Uzun bir aradan sonra kent ve medya söyleşilerimize, Radikal Gazetesi muhabiri Elif İnce ile devam ediyoruz.
Elif İnce: Amerika’da sanat tarihi okudum, yüksek lisansımı da gazetecilik üzerine yaptım ve sonra Radikal’de muhabirliğe başladım. Bir süre sonra yaza yaza şehir ön plana çıkmaya başladı. Ailede çok sayıda mimar olmasının da etkisi vardır belki. Aslında kentsel dönüşüm sadece mimariyle alakalı bir mesele değil, bir yandan içinde sosyolojiyi, ekonomiyi, siyaseti, insan hayatını barındıran bir mesele. Her alana giriyor ve sokakla, gündemle çok bağlantılı. Bu konuda bir boşluk olduğunu da görüyorum, genelde dönüşüm projelerine dair haberleri gazetelerin emlak sayfalarında görmeye alışığız.
Eİ: Beyoğlu’nda yalnızca tüketim ve turizme odaklanmış bir değişim yaşanıyor. İstiklal’de her gün yeni bir zincir mağaza açılıyor. Ama para harcamak zorunda kalmadan, bir banka uzanıp boş boş göğe bakabileceğin kaç tane park var? Gezi Parkı’nın yerinde de yakında 10 kat yüksekliğinde, kışla taklidi bir bina yükselecek biliyorsunuz. Başından beri bu Topçu Kışlası hep müze olacak diye meşrulaştırılmaya çalışılıyorken Başbakan geçenlerde ‘Rezidans veya AVM olabilir’ dedi. Bu kışlanın Marmara Oteli’ne bakan cephesi açık olacak deniyor, ama içeriye girdiğin zaman kafelerin parsellemiş olduğu alanlarda oturuyor olacaksın. Şimdi bu kimin ihtiyacı? Geçen ay Gezi Parkı’nda binlerce kişilik bir etkinlik yapıldı, Gezi Parkı Derneği’nin düzenlediği. O etkinlik sırasında parkta Tarlabaşı’ndan gelen kalabalık bir aileyle tanıştım. Bir grup kadın ve çocukları çimlerde oturuyorlardı. Parka yazları her gün geldiklerini söylediler. Parkın yerine inşaat yapılacağını da o gün etkinlik için parka asılan afişlerden öğrenmişler. Gezi Parkı’nın çocuklarla gelebilecekleri tek yeşil alan olduğunu anlattılar. Parkın tekinsiz olduğu iddialarını sordum, geceleri 12’ye kadar orada durduklarını, şu ana kadar kimsenin kendilerini rahatsız etmediğini de söylediler.
Tarlabaşı projesi de böyle. Yıkılan 360 numaralı adanın üzerine yapılacak ofis projesinin satış merkezine gitmiştim haber yapmak için. 360 Ofis adı, 100 metrekarelik bir ofis 800 bin dolara satıştaydı. Oysa aynı caddede yani Tarlabaşı üzerinde, hem de kültür varlığı olarak tescil edilmiş 5 katlı bir bina 760 bin liraya kamulaştırılmıştı. Düşünün ki o koskoca binanın sahibi, kamulaştırılan tarihi binasının yerine 360fis’ten 100 metrekarelik ofis bile alamıyor. Yani burada şöyle de bir mantık var, şehrin rantını yalnızca belediyelerin veya merkezi yönetimin uygun bulduğu firmalar yiyecek. Bina sahibi yıllarca tescilli bina olduğu için ceza yemiş mesela tabela taktı diye, şimdi o projeyi yapan firma yüzlerce tarihi binayı yıkabilmek için kurula tescil düşürme başvurusunda bulunuyor ve bu da kabul ediliyor. “Bu bina özelliğini kaybetmiş, buyur yık” veya “Cephesini tutsan yeter” diyor kurul. Müteahhit firma da yeraltına otoparklar yapıyor, tarihi dokuyu silip süpürüyor. Burada inanılmaz bir ikiyüzlülük var.
Aslında bütün bu projeler yabancı yatırımcıyı Türkiye’ye çekecek projeler olarak düşünülüyor. Dolayısıyla her yer giderek birbirine benzemeye başlıyor: Taksim meydanında yeni açılan ruhsuz cafeler, Talimhane’de birbirinin aynı oteller, Beyoğlu’nda cam vitrin içinde kadınlara yerel kıyafetle yemek yaptıran lokantalar, nargileciler… Belediyenin Tarlabaşı yıkım alanının önüne astığı ilk proje görsellerinde Vespa’lı, Louis Vuitton çantalı tipler vardı. Oradaki bir nalbur bana ‘Bu kuşlar bile bizimkilere benzemiyor’ demişti. Herhalde bir eleştiri geldi de daha yerel gözüktüğünü düşündükleri yüzler koydular şimdi. Tam bir tiyatro!
