“Kentsel Dönüşüm” Kavramının İçini Maalesef Dolduramadık

Bünyamin Derman ile söyleşi...

Gül Keskin: Adınız sıklıkla yarışmalarla birlikte anılıyor, bugüne kadar çok sayıda ödül kazandınız. Hatta ofisinizde çalışan genç mimarları da bu konuda teşvik ettiğiniz biliyoruz. Yarışmalara katılmak sizin için ne anlam ifade ediyor?

Bünyamin Derman: Yarışmalar dünyada yaygın olarak kullanılan bir proje elde etme yöntemidir aslında. Özellikle önemli kamu binaları ya da kentsel dönüşüm projeleri bu yolla hayata geçirilmiştir. Bu yöntem işveren için birçoğunun içinden, bu konuda görüş sahibi olan jüri yardımıyla nitelikli bir proje elde etmek demekken, mimar için de salt mimari becerisi ve fikriyle iş yapabilme olanağı demektir. Kamuoyunun gözü önünde, onu da içine alan katılımcı ve şaibesiz bir süreçtir.

Aynı zamanda, benim ve pek çok genç meslektaşım için mimarlık yapabilmenin bir anahtarı. Üniversiteden mezun olduğunuz zaman ya bir üstat mimarın yanında yetişirsiniz ya da kendinize güveniyor ve yeterli buluyorsanız yarışmalar yoluyla meslek pratiği kazanmanın yollarını ararsınız. Kafa yorduğunuz her konu ya da uygulama şansı bulduğunuz her yapıyla biraz daha deneyim kazanır ve kendinizi ispat etmeye çalışırsınız. Yarışmalar birçok farklı konuda düşünme, üretme şansı veren çok önemli bir meslek içi eğitim mekanizmasıdır. Yani yarışmaların bir boyutu eğitim, diğer boyutu da iş alma boyutudur. İşin alınması artık profesyonel alana geçiş anlamına gelir. Yarışmalar da profesyonelce tabii ama işin biraz daha amatör-profesyonel kısmı. Yarışmayı kazandıktan sonra artık iş sizindir, sözleşme yapılır. Bir büronuz yoksa henüz , kurulur ve artık ateşten gömleği giymişsinizdir. İşin layıkıyla yapılması için meşakkatli bir süreç başlar. Üstelik tek derdiniz mimarlık da olmaz: işveren talepleri, mühendislerin olmazları, değişiklikler, uykusuz geceler, stresli günler…

Yarışmalar, hem genç mimarlar için, hem de küresel dünya ve ekonomik ilişkiler göz önünde bulundurulduğunda hemen her mimar için ulusal ve uluslararası arenada rekabet şansı verir. Bugün yerli ya da yabancı yatırımcıların ülkemizde yapacakları işler için bu yolu seçmiş olmaları ülkenin mimarları için de bir avantaj aslında. Zira söz konusu işi doğrudan bir büroya da verebilirler ama davetli ya da yarı davetli yarışmalar organize ederek birçok büroyu bir araya getiriyor ve önemli bir çok fikrin üretilmesine olanak sağlıyorlar. Bizler de uluslararası arenadaki mimarlarla yarışma imkanı buluyoruz. Bunun hem kişisel olarak hem de büro bazında mimarın kendini konumlandırmasına olanak sağladığına, kapsamlı kimi projelerde birden çok büronun birarada yaptığı çalışmaların da ortak çalışma kültürünün gelişimine katkıda bulunduğuna inanıyorum.

Son zamanlarda ülkemizde bu manada birçok yarışma yapıldı. Bunların bazılarında Türk mimarlar vardı, bazılarında yoktu. Oldu, olmadı tartışmaları yapıldı, ama çok da önemli değil. Önemli olan bundan sonrası. Özellikle sermayenin bu kadar özgür dolaştığı ve hızlı aktığı, rekabetin kızıştığı bir ortamda, hepimize iş yapabilmenin kapılarını açacak bu kurumun doğru ve sürekli işlerliğini sağlamak gerekiyor.

GK: 10 sene öncesi ile günümüzdeki durumu değerlendirdiğinizde ne gibi farklılıklar var sizce?

BD: Tabii esasında bir kere tasarım dili ve ekipmanlar değişti. 10 yıl önce bilgisayarlar yine vardı belki ama şu anki gibi kullanılmıyordu. Bunda bilgisayar teknolojisindeki gelişmelerin, programların ve kullanıcı yetkinliğinin kuşkusuz büyük payı var. Eskiden bilgisayarlar destekti, temel enstrüman kalemdi. Bugün ise artık bilgisayarla çizim yapmayan büro yok. Bu değişim üretimin hızını etkileyen önemli bir fark. Aynı zamanda tasarımda bazı zor formları deneme cesareti vermesi açısından da avantajlı. Hücre sisteminden ortaya çıkan amorf bir yapıyı tasarlarken elle çizmeniz, anlatmanız ne kadar zor ise bunu bilgisayarla yapmanız tersine bir o kadar kolay. Temelde böyle bir farklılık var yani en azından tasarımda sınır kalmadı. Gerçi zamanında kimi zor formların geleneksel yöntemlerle de ne kadar başarılı yapıldığının örneklerini yadsımamak gerek , Saarinen ya da Gehry’nin eserlerindeki gibi… Gehry de başlangıçta pek çok şeyi elle çizmiştir.

Kendi adımıza metodolojimiz hiç değişmedi, tabii elle çiziyoruz demek istemiyorum ama bütün tasarımlarımızı maket üstünden kuruyoruz. Bu da önemli bir mevzu. Proje ile ilgili okumaları, yani programı, arsa verilerini, çevreyi ve onunla kurulan ilişkileri içeren okumaları tamamladıktan sonra çalışmaya maketler üzerinden başlayıp, bu üç boyutlu değerlendirmeyi bilgisayar ortamında modelleyerek tasarımı geliştiriyoruz. Tasarıma bakış açımız da çok değişmedi, sadece sunum enstrümanı değişti. En son bir grupla Almanya’ya bir yarışma projesi hazırladık. Davetli bir yarışmaydı, Arat+Siegel+Schust, Dominique Perrault, Meinhard von Gerkan gibi katılımcıların olduğu bu yarışmaya biz Mete ve Cem Arat’la birlikte katıldık. Hazırladığımız proje dereceye giren ilk sekiz projeden biri oldu. Orada da metodoloji aynıydı, yine çalışma maketleri hazırladık. Tasarıma maket üzerinden başlamak ve geliştirmek yöntemi hiç bir zaman değişmiyor, sırf bizde değil bütün dünyada bu böyle. Ben de genel olarak yarışmaya katılan arkadaşlarımıza şunu tavsiye ediyorum, iyi bir araştırmacı olacaksın ve maket üstünden değerlendiriceksin yaptıklarını, çünkü ürün o. Biz Graphisoft Yarışması’nda da maket üzerinden kurmuştuk projeyi 7 – 8 yıl önce, yine bilgisayarla sunduk ama metod aynıydı.

Şüphesiz bugün bilgisayar ortamında yapıyı modellemek, sonrasında fikri anlatmak daha kolay ve hızlı. İnternet üzerinden inanılmaz bir bilgi akışı var. Bu durum insanlara farklı bakış açıları kazandırıyor. Malzeme teknolojisindeki gelişim tasarımcının yaratıcılığını kamçılıyor. Aslında dünya dönüp yıllar geçerken herşey değişiyor, değişmeyen birşey varsa sanırım o da heyecan. Mimarlığa ve onu yapmaya duyulan heyecan.

Geriye dönük bakarsanız, açılan yarışma sayısı çok da fazla değişmedi. Son zamanlarda biraz daha fazla yarışma açılmaya başladı, o da biraz yerel seçimlerin yaklaşmasıyla alakalı. Daha çok belediyeler ve kamu kuruluşları açıyor yarışmaları. Özel sektörün çıkardığı davetli yarışmalar da oluyor ama onlara da pek yarışma denemez, çünkü bir jürisi yok. 10 – 15 tane mimari gruptan bir alan için teklif alabilirler ama o da adı üstünde tekliftir. Projelerin değerlendirilmesi adına jüri önemli. Ülkemizde son yıllarda gerçekleştirilen yarışmaları yine devlet çıkartıyor. Aralarında uygulama şansı bulanlar olmakla birlikte yine de sayıları oldukça az. Bazen araya farklı ilişkiler giriyor, bazen yatırım maliyeti ve idarenin bütçesi arasındaki uyumsuzluk ya da yönetimin el değiştirmesi ile yatırımın yönü değişiyor. Rafa kaldırılan her proje mimarının hayalini, enerjisini alıp götürürken, bir yandan da sisteme olan inancını sınıyor.

GK: Arada bahsettiğiniz Almanya’daki yarışmaya tekrar geri döneceğim ama hazır yarışmalar demişken bir konuya daha değinmek istiyorum. Yarışma projelerinin uygulanabilirlik yüzdesi çok düşük dediniz. Benzer şekilde Zübeyde Hanım Kültür Merkezi ve Karşıyaka Belediye Binası projelerinizde de böyle bir talihsizlik yaşandı. Şu anda bu binaların uygulaması ne aşamada?

BD: Biraz önce de değindiğim gibi yarışmaları çoğunlukla ya Belediyeler ya da Bayındırlık Bakanlığı açıyor. Bayındırlık Bakanlığı ile Belediyeler arasında işleyiş yönünden biraz fark var, bunu Zübeyde Hanım Kültür Merkezi projemizdeki tecrübemizle rahatlıkla söyleyebilirim. 1990’ların ikinci yarısı, o zaman bu kadar yoğun değildi işler, bu nedenle sınırlı bir kadroyla çalışıyorduk. 4 kişi bir yıl boyunca bu projeyi çalıştık. Sonuçta proje ihaleye çıktı, kazanan firma temelini attı vs. Ama hemen sonra seçim oldu ve o gün bugündür temel kazıklarının üstüne birşey koymak nasip olmamıştır. Maalesef, bizim ülkemizde yerel yönetimlerde yatırımların devamlılığı yok. Gelen, giden kişinin başlattığı yatırımları sahiplenmiyor ve bu nedenle böyle sorunlar yaşanıyor. Düşünsenize bir büro olarak bir yıl emek veriyorsunuz, ama ortada bu emeği taçlandıracak bir yapı yok, ne kadar acı… O zaman için çok sıkı bir çalışma yapmıştık, çalışma maketleri hazırlamıştık, mühendislik projeleri dahi bitmişti. Eğer uygulansaydı bize ne kazandıracaktı öyle bir proje? Bir kere 1.000 kişilik kongre salonu, 750 kişilik tiyatro salonu, 500 kişilik okuma salonu, atölyeler, kütüphaneler… Yaklaşık 30.000 – 40.000 m²’lik bir kültür tesisi. Bir ülkede mimariyi gösteren kültür yapıları, spor tesisleri gibi büyük kamu yapılarıdır. Konuttan çok önemli bir mimarlık ürünü çıkmaz. Kentin %80’inini bunlar oluşturur ama, onlar ülkenin mimarisini öne çıkaran binalar değildir. Oysa kamu binaları farklıdır. Şov da orada yapılır zaten. Dikkat ederseniz dergilerde veya diğer yayınlarda daha çok eğitim, spor, kültür yapıları, havalimanları gibi tek yapılar öne çıkar. Konut olarak da düzgün yapılar vardır muhakkak ama, ses getiren yapılar bunlardır. O şansı yitirdik biz. 200 metre bir saçak vardı mesela o projede, Türkiye’de yapılmamıştı. Maalesef bazı şeyler sadece kağıt üzerinde kaldığı için, yapı deneyimi gecikiyor, büroya aktarılamıyor. Ürün ortaya konulamayınca ne kadar geliştiğini iddia edersen et, yapıyı birebir görmediğin için de maalesef olmuyor. Eğitim sadece kağıt üzerinde mimarlıkta değil, binanın ortaya çıkmasıyla da eğitim devam ediyor. Olgunluk, oradaki tecrübeler, ilişkiler yapıyı oluşturmak tüm bunlarla bir bütün aslında. Müteahhitle olan, mal sahibiyle olan ilişkiler, yapı ve malzeme ilişkileri. Bakalım seçtiğin malzeme yapıda nasıl duruyor. Peki ya maliyet nereye varıyor? Sözün özü o kadar emek boşa gitmiş oluyor. Ben bunu trafik sıkıştığında arabaların boşa harcadığı benzine benzetiyorum. Bu da mimarlık ortamı için bence boşa harcanmış bir emektir. Ne diyebilirim ki tabii bir proje deneyimi oldu, para da kazandık bedava yapmadık, ama yapı yapılmadığı için referansın yok mesela.

Bana şimdi ne yaptın diye soruyorlar, bazen hiç bir şey yapmadım diyorum. Bizim ülkemizde kötü de yapmış olsan bir referans oluyor. Mesela konut konusunda da bir ara bize “Hangi konutları yaptınız?” diye sormuşlardı. Konut yapmadım dedim. Peki bana iyi bir konut gösterin, iyi örnek yok ki doğru dürüst. Son 4 – 5 yıldır yeni yeni birşeyler çıkmaya başladı. Ama daha önce toplu konut mimarisinde çok öyle düşünülerek projelendirilmiş yapı yoktu. Belki de vardı da biz bilmiyorduk.. Ama sonuçta Türkiye’de birşeyi yapmış olman bile bazen sana referans oluyor, bir yatırımcının sana güvenmesi için bu gerekiyor.

Bir diğer talihsiz serüven Karşıyaka Belediye Binası. O proje de aynı duruma düştü. Davetli bir yarışmaydı, 3 – 4 büro katılmıştı. Biz o binayı çok severek yaptık. Belediye binasının bir kamusal alan olarak insanların kullanımına açıldığı, ışığın, iklim verilerinin tasarıma yön verdiği güzel bir projeydi. Orada da 40 metre güzel bir konsol saçak vardı. Biz hem Karşıyaka Belediyesi hem de Zübeyde Hanım Kültür Merkezi’nde iklim verilerini çok iyi kullandık. Oradaki deneyimi de görmek isterdim ben açıkçası. Projenin tamamen kabası bitmişti ki yine belediye başkanı değişti ve yeni gelen belediye başkanı belediye binasını başka bir yere yaptı. Bu bina da şimdi değişti, hastane oluyor. Aslında hastaneye uygun bir yapı değil. Bir kere binanın aksları hastane için uygun değil. 6 metrelik akslar kullandık biz orada ve ıslak hacimiyle birlikte hastanenin modülleri bu yapıya sığmıyor. Binayı bir hastane grubu almış. Belediye binası yapmışsınız, hastane oluyor. Ona sıkı bir müdahele gerekiyordu, ben bozmak istemedim. Çekildim, başkası bozsun. Oysa uygulansaydı eminim güzel bir deneyim olacaktı. Yapının kentle kurduğu ilişki çok iyiydi, çok beğeniyordum ama öyle bir yapı da olmadı.

Dediğim gibi yarışmalar çok güzel ama projelerin kaderleri sana bağlı değil. Sizin sorunuz Zübeyde Hanım ve Karşıyaka’yla bitti ama bunun gibi yüzlerce örnek verilebilir. Türkiye Cumhuriyeti’nde sadece Bünyamin Derman’ın başına gelmiş değil bu talihsizlikler. Başka grupların başından geçen, böyle birinci seçilip sözleşme masasında, projede ya da temelde kalan onlarca proje sayılabilir. Cem İlhan’ın mesela, Tariş Genel Müdürlüğü Binası. Bütün projeleri belki 1.000 pafta çizdiler. Ama sonuçta o da tamamen yönetimsel tercihler ve yatırım maliyetleri yüzünden ortada kaldı. Bazı şeyler gerçekten zor. Yoksa birlikte yapılan üretim, herkesin inanç ve gayretle yaptığı çalışmalar çok keyifli ama maalesef herşey size bağlı değil. Eğer Türkiye Cumhuriyeti’ndeki bir belediyeye veya devlete yapıyorsanız bu işi bilin ki bu inanılmaz zor birşey.

GK: Almanya’daki davetli yarışmadan da bahseder misin biraz, konusu neydi?

BD: ASP’yle yani Mete Arat’la ilk kez 2006’da 212 İstanbul Alışveriş Merkezi Davetli Yarışması’na katıldık, kazandık. Projelendirme sürecinin sonunda uygulaması başlamış bir iş bu şimdi. Bu süreç içerisinde aynı grupla yaptığımız başka ortak çalışmalarımız da oldu. Bahsettiğimiz davetli yarışma da bunlardan biri. Teklif onlardan geldi. “Köln’de bir opera binası yarışması var, beraber katılalım” dediler. ASP’den iki arkadaş Türkiye’ye geldi, proje de burada çizildi. Uluslararası arenada gerçekten ses getirmiş 35 mimarın davetli olduğu bir yarışmaydı bu. Gerçekten heyecan duyduk. Dominique Perrault, Meinhard von Gerkan gibi Almanya’nın nerdeyse bütün ünlü mimarları. İlk 8’e kaldık. Bu sayede hem uluslararası arenada kendimizi tartma şansı hem de öyle böyle bir konuyu çalışma fırsatı bulduk. Bizim derdimiz kendini geliştirebilmek esasında. Daha önce yarışmalar vesilesiyle 4 – 5 tane tiyatro salonu yapmıştık. Ankara Opera, Kongre ve Tiyatro Binası yarışması mesela orada ikinci olmuştuk. Bursa’da keza aynı şekilde.

Konuyla ilgili çalıştıkça birşeyler öğreniyorsunuz, çalışmadıkça hiçbir şey öğrenemiyorsunuz. İlk defa bir tiyatro binası yapmak hakikaten zordur. Köln Operası bizim için, gençlerle beraber farklı iki büronun ortak çalışması olması itibariyle de iyi bir deneyimdi, enteresan bir proje yaptık. Yorucu ama keyifli bir süreçti. Çıkan ürünün değerlendirilmiş olması bizim için motivasyon kaynağı oldu.

Çalışma metodu yine aynıydı, çalışma maketleri ve modeller üzerinden geliştirilen tasarım. Bence her zaman fikir önemli, onun için de akademik çalışmanın çok iyi olması lazım. Akademik birikim, oraya nasıl yaklaşılacağı çok önemli. Köln’e hiç gitmemiş olabilirsiniz ama orada gibi hissedebilirsiniz kendinizi. İnternet ortamı, araştırma, dünyaya bakış, alanı iyi bilmek gerçek anlamda. Veriler doğruysa, çözüm önerileri de bir o kadar doğru oluyor.

İşin bir diğer yönü daha önce bahsettiğimiz ortak çalışma kültürünün geliştirilmesi hususu da çok önemli burada. Sorumluluğu paylaşmak ve tabii sonuçları da. Birlikte kazanılmış bir başarıyı taşıyabilmek. Bunlar mesleki olgunlaşmanın başka yönleri bir anlamda. Bazen hani insanlar sen yaptın, ben yaptım gibi söylemlerde bulunuyorlar ya hiç önemli değil. Herkes kimin ne yaptığını biliyor. Ben onu hiç önemsemiyorum artık. Büromda da birçok isim tek başına yarışmaya girebilir, desteklerim ve başarıları beni grurlandırır. Ben yaptığım işten mesleki anlamda zevk almış mıyım? Gerçekten bize bilgi olarak bir dönüşü olmuş mu? Çıkan ürün bizi tatmin ediyor mu? Benim önemsediğim şeyler bunlar. 2009 yılından itibaren çizdiğimiz projelerin uygulamaları yavaş yavaş tamamlanıyor. Bazıları yarışma, bazıları özel iş olmakla birlikte 4 – 5 proje var hayata geçen. Yavaş yavaş biz de yarışmalardaki o deneyimin nereye kadar gelebildiğini görüyoruz. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim master plan bazında sorunumuz yok. Çoklukla sıkıntı işverenin maliyetleri sürekli aşağıya çekmek için projelerde yaptırdığı değişiklikler. Bu hem projelendirme sürecini uzatan hem de projede kimi tavizlerin verilmesini dayatan bir durum. Orada artık başlanmış bir işi bitirmek gibi bir sorumluluğa da sahipsiniz. Sizin elinizde olmadan bir takım değişiklikler olabiliyor,bu durumda biz müşterinin taleplerini gerçeklerken yapının ruhunu korumak için elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyoruz. Diyeceğim bitmiş ürünün değerlendirilmesi yapılırken eleştiri ve memnuniyetin tek sorumlusu mimar olmuyor aslında. Bu bir ekip çalışması. Siz ve büronuz iyi olmak zorunda, birlikte çalıştığınız mühendis ekibi iyi olmak zorunda, aranızdaki koordinasyon da öyle. Ama iş bununla bitmiyor. Şantiye ekibinin ve belki en önemlisi size güvenen iyi bir işverenenizin de olması gerekiyor.

GK: Yakın bir tarihe kadar az sayıda çalışanın olduğu bir mimarlık ofisiydiniz, şimdiyse kurumsallaşma yolunda hızla ilerliyorsunuz. Mimarlık ofisleri için kurumsallaşma önemli ve zor bir adım. Sizin bu süreçte karşılaştığınız problemler oldu mu?

BD: Benim yıllar öncesinde kafamda ofis için büyük bir antrepo kullanmak fikri vardı. Gehry, Thom Mayne gibi Kaliforniyalı grupların çalışmalarını hayranlıkla izlemişimdir hep, o zamanlar antrepo ve depolarda büyük modeller yapıyorlardı. O yıllarda hem üniversitede hocalık yapıyoruz hem de yarışmalara giriyoruz. Hep böyle içimde büyük atölyelerde çalışma arzusu vardı, tasarımlarımızı büyük ölçekli maketler üzerinden geliştirelim falan. Biraz marangoz okulundan mezun olmanın da getirdiği birşey belki. Tabii bunların hepsi bir bütçe ve olanak meselesi, sadece hayal etmiş olmanız yetmiyor.

Bu büroyu o zaman hayal etmiştim. Burası ilk aldığımızda gerçekten kepazeydi. Önceleri, burayı bir atölyeye dönüştürebilir miyiz diye çok düşündük. Şimdi yandaki tamir atölyelerini de alsak mı diye düşünüyoruz. Tabii kentin bu kadar merkezinde bir yerin alınması öyle kolay olmuyor. Amacımız bu anlamda bir mekan elde etmekti, bunu da elde ettik. Şu anda aşağı yukarı 400 m²’ye yakın bir alana sahibiz. Tek kişi de çalışsanız, büyük bir mekanda olmanız önemli. Zübeyde Hanım Kültür Merkezi’ni çizerken eski ofiste bir toplantı oldu örneğin. Belediye Başkanı, danışmanlar imar müdürlüğünden gelenler falan. Büroya sığamadık. Büronuzun bu tip toplantıları kaldırabilecek kapasitede olması gerekiyor. Gerçi biz onları yine çok iyi ağırladık ama yine de daha farklı olabilirdi. Alan konusu bizim için önemli bir noktaydı, onu elde ettik. Büyük projelerde ekipler çoğalıyor. Hem üretim anlamında hem de koordinasyon yönünden kalabalık ekiplerle çalışıyorsunuz. Bu anlamda sizin mekanınızın da çoğalması gerekiyor. İş bazen bir yarışma kazanarak elde ettiğiniz bir proje, bazen bir davetli teklifin geri dönüşü, bazen de direkt sipariş olabiliyor. Bunlar üst üste gelince de, ofis içinde her bir projede 3-4 kişi çalışsa, bir düşünün…

Aslında 2004 yılından önce bu kadar iş ve talep yoktu. En iyi bürolar dediğimiz bürolarda bile yılda üretilen büyük proje 1 – 2’yi geçmezdi. Şimdi her büroda senede 15 – 16 tane iş yapılıyor, uygulama projeleri üretiliyor. Bu da büroların organize olması, kendine güveninin gelmesini sağlıyor. İşin gelmesi ve mal sahibi tarafından da işin referans gösterilmesi gerekiyor, sadece bir değil birçok işverenin sizinle karşı karşıya gelmesi. Bizi bugüne kadar doğaldır ki yarışmalarla haşır neşir olduğumuz için “Ankaralı büro” veya “yarışmacı büro” olarak tanıyorlardı. Bu doğru değildi esasında. Ama yolumuz uzun ve meşakkatliydi. Biz önce mesleki camiada tanındık, işverenler bizi sonradan keşfetti. İşverenlerle ilişki kurmazsanız iş gelmiyor. Biz yatırımı işverenlere yönelik yapmadık, mesleğimize yaptık. Bence bu çok daha doğru birşey, ama tüm bu çabanın iş olarak bize dönüşü ve büronun tanıtılması anlamında belki biraz geç kaldık. Yine de hem akademik yönden doğru hem de müşteriyi memnun edecek ürünlerin ortaya koyulmasında iyi bir yoldu bu.

İş hacminin artması kaçınılmaz olarak personelin de çoğalması demek. Ancak nitelikli işlerin yapılabilmesi için çalışma arkadaşlarımızın da yeterli olması gerekiyor. Başlangıçta bu konuda hakikaten çok zorluk çektik. Hala da zorluk çekiyoruz, tam anlamıyla bir kurum olmuş halimiz yok. Şu anda dünyadaki bütün büroları inceliyoruz. Türkiye’de de bu yönde belirli sistemler oluşturmuş, deneyimli bürolar olduğunu düşünüyorum. Ama biz acaba daha farklı ne yapabiliriz onu araştırıyoruz. Yavaş yavaş gelişsin, işi üstlenecek sorumlular büronun kendi içinden çıksın istiyorum. Derdim bir proje müdürü transfer edeyim değil. Yeni mezun mimarlar var. Aralarında en çok iş deneyimi olan 4 – 5 sene. Yaptıkları işlere baktığınızda büyük kısmı için konuşuyorum, öyle çok kapsamlı projeler değil. Demek istediğim çok da deneyimli sayılmazlar ama istekliler. 200.000 m²’lik bir alışveriş merkezi yapıyoruz şu anda. Genç bir ekiple götürüyoruz işi. İlk defa yapıyorlar bu çapta bir projeyi. İşin aslı kişisel deneyimim olsa da büro organizasyonu olarak, yani büromda kotardığım bir iş olarak benim için de bir ilk. Ben Bünyamin Derman olarak deneyimli olabilirim, 300.000 m²’lik bina da yaptım ama sadece ben yaşadım o süreci. Şimdi tabii korkuyorlar, strese giriyorlar iki de bir bana “midem ağrıyor” diyorlar. Bu önemli bir meslek hastalığıdır aslında (gülüşmeler). Tabi bu aslında artık o büroyu, projeyi sahiplendiğini gösteriyor. Projeyi iyi temsil etmenin deneyim gerektirdiğine katılıyorum, yeri geliyor bu anlamda ortaklarımız ve bu alanda deneyimli arkadaşlarımız katkı koyuyor. Amacımız kendi içinden yetişmiş, sistemli bir büro yapısı oluşturmak. Şu ana kadar ne kadarını başardınız derseniz, bıçak sırtı diyebilirim. Sayı olarak 19 – 20’yi bulduk, hatta yeri geliyor 23 kişi de olabiliyoruz. Ama personel sayısı olarak değil de kalite olarak istediğimiz noktaya gelebilmemiz için biraz daha zamana ihtiyacımız var. Ben tek adam olmak istemiyorum, zaten böyle bir büroyu tek adam olarak yürütemezsiniz. Sadece temsil edebilirsiniz. Bizden sonra arkadaşlarımız devam etsin istiyorum, bunun için de gerçekten çok kafa yoruyorum. Nasıl olacağına dair düşüncelerim de yok değil ama biraz daha zamana ihtiyaç var. Bazı sorumlulukları ya da payeleri almak için hakikaten çabalamaları lazım insanların. Samimi, sabırlı ve inançlı olmaları lazım. Geldiğimiz noktayı hazmetmemiz de lazım, benim de, diğer arkadaşların da. Uluslararası seviyede bir kurum olmayı hedefliyoruz, belki yabancılarla da birlikte olabiliriz, tam karar vermiş değiliz oturup hep beraber düşünüyoruz. Diğer bürolardaki sistemleri de biliyoruz . Daha çok aile şirketi mantığında yürüyor birkaç tanesi hariç. Bunları da kırmak lazım. ISO kullanan gruplar var, kullanmayan gruplar var. Bunların hepsini araştırıyoruz, avantajlarını ve dezavantajlarını. Niyetimiz amatör-profesyonel, yani amatörlük ruhu içinde profesyonel bir büro oluşturmak ve ülkemiz mimarisi için birşeyler üretebilmek. Yarışmalar bunun için de bize vesile oluyor. Bazen o kadar çeşitli ve de sıkı bir konu olmasına rağmen hakikaten bu konut furyasından bıkıyorsun. Beklentiler ve dertler aynı olunca, 4 tanesi iyi olursa 1 tanesi kötü oluyor. Amaç, o kötüyü yapmamak zaten. Benim amacım tasarım kalitesi olarak hep aynı yerde kalabilmek. Bazen senin elinde olmuyor, bazen arazi verileri başka yere götürüyor vs. ama sonuçta seviyeyi hiçbir zaman aşağı çekmeden, en azından uluslararası arenada birşey söyleyebilecek yapılar ve yapılar grubu tasarlamak bizim bütün hedefimiz. O yüzden de büronun sistemli, düzenli bir büro olması, özellikle uygulama veya diğer aşamalarda büyük önem taşıyor.

GK: Devlet üniversitesi ve özel üniversitelerde ders verdiniz, mimarlık fakülteleri arasında kurumlar arasında belirgin farklılıklar var mı sizce?

BD: Aslında farklı olması gerekir ama şahsen ikisi arasında çok fazla bir farklılık görmüyorum. Belki Bilgi Üniversitesi biraz farklı kuruldu gibi. Öğretim üyesi açısından değerlendirdiğinizde her iki üniversitede de aynı isimleri görürsünüz. Devlet üniversitelerinden emekli hocaların çoğu özel üniversitelerin hocalarıdır şimdi mesela. Böyle olunca nerede olursanız olun eğitimin mentalitesi pek de değişmiyor. Hocalar bağlamında baktığınızda bu böyle. Tabii bir eğitimin iyi olabilmesi için birkaç faktörün doğru yere oturması lazım: okulun olanakları, öğretim üyelerinin olanakları, bir de öğrencinin niteliği. Konuya bu anlamda yaklaşan çok az eğitim kurumu var, Bilgi bunlardan bir tanesi. Söylediğim olanakları iyi değerlendiriyorlar.

İki üniversite arasındaki temel farklılıklardan biri öğrencileri seçme şekli. ÖSS puanıyla değerlendirdiğinizde belli düzeydeki öğrencileri belirli üniversiteler alıyor. Özel üniversitelere ise burslular haricinde birebir yüksek bir puanla gelen öğrenci sayısı az. Bu seçme sistemini beğenmeseniz de, %1’e giren bir öğrenciyle çalışmak gerçekten farklı olsa gerek.. Bugün İTÜ, ODTÜ gibi fakülteler %1-2 içinden öğrenci alıyor. Düşünün, ders veriyorsunuz, bir kritik yapıyorsunuz, anlattığınızın karşınızdaki tarafından ne kadar hızlı ve doğru anlaşıldığı önemlidir. Öğretim üyesinin kalitesi ne kadar önemliyse öğrencinin kalitesi de o kadar önemlidir. Gerçekten de mimarlığı istemiş olması veya bu konuya yatkın olması lazım. Hem %1’e girmiş hem de mimar olmak konusunda kararlıysanız, sizin önünüze fazla engel çıkacağını da düşünmüyorum. Birçok üniversiteye gittim ve ders verdim. Bu işe asılan çocuklar belli oluyor gerçekten. Burada tabii ki öğretim üyesinin de mimarlığa yaklaşımı önemli. Karşılıklı etkileşim bir o kadar daha önemli. Okulun bir sistemi olmak zorunda, bizim okullarımızın ise sistemi birbirine çok benziyor, alternatifleri yok. Eskiden mesela şöyle şeyler vardı; MSÜ’den biraz daha tasarımcı, YTÜ’den veya eski Güzel Sanatlar Akademisi’nden daha usta ağırlıklı, çizen ağırlıklı, İTÜ’den daha müdendis ağırlıklı yetişir örenciler denirdi. Ben bunu çok da yaşamış değilim ama öyle söylenir. Şimdi bu farklılıklar neredeyse kalktı. Ben, biri tasarımcı, biri uygulamacı yetiştirsin falan demiyorum ama okullar arasında tercih oluşturacak bir farklılık yok. Hocalardan birinin metodu iyiyse ona değen öğrenci şanslı oluyor. Ama bu doğru birşey değil. Bir sene o hocayla çalıştın okul süresi bir yıl değil ki. Okulun bir sistemi olmalı. Bu olmayınca da süreklilik olmuyor, birinin koyduğunun üzerine başka biri birşey koymuyor. Çocuk orada iyi kime değerse seviyor ya da sevmiyor mesleği. Bazen öyle çocuklar oluyor ki birisi çok memnun halinden, ben şöyle mimar olacağım diyor. Öbürü hayata küsüyor. Niye? Öğrencinin içindeki ışığı yakabilmek ve bunu sürekli kılabilmek gerek. Öğretim üyesinin öğrencinin ya da mimar adayının damarını iyi bulması lazım. Tabii buna istekli öğrenci de gerek. Ekolü de yok okulların. Bir tane üniversite bana ekolüm var diyemez. Bir Berlage, RIBA dediğin zaman, çıkan adamlar belli. Yani iyi bir okul öğrenci seçmede şunu söyleyebilir: Matematik kafalı bir öğrenciye mühendislikle beraber geliştirebileceği bir tasarım programı verilir. Sanatsal yönden zengin hayal gücü ve yeteneğe sahip olan farklı yönlendirilebilir. Bu şekilde, standart bir eğitimi herkese dayatmak yerine öğrencinin nitelik ve becerilerine en uygun metod ve yönlendirme ile onu mesleğe kazandırabilir, verim alabilirsiniz. Bütün hata burada.

Gördüğüm kadarıyla bir başka sorun da bütün üniversitelerin dışarıya kapalı olması. Özel üniversiteler de buna dahil. Bilgi Üniversitesi, gerçi şu anda sadece lisansüstü seviyesinde eğitim veriyor ama lisans seviyesinde de aynı yere gelirler mi onu bilemem. Bilgi Üniversitesi bunları bildiği için doğru yere oturttu, tabii lisans seviyesinde diğerlerinin düştüğü hataya düşmemeleri lazım. Şu anda farklı bir duruşları var, bunu da devam ettirmeleri lazım. İçini o kadar iyi bilmiyorum tabii. Sadece orada ders veren meslektaşlarımın eğitimle ilgili duyarlılıklarını biliyorum. Oradan da ne kadar iyi bir yere gelinir onu zaman gösterecek. Mezun olan meslektaşlarımızı mimarlık içinde görebilirsek biz de mutlu oluruz. Ben açıkçası öğretim üyelerinin, özellikle de proje hocalarının seçilmesinin akademik kariyerle ilişkilendirilmesini pek de doğru bulmuyorum. Yurtdışında bu böyle değil zaten, profesörlük ünvanı mesela yaptığın ürünlerle veriliyor. Prof. Rem Koolhaas, Prof. Zaha Hadid, Prof. Meinhard von Gerkan, diyor mesela ve de bu insanlar üniversitelerde ders veriyorlar. Kalkıp bir hiyerarşiyle değerlendirilmiyor, yaptıklarıyla değerlendiriliyorlar. Bu da şu demektir, dışarıya açık, dışarıyla ilişki kuran üniversiteler yani. Bu da hem kendi aralarındaki, hem de öğrencilerle aralarındaki ilişkide ciddi anlamda önlerini açıyor. Bence bu çok önemli. Bizim üniversitelerde mesela, yok profesör olacak yok bilmem ne, bir tane de dışarıdan çağıralım denmez. Türkiye’de ünvanlar o kadar kirletildi ki böyle bir şeyi boşlukta bırakırsanız, herkes profesör olur, kim kimin arkadaşıysa… Ama bu dünyada böyle değil. Bir insanın profesör olup olmamasına ilişkin kararı yaptıklarına bakarak senato veriyor.

Aslında bizim çocuklarımızın hepsi milli takım gibi. Havaya sokarsan iyi çalışırlar, hedef koyamazsan sonuç alamazsın. Milli takım son 2008 Avrupa Şampiyonası’nda bize iyi bir ders verdi.

Maket üzerinde somut şeylerle uğraştığınız zaman daha çabuk ilerliyorsunuz ve karar verebiliyorsunuz. Öbür türlü hep soyut, bilgisayar ortamı da soyut, istediği kadar 3 boyutlu olsun. Sonuçta dokunamıyorsun, etrafında gezemiyorsun. İnsanlar belki ileride bilgisayar ortamında son halini almış olarak da inşa edecekler ama maketle birlikte çalışmak ortamdaki herkesi konunun, anın içine katıyor, çalışanı da, kritik edeni de, getireni de. O zaman olayı baştan çözmüş oluyorsunuz. Bu dünyada da böyle, adam bakıyorsun kaynak makinesiyle hocasıyla beraber bir şey yapıyor. Hangisi hoca, hangisi öğrenci belli olmuyor yani. Bazen de bakıyorsunuz, öyle insanlar da var, sadece kritik ediyor, tek bir şey söylüyor. İlla profesör olması da gerekmiyor. Bizdeki insanlar o seviyeye ne zaman gelecek bilmiyorum açıkçası. Bir de müthiş kalabalık sınıflar. Eğitim artık biraz ticarileşti maalesef. Ne kadar adam gelirse o kadar genişliyor, eğitimin kalitesi düşüyor . Yukarıdan bu kadar adam mezun olacak deniyor. Bizim yıllar önce bir hocamız vardı, biz onunla bu konuyu bayağı tartıştık. Amerika mesela, çok insan alır ama eğitir, orada sistem eler zaten. Bizde öyle bir şey yok ki, sistem nasıl elesin ki? Hangi parti, cemaate dahilsen bir suyun başındasın. Senin mimari kimliğinle ilgili soru sorulmuyor ki. Bizde 100 kişi alalım, sistem nasıl olsa eliyor, mimar olmayan elensin diyorlar. O kadar çok insan alırsan, birileri aradan öyle olmadık noktalara geliyor ki, karar merciinde. Senin işini damardan etkileyecek noktalara geliyor. Benim gönlüm hep mimarlıktan yana ama hayat öyle değil. Üniversitelere baktığın zaman da hep aynı yani, yatırımları da bitti artık yavaş yavaş.

Öğretim üyesi 3 – 5 öğrenciye gerçek manada birşey verebilecekken karşısında 100 öğrenci var, hedef de şaşmış durumda artık. Ben bir tanesini yakalarım, ona göre anlatırım, çünkü anlatıyorum anlamıyorlar diyor. Haksız mı? Evet haklı, ama demek ki büyük bir enerji var. Öğretim üyelerine ciddi olanaklar sağlamazsanız, evrensel bir ortamda geleceğe karanlık baktırırsanız, o hocaların yetiştireceği öğrenciler nasıl olabilir ki? Ben, bu konuda çok kaygılıyım. İnşallah kaygım yersizdir tabii ama üniversitelerdeki var olan kıvılcım %5-10 oranında. O da mezun olduktan sonra kayboluyor. Her okulda bir %10 var, onların birikmesiyle yıllar sonunda bir yığın mimar olması lazım ama yok. En büyük sorun bu, bizde mimar yetişmiyor. Bunun temelinde de özetle ekonomik sorunlar var.

Benim tam da bu noktada, bu açığı dolduracak bir akademi kurma fikri var kafamda, atölyemiz bunu sağlayabilir diye düşünüyorum ama bizim de bazı olanaklara ihtiyacımız var. İyi mimarlık bürolarının bünyesindeki veya kendilerine yatırım yapmak isteyenler için birşeyler yapabilir miyiz? diye düşünüyorum. Bu, akademisyenliği de sevdiğim için aslında biraz. Çünkü sonuçta bizimle çalışmaya gelen bütün arkadaşlara, bir sene içinde metodolojik düşünebilme, zamanında teslim edebilme, alternatifli düşünebilme konularını yoluyla aktarıyoruz. Bu konuda geç kalmış da değiliz, benim hala böyle bir niyetim var. Bunu başarabilirsem, en azından şu anki üniversitelerin yüksek lisans seviyesinde, profesyonel hayatta onların önünü açacak bir yol haritası çizebiliriz. Gerçi gençler buna ne kadar istekli, onu da bilmiyorum. Çünkü gençleri de anlamak biraz zor, beklentiler ve hayalleri farklı olabiliyor. Bazen çok idealist olduğumu düşünüyorum . Onlar daha farklı bakabiliyorlar ve ben atlayabiliyorum bunu. Strese girmek istemiyorlar, hemen mezun olalım, hemen iş yapalım, meşhur olalım istiyorlar. Medya da bunu pompaladığı için zor gerçekten. Hemen pat diye gelmiş kaç kişi var ki bir yerlere? Ekip çalışmasıyla ilgili biz ne biliyoruz ki? Okullarda buna yönelik dersler de okutulmuyor. Ben bunu kendimde de eleştiriyorum. Yapan arkadaşların hepsi babadan kalma metodolojiyle yapa yapa öğrenmişler, insana bakışı, davranışı… Bunlar öyle kolay öğrenilecek mevzular değil. Ya deneyimle, yediğin kazıklarla öğrenirsin ya da hakikaten bunun bir yöneticilik eğitimi falan olur. Ben kendi adıma bu anlamda çok zorlanıyorum, çocukların zorlanması da çok doğal.

GK: Akademisyenliği nasıl değerlendiriyosunuz? Eğitim vermenin içsel bir geri dönüşü, mimarlığınıza katkısı var mı sizce?

BD: %100 var. Bir kere metodik düşünmeyi ve analiz yapmayı öğreniyorsun. Piyasada çalışan adam bunu yapmaz anlamına gelmez tabii. Bir bilgiyi birisine aktarırken öğreniyorsun zaten. Bir de ürettiğin bilgileri deniyorsun. Bilgiyi sistematik hale getirip anlatmaya çalışıyorsun, gelen tepkiye göre de dengeliyorsun. Bazen çatışıyor, bazen örtüşüyor. Öyle öğrenciler öyle projeler getiriyor ki senin düşüncenin tam karşısında. Ona nasıl davranacaksın, karşına tartışmak için birşey koyuyor, ona nasıl bir yol haritası çizeceksin. Bazen bilgisayar ortamında yapay zekayla yapılmış bir şey geliyor karşına. Bu konuda hiç düşünmemişsin, ben düşüneyim diyorsun, ona ne söyleyeceğinle ilgili çalışma yapıyorsun. Bu da senin diğer bakış yönlerini de geliştiriyor. Örneğin organik yapı yapan bir çocuğa kalkıp da rasyonel bir proje tashihi yapmadım hiç. O metodoloji konularıyla ilgili ders anlattım. Her mimar bunu yapmaz. Benim doğrularım bu değildir, ben bunu anlatamam diyebilir ya da kendi yoluma çekmeye çalışabilirim ama hayatımda hiç böyle birşey yapmadım. Hiç birşey yapmamışsa, al kardeşim en azından şöyle yap derim. Onu da dememeye gayret ediyorum ama hoca birşey çiz de yapalım diyen adamlar vardı. Ben mümkün olduğu kadar kendi bilgilerinin ve içsel dünyalarının projelerine yansımalarını arzu etmişimdir. Çünkü benim Bünyamin Derman olarak beğenilerim onun beğenileri olamaz. Beni seçiyorsa olabilir belki ama mevcut sistemde öğrencinin öğretim üyesini seçme imkanı yok. Kurada size çıkmış biri. Hocası Bünyamin Derman veya X kimse. Öğretim üyesi olarak burada öğrenciyle kurduğunuz ilişki çok önemli. Bünyamin Derman kendi dünyasını empoze etmek yerine onun dünyasını keşfe başlıyor. Onun dünyası senin dünyan olmaya başlıyor bir süre sonra. Bu farklı okuma yöntemleri de seni eğitiyor aslında, inanılmaz faydası var. Diğer taraftan her yıl 20 tane proje yapıyorsunuz. Birebir yapmasan da o alanla ilgili düşünüyorsun. Ben 10 sene hocalık yaptım, İstanbul’un her yerini biliyorum şu anda. Sahilde, antrepolarda, Galata Kulesi’nin orada, Ayasofya’nın dibinde, bir endüstri yapısında… Bu konularda bir proje yaparken ya da bir dönüşüm projesi hazırlarken ne kadar bilgi sahibi olduğunu farkediyorsun, çünkü okuldayken çocuklar araştırıyor, çalışıyor. Kültür Üniversitesi’nde ders verirken ben, Haliç’teki tersaneleri vermiştim proje konusu olarak, oradaki bütün tersaneleri çalıştılar, 1/500 maketleri yapıldı. Bir anda düşünsenize bütün Haliç’i gözü kapalı biliyorsunuz. Bir mimar olarak o bilgiyi normal yollardan elde etmen ya da orayla ilgili çalışman olası değil. Bu seni gayet tabii geliştiriyor. Hem kentinizi tanıyorsunuz, hem de konu üzerinde bilgi sahibi oluyorsunuz. Okulun bu avantajı çok yüksek.

Mesela şu anda Tepebaşı’nda yarışmaya konu olan arsayı, ben Mimar Sinan Üniversitesi’nde jürideyken, 3 defa çalıştım. Hiç çalışmamış olmak bir dezavantaj değil ama orayı çok iyi bilmek bir avantajdır. Sonuçta yeri, olanaklarını biliyorsun. Ama bazen nerede duracağını bilemediğin de oluyor. Örneğin Kadıköy’ü çalışırken, bir meydan tasarımı isteniyordu belki, ama biz bütün Kadıköy’ü bu projeye kattık. Yerleşim neresi, çarşı neresi, insanlar nereden dağılıyor ya da yaşantı mesela. Turgut (Cansever) Hoca Modalı, ona gidiyorsun sana Moda’yı anlatıyor, eskileri, anılarını. Mekke’den gelmiş bir Hocamız, yerel iklimlendirmeyle Mekke evlerini anlatıyor. Biz ilk Mekke Yarışması’nda birinci olduk mesela, hocamızın Mekke’yle ilgili bilgi aktarmasının başarımızda etkisi olduğunu düşünüyorum. Çünkü orada bir akademik bilgiyi kullandık. Normalde bunu araştırabilrsiniz de ama kafanızda zaten olan birşeyin üzerine gidiyorsunuz, biraz da hızlı oluyor. Diyelim ki araştırma süresi 3 aysa, siz onun ilk ayında doğru yerdesiniz. O yüzden akademisyenliğin bu yönde inanılmaz avantajı var. Fazla ilerletirseniz de sadece kağıt üzerinde kalırsınız o da dezavantajı. Her ikisi de kötü, tam zıttı her ikisi de iyi. Burada mimarın yapısı, olayı nasıl aldığı nasıl götürdüğü önemli. Öğrenci öyle bir şey söylüyor ki mesela senin dünyanı açabiliyor. Diğer taraftan aynı şekilde öğretim üyesi öyle birşey söyler ki bu kez öğrencinin ufku genişler. Aynı şey bir jüride meslektaşının yaptığı kritik için de geçerli. Üniversite tek boyutlu bir şey değil. Yapılan kritiklerle birlikte, kendini de eğitiyorsun, alternatifleri okumayı da öğreniyorsun.

GK: İstanbul’un çeşitli bölgeleri için geliştirilen kentsel dönüşüm ve yenileme projeleriyle ilgili ne düşünüyorsunuz?

BD: Bizim yerel yönetimlerin yaptığının hiç biri kentsel dönüşüm değil. “Kentsel dönüşüm” kavramının içini maalesef dolduramadık, doğru dürüst eleştirip bir yere getiremiyoruz. Bir ara kentsel dönüşüm boya badanaydı, şimdi yıkıp bir alanı TOKİ konutlarıyla doldurmak. Bu kavramın içi boşaldığı için yapılan hiç bir işin hakkaniyetli bir biçimde kentsel dönüşüm olmadığını düşünüyorum. Şu anda Tarlabaşı, Haliç, Pendik, Kartal, Sulukule, Maltepe’de bunlar yapılıyor. Ben Maltepe Yarışması’nda jüri üyesiydim, Maltepe Belediye Başkanı bizi davet etti. Büyükşehir Belediyesi’nin açıklamasına rağmen bölgesini anlattı. “Burası gecekondular, burası da boş arsa, bu alan için TOKİ ile anlaştık, buraya konutlar yaptıracağız” dedi. Ben dedim ki “Başkanım, siz TOKİ’nin yaptırğı konutları gördünüz mü? Apartmanlar. Siz Maltepe silüetinde bunları mı görmek istiyorsunuz?” Ama gördüm ki onun öyle bir derdi yok . Onun derdi orada altyapısı olmayan yapıları yıkıp, yerine düzenli konut alanı üretmek. Kent adına bu apartmanlar ne söylüyor gibi bir kaygıları yok. Bir kere yamaçta apartmanlar olur mu, bu da başka bir kirlilik. Bugün İzmir’in Karşıyaka’sına yapılmış apartmanlarla bunlar arasında hiç bir fark yok yani. Yine Ankara’da gecekonduları yıkıp apartmanlar yaparak dönüşüm yaptıklarını zannediyorlar. Kesinlikle böyle bir şey olamaz. Bu dönüşüm değildir, sadece başka türlü bir toprak rantı paylaşımıdır bu. Kentsel dönüşüm dediğin zaman bir kere hangi alan burası, doğal alan mı, endüstriyel alan mı? Korunacak endüstriyel alan var korunmayacak alan var ya da doğa olarak korunacak mı korunmayacak mı? Bunların kentlerle entegrasyonu nasıl sağlanacak? Altyapının çok iyi kurgulanması lazım. Master plan olması lazım, o olmadan yapılmış her hareket dönüşüm mönüşüm değil saçma sapan birşey oluyor. Nitekim de yapılan birçok uygulama bunun görüşümle tam örtüşmektedir. Bir tarihi bölge için mesela, neresi yıkılacak, neresi yıkılmayacak, kente ne katıyorsunuz? Sosyal, ekonomik, psikolojik yönü var. Kentin büyüme sıkıntılarını nasıl gideriyor? Kentsel hafızaya ne söylüyor? Herkesin orada bir anısı var, bu tek boyutlu bir mevzu değil. Belki o binanın hiçbir anlamı yoktur ama birçok insan belki o bina sayesinde geçmişiyle bağlantı kuruyordur. Bir alanı kötü kokuyor, sokakları dar, otoparkları yetersiz diye yıkamazsınız. Orada birikmiş bir kültürel miras var. Yıkıp yeniden yapmak en basiti. Yıkmadan nasıl yapılır ya da yıktıktan sonra aynı değeri nasıl koruyabilirsin? Bunlar çok ince detaylar, beni de aşan konular. Bunun sadece mimarlık boyutu yok, sosyolog, psikolog, kent bilimcisi, antropolog, ekonomist gibi birçok disiplinin bir araya gelmesi lazım. Ancak böyle dönüşümden bahsedebilirsiniz. Şunu söylebilrsiniz, eskimiş bir fabrikadır, tekil bir binadır, bunu dönüştürebilirsiniz. Ama Kartal Sanayi Bölgesi mesela eski fabrikaların olduğu bir dönüşüm alanı. Orada hiç mi anı, bir değerli bina yoktu, hepsi yıkıldı? Acaba Batı’da olsa bunu bu şekilde mi yaptırırlardı? Örneğin Paris’te, Londra’da eski dokların dönüşümü, aynı bizim gazhanedeki dericilerin olduğu alanın aynısıydı. Şimdi bir bakın bakalım ne oluyor, kentin o yüksek yapıları, loftlar vs. nasıl dönüşmüş. Biz hep Batı’nın isimlerini alıyoruz ama içerikler yok. İyi dönüşüm olarak santralistanbul’u örnek vereceğim. En azından akademik olarak çok başarılı. Arkeolojik bir endüstri alanı bence iyi değerlendirilmiş. Benzer şekilde Haydarpaşa’nın nasıl dönüştürüleceği mesela, oraya 7 tane kule yapıp, dönüşüm projesi diye kakalarsan yemez kimse. Oraya sıkı bir tasarım gerekiyor bir kere, kent silüeti var. “Gar kalksın otel olsun” deniyor. Neden kalksın. Kentin bu çok önemli giriş kapısını, kamusal alanını ondan koparıp alamazsınız.O bina gar olarak da kullanılır, otel olarak da hizmet verir. Bunu da tasarımcı yapabilir ancak. Siz orayı kentsel hafızadan silip otel yapmaya kalkarsanız kimse yedirmez size orayı. Filmlerde bile Anadolu’dan gelen memleketim insanının şehirde geldiği ilk yerdir orası, Anadolu’nun İstanbul’a ilk bakışıdır. Otel olarak üst katlar çalıştırılabilir. Bu gar olarak kullanılmasına engel değil. Bugün havalimanlarında otel yok mu? Teminalin içinde oteller var. Ben otel olmasın demiyorum, otel yapılsın ama kimliğini de korusun, kentsel silüetteki bütün mevzular korunsun. Silüetin bütününde değerlendireceksin bunu, kent yaşamı bağlamında. Kaç milyon metrekare yaptığın önemli değil. Kentin dinamiklerine ne koydun, ne söylüyorsun? Buna böyle bakmak lazım. Öyle bakmazsanız hep kaybederiz.

Biz kentsel tasarım konularında çalışmayı çok seviyoruz. Hemen söyleyebileceğim iki kentsel tasarım yarışması var: Biri Kadıköy, Haydarpaşa ve Harem bölgesiyle ilgili açılmış bir yarışma diğeri ise uluslararası İzmir Liman Bölgesi Kentsel Tasarım Yarışması. Biz her iki yarışmada da ikinci olmuştuk.

İzmir Limanı yarışmasında birinci olan müellifin Master Planı uygulandı mesela. Şu anda 2,7 emsal kuleler yapılıyor o bölgeye. Proje sahibinin ürettiği fikir olduğu gibi uygulandı. Ben bu sonucun İzmir için büyük bir talihsizlik olduğuna dair inancımı koruyorum. O yarışmada jürinin yaptığı seçim belki yüksek rant sağlayan bir çalışmaya imkan sağladı ama kent çok önemli bir kentsel dönüşüm örneği olma şansını ıskaladı. Ben size 10 sene sonra İzmir’in halini gösteririm. Körfez içinde 40 katlı yapıları göreceksiniz, dağ etkileşimi yok, silüet gitmiş, orası ova bir de biliyorsunuz.. Bu tamamen cahillikle ilgili bir şey. Adam orada sadece bir şema çiziyor, üzerine h= serbest, oturum %40 yazıyor. Yüksel diyorsun yani, hepsi bir duvar olacak sonunda. Orası sıkı bir endüstriyel sit bölgesi vardı, yok ediliyor. Yükselmek yerine aynı metrekareyi yaygın çöz, sana zaten zeminde yapılaşma sınırı vermiyor. İzmir sokakta yürür, dar sokaklarda,gölgeli mekanlarda. O alanda 200 – 300 metrelik fabrika duvarları var. Onların bir anda açıldığını düşünsenize, sokakların falan… Bunları değerlendirmek yerine oraya kule yapmayı yeğliyorsunuz. Şimdi bakın bütün firmalar oraya kule yapmaya başladı. Bayraklı’yı 40’ar katlı binalarla düşünün. Bir tane de değil, 20 tane kule, Maslak gibi yani. Orası ama Maslak gibi yüksekte de değil. Sonuçta klostrofobik mekanlar olacak. Ben bunu biliyorum diye değil, böyle hissediyorum. Oraya yoğun bina yapılabilir belki, ama yüksek bina yapılmamalı. Mavişehir’e, Karşıyaka tarafına zaten yaptılar. İstersen oraya 100 katlı yap. Çünkü “Finishing Ege”, silüeti Manhattan gibi.

Kentin nasıl büyüyeceğiyle ilgili bir vizyonumuz olmadığı için bu dönüşümlerin hepsi geçersiz olacak, herşey politik. Orada arsan var 2 – 3 emsal. Ben Bünyamin Derman olarak dönüşümü düşünüyorum, düşüncem akademik, diyeceğim kim dinler beni. Ama bir kez daha söylüyorum eski ve yeni İzmir, ikisi de ayrı. Bu dünyada da böyle. Eski şehir korunurken, yeni gelişim alanlarında modern kent gelişiyor. Eski yerleşim üzerinde büyüyen kaç şehir var söyler misiniz? Eski Paris’in içinde yüksek yapı var mı? Yeni Paris’i eski Paris’e ulaşım ağıyla bağlamış, orada istediğin kadar yüksel diyor. Ama kentin içinde Eyfel Kulesi’nden başka bu çapta yüksek yapı var mı? Hayır. Ben yüksek yapıya karşı değilim, yerini sorguluyorum. Avrupa’da kentin içini koruyor adamlar. Bu kadar basit. Biz burada bir dönüşüm alanı varsa hemen pat diye yükseltiyoruz binaları. Niye yüksek yapıyorsun kardeşim? Öyle, yüksek olunca güzel mi oluyor! Sulukule için olanlara da oranın kendi içindeki kimyayı bozduğu için karşıyım. Yoksa binaların islahı gereksiz diye değerlendirmiyorum. Olan oradaki bir rengin yok olması demektir benim için. Orası mevcut yaşantı içinde mimarisiyle düzeltilemez miyidi? Çok güzel düzeltilebilirdi. Size duygusal gelebilir ama bunlar kenti kent yapan, o farklılaşmalar. Metropol dediğin şey bunların bir araya gelişleridir zaten. Bunların hepsini yok edip tekleştirdiğin zaman metropolden bahsedