bizzat ocak olması ise apayrı bir mesele, yazınızdan meseleye vakıf olduğunuzu düşünerel spesifik bir iki örnek vermek isterim bağlıları için mürşit ocağı olarak kabul edilen Zeynel Abidin Ocağı’nın merkezi olan Mineyik Köyü’de Mineyik Kurultayı olarak adlandırılan kurultayın yapıldığı mekan bu tip bir mekandır ve içinde cemler için kullanılan birim bulunmaktadır. Yine Seyid Ali Sultan Ocağının merkez köyü olan ve ocağı barındıran Basak Köyü’nde dede ocağı bu şekilde bir mekandır ve aynalı düzenle yazılmış H.1314 (1896) tarihini iç mekanda tespit etmiştim. Bu örnekleri ciddi sayıda artırabilirim. Yani hiç bir Alevi yerleşimde bu tip yapı göremeyeceğimiz fikriniz gerçekle örtüşmüyor.

    Öte yandan bu yapı tipinin doğu anadolu Aleviliğinde 19.yy ikinci yarısından sonra yerleşmeye başladığı, bu tarihlerden önce geleneksel mağ düzenli kara yapı adı ile anılabilecek yapı tipinin yaygın olduğu doğrudur. Bugün bu kara yapıların sınırlı sayıda örneği ayakta kalmış durumda, fakat çocukluğu bu tür köylerde geçmiş olanlar belki bizzat kendileri bu tip yapıların içinde büyüdükleri bu çok rahatlıkla hatırlayacaklardır. Fakat bu tartışmada sınıf vurgusunun yöntem olarak hatalı olduğu su götürmez bir gerçek, bir toplumsal, dinsel grubun homojen bir sınıf göüntüsü verdiğini düşünmek, iddia etmek fazlası ile idealize bir bakış olur. Her toplulukta olduğu gibi Alevilikte de farklı makro mikro hiyerarşiler var ve vardı. Farklı sınıfların ve grupların veya zengin zümrelerin varlığını onlarca tarihsel vakıadan biliyoruz. Örnek olarak Balaban ağalarını, Çarekan ağalarını veya Koçgiri ağalarını ve bunların kendi dünyalarında süren doğal ikdisadi çekişmeleri düşünebiliriz.

    Bunun yanında anadolu evi analojisinin daha farklı bir eleştirisi olarak bir oryantalizmden bahsetmek mümkündür. Fiktiv bir Anadolu Evi teriminin ulus ve kimlik açısından hasara uğramış “türk evi” teriminin yerine kullanılmış olmasına rağmen, bir muhayyel Anadolu Köyü ikonu olarak Anadolu Evi fikrinden uzaklaşılamadığını düşünmekteyim. Örnekler incelendiğinde bunun yere ve zaman bağlı değişkenlikleri şüphesiz görülecektir. Fakat sanırım sizin burada kaygınızda aynı noktadan hareketle ortaya çıkıyor. Savunduğunuz sınıfsızlık temellinden hareketle, mekanın imaj olarak okunması yolu ile bu tip mekanların farklı veya karşıt toplumsal gruplara ait olduğu ve bu imaj ile üretilmiş tasarımın Aleviliğin “saflığına” halel getireceği kaygısını duyduğunuzu anlıyorum bu eleştiride. Ben bu yaklaşımın, satırlarınızdan Alevi olduğunuzu düşündüğüm için, bir Alevi nazarında toplumsal hafıza ve ikonik mekan bağlamında anlamlı olduğunu düşünüyorum. Mekanların oluşturdukları görsel imajların salt estetik değil toplumsal hafızaya mal olmuş tarihsel sezgiler ürettiklerini ve beğeni denilen kategorinin bu süzgeçlerede tabi olduğunu düşünüyorum. Benzer anlamda huzur veya huzursuzluk gibi mekanın ürettiğini varsaydığımız değerlerinde kişisel ve toplumsal tarihin ürettiği kategoriler tarafından şekillendirildiği konusunda şüphe yok. Bu satırlarda beliren huzursuzluk eleştirinizin aslında bağlı bulunduğunuz kimlik açısından samimi bir kaygısını göstermesi bakımından değerli.

    Bu bakımdan eleştirinizin “aşırı yorum” sınırlarında olduğunu düşünüyorum. Ev analojisi eleştirinizden yola çıkarak cemevinin ibadethane statüsü açısından yara aldığını yönündeki kaygınızı .ok iyi anlıyorum fakat aslında cemevi biriminde ulaşılan tasarımın Maltepe Cemevi yarışması ve Beylikdüzü Cemevi yarışmasında birçok projenin ortak noktası olan küp formunda bir boşluk üretme genel eğiliminin devamı olduğu görülüyor. Aslında projenin analoji ile girdiğini iddia ettiği çabanın sonucu olan bir iç mekana ulaşmadığı görülüyor. Nihayetinde bu analojinin kendiside juri tarafından eleştirilmiştir. Analoji imaj düzeyinde bir hayat çıkıntısının vurgulanması düzeyindedir. Bu açıdan giriştiği geleneksel ev tipi ile içerik ve fonksiyon ilişkisine girişmemiştir. Nihayet iç mekanda önerdiği boşluk bu tip mekanlarda orta sofayı saymazsak hiçbir zaman kullanılmış veya ulaşılmış bir form değildir. Öte yandan bu yazının sınırlarını aşacak olan modern öncesi zamanın kutsal ev kategorisi ile bugün kullanılan manada profan ev kategorisinin birbirinden tamamen uzak olduğunu hatırlatmakta fayda var. Bu konuyu belki daha uzun ve bu bağlamından çıkmayacak şekilde bir başka yazıda değerlendirmek gerekecek sanırım.

    Danışman jurilerle ilgili “Alevi kökenli olmak” sorunuza gelelim. Bu soru gerçekten dikkatsizliğinizden olmuş olmalı cevap vermekte zul, vermemekte. İsterseniz siz bu konuya bi daha bakın, danışman juride bulunan isimlere bir daha bakın belki bu konuda söylemek isteyeceğiniz başka birşeyler olur.

    Yarışmada seçimler ve sıralama konusunda sorumluluk asli juridedir. Bu konuda cevap vermediğimi bilmenizi isterim bunula birlikte birinci olan projenin bir ev tipolojisini yeniden üretmeyi bu ibadethaneler için önermesi hayatın kabul eeceği bir durum değil. Herhangi proje veya yarışma bugün sadece bir ibadethane ile ilgili bir yaklaşım geliştirme ve düşünsel iklim oluşturmakla sınırlı bir etkiye sahiptir. Bu yarışmanın amacı bir tipolojiye ulaşmak ve bu dinamik tartışmayı kültürel etkilerinden koparmak değildi, sonuçlarda böyle değerlendirilmedi, bunun tersi yaklaşım ise her platformda reddedildi.

    “Tanımak gerekirdi Aleviliği, sadece danışmanlara bırakmamak lazımdı. Yarışma sonucunu sadece danışmanların mimari bağlamdan bağımsız bilincine bırakmak ya da mimarların Alevilik bağlamından bağımsız görgülerine bırakmak bu eklektik sonucu ortaya çıkarmıştır. Ancak Alevilik ve Alevi mabedi bu yaklaşım ile baş başa bırakılmayı hak etmemektedir.” Bu paragrafınız süreç hakkında yanlış bilginiz olmasından kaynaklanıyor. Yarışma sonucunu sizin iddia ettiğiniz gibi bizim “mimariden bağlamından bağımsız bilincimize” bırakmadılar. Öte yandan Alevilikte kutsal mekan ve mimarlık tarihi ilişkisi üzerine ciddi düzeyde bir entellektüel üretimin olmaması ve mimarların dünyasına sirayet edebilecek düzeyde entellektüel ürün ortaya konamamış olması, travmatik modernleşme dönemlerinde gelenekten repertuar ve teoloji anlamında köklü kopuşun oluşmuş olması Aleviğin diğer güncel sorunları ile benzerlik taşıyor. Bugün Aleviliği bilen mimarların, hatta bizzat Alevi mimarların kentlerde değişik koşullar altında ürettikleri yapıların yarattığı memuniyetsizlik bu süreci doğurmuş değil mi?

    Bu yazı vesilesi ile emek veren, yarışmaya katılan herkese emekleri için teşekkür etmek ardından da sitemde bulunmak istiyorum kollokyuma gösterilen ilgi düzeyi bu konunun tartışılması arzusuna ve bu konuda mimarların samimi olarak fikir arayışlarına tutulan bir aynaydı.

    Maltepe ve Beylikdüzü Cemevi yarışması için yazmayı planladığım genel kritik yazısı hakkımı baki tutuyorum. Selamlar.

Bir yanıt yazın