Eİ: Tabii. O girilmeyen Tarlabaşı bir anda inanılmaz değerli, inanılmaz merkezi bir yer olarak pazarlanıyor şimdi. Yıllarca çöpler bile toplanmamış. Yaşayan insanlar için hiçbir hizmet sunulmamış. Aslında şartlarını iyileştirmeleri gereken insanların hayatlarını dağıtıyorlar.Yıldız Teknik Üniversitesi Şehir Planlama Bölümü’nden Asuman Türkün’ün yürütücülüğünde yapılan TÜBİTAK destekli bir araştırmaya göre Ayazma’da kentsel dönüşümle evlerinden olanlar Bezirganbahçe TOKİ’ye taşındıktan sonra işsizlik kat kat artmış. Aynı şekilde çocukların eğitimleri de sekteye uğruyor çünkü aile çocuğuna “Üniversiteye gitme, çalışıp evin borçların ödememize yardımcı ol, yoksa evden çıkmak zorunda kalacağız” diyor. Şimdi Ayazma mağdurlarının evlerinin arazisine yapılan My World Europe projesinde Ağaoğlu’nun hayali olan 10. kattaki balkonlarda kim oturuyor peki?
Eİ: Son birkaç aydır riskli alan ilan edilen bölgeler üzerinden konuşabiliriz dönüşümü. 2004’te JICA’nın hazırladığı bir rapor var. Japonya’dan gelen mühendisler tarafından hazırlanmış olan bu raporda belirlenmiş birtakım riskli bölgeler vardı. Fakat son zamanlarda riskli alan ilan edilen bölgelerin de, kentsel dönüşüm yapılmış yerlerin de bu haritayla hiçbir alakası yok. Sütlüce Örnektepe mahallesi riskli alan ilan edildi örneğin. Oranın hikayesi de şöyle: Mahalleye devasa bir otel yapılıyor. İnşaat sırasında arkadaki evler feci derecede hasar görüyor. Gidip görmüştüm, deprem olmuş gibi, ev yarılmış ve içerisini görebiliyorsunuz. Daha sonra bu bölge riskli alan ilan ediliyor! Şu süreçte mahallenin çoğu evlerinin yerine yapılacak projeye ikna olmuş gibi görünüyor. Fakat anlaşmak istemeyen bir kişi var. Bölge riskli alan ilan edilmiş ama adamın evi sapasağlam, gelir durumu da o mahallede yaşayanlara oranla daha yüksek. Bu yüzden bu projeye mahkum hissetmiyor kendini, “Ben evimden memnunum, çıkmak istemiyorum” diyor. Sürekli üstü kapalı tehditler geliyor, anlaşması için baskı yapılıyor fakat adamın istediğinin altında bir fiyat teklif ediyorlar. Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan bunu kendi söyledi, “Biz orada 2 kişiyle anlaşamadık, bu yüzden bu alanı riskli alan ilan ettik” dedi. Riskli alan ilan etmek böyle bir şey midir? Yani anlaşılamayan iki kişi olduğunda başvurulacak bir yöntem midir? O zaman risk, anlaşılamayan kişiler demek.
Mesela Derbent Mahallesi de riskli alan ilan edildi. Sarıyer’in İstanbul’da deprem açısından en güvenli bölgelerden biri olduğu biliniyor. Binaların çoğu 2 katlı. İstanbul’da kaynaklarını sağlamlaştırmaya harcayacağın tehlikeli alan burası mıdır? Mahallenin haklarını aramak adına kurduğu bir kooperatif var. Planları inceledikleri zaman bu planlara dahil edilmediklerini görüyorlar. Kocaman mahallenin bir köşesindeki sosyal konutlarda tıkıştırılacakları bir proje olduğunu anlıyorlar. Sosyal konutların planlandığı yerin hemen yanında ise kiraları 3500 TL’den başlayan, 650.000 – 950.000 TL arasında satılan MESA Konutları yer alıyor. Derbent’te ise bahçeler içinde, alçak konutlarla bambaşka bir yaşam alanı var tabii. Şimdi Derbentlilerin o müthiş boğaz manzaralı, metroya yürüme mesafesinde arazileri yatırımcıların ağzını sulandırıyor, oralardan da MESA kirası alınmak isteniyor. Dolayısıyla Derbent birdenbire ‘riskli alan’ oluveriyor. Yıllardır oranın tersanesinde, sanayisinde çalışmış insanlar da işgalci oluveriyor.
Eİ: Her şey gizli saklı yürütülüyor. Biz bile belgelere ulaşmaya çalışırken çok zorlanıyoruz. Sadece basın danışmanlarıyla iletişim içindeyiz. O da yalvar yakar cevap alıyoruz. Sanki ben çok gizli bir bilgiyi elde etmek istiyormuşum gibi bir tavır takınıyorlar. Neden bu planlar mahallelere asılmıyor? Neden belediyenin 3. katındaki bilmem kaçıncı kapısında askıya çıkıyor? Neden projenin detaylarını bilmiyoruz? Bence herkes kendi mahallesinde tebeşirlerle sokağa çıkıp “Kaldırımımızın şu kadar genişletilmesini istiyoruz, şu sokağa araç girmesin, şurada çocuk parkı yapılsın” diyebilmeli…
Eİ: Ben Çamlıca Camisi’nin haberini yaptığımda şöyle bir nokta çok dikkatimi çekmişti. Jüri birinci seçmiyor, ikinci ve üçüncü seçiyor. Bu oldukça garip bir durum. İkinci ve üçüncü projelerde de bir çağdaş bir de geleneksel proje çizilmiş. Başbakan’ın geleneksel türde cami sevdiği bilinen bir şey. Yarışma yönetimi açısından bakıldığı zaman da rezalet bir süreç. En sonunda da bu proje ortaya çıkıyor. Zaten çok konuşuldu bu projenin özgün bir proje olmadığı. Sembolizmleri o kadar sığ ki. 72 buçuk millet diye bir şey var mesela. Caminin kubbesinin yüksekliği olan 72,5 metre, Anadolu’da yaşamış 72 buçuk millete referans veriyormuş! “Buçuk millet” nedir acaba? Bir yerde cami ihtiyacı varsa tabii ki cami yapılsın. Fakat Çamlıca’da böyle bir ihtiyaç var mıydı?
Eİ: Her şeye dışarıdan bakılıyor, içeriden değil de dışarıdan nasıl görüneceği önemseniyor. Mesela Taksim Meydanı’nda da Başbakan “İnsanlar gelip Kışla’nın önünde fotoğraf çektirmek isteyecekler” dedi. O binanın işlevi, yerelin ihtiyaçlarına nasıl cevap vereceği değil yani dert… Benim İstanbul’da en sevdiğim cami Cihangir’deki Firuzağa Camii. Gerçekten o meydanın ölçeğine göre yapılmış, mahalleyle uyum içinde olan dünya güzeli bir bina. Çamlıca Camii’nin ise tamamen dışarıdan nasıl görünecek kaygısıyla hazırlanmış, yerelden tümüyle kopuk bir proje olduğunu düşünüyorum.
Eİ: Çok bölük pörçük bir ilişki. Bütüncül bir planlama olmayınca her gün mantar gibi yeni projeler türüyor. Mesela 3. havaalanı, 3. köprünün planlaması neden daha önce, büyük ölçekli çevre düzeni planları yapılırken düşünülmedi? Haliç Metro Geçiş Köprüsü’ndeki yer seçimi ve köprünün kibarca ifade edersek tasarım sorunları… Her yerde bunun gibi bölük pörçük projeler var. Trafiği altgeçit yaparak çözmeye çalışıyorlar ama trafiğin şehrin bütününde nasıl azaltılabileceği düşünülmediği zaman yapılan her iş eksik oluyor. Ayrıca İstanbul’a tepeden bakılarak yapılan kuşbakışı planlar beni endişelendiriyor. Mesela ocak ayında bir torba yasayla içmesuyu havzalarındaki derelerin koruma bandı 100 metreden 10 metreye düşürüldü. İSKİ’nin eleştirilere cevabı şöyle oldu: ”Yeni yönetmelikten etkilenen derelerin tamamına yakını kuru dere vasfındadır.” Yani “Tüm bu derelerimiz kurumuş, dolayısıyla koruma bandının kısaltılmasının bir önemi yoktur” diyor. Dereler kurudu diyorsak burada atılacak adım koruma bandının daha da daraltılması mı olmalı? Ekolojik koridorlara yapılacak yeni şehirler de ‘yeşil’ ve ‘bio’ gibi etiketlerle pazarlanıyor. Çevresindeki yerleri de kendi çöplüğüne dönüştürüyor İstanbul. Suyu oradan al, hafriyatı buraya dök… Tam bir asalak gibi yaşadığını hissediyorum şehrin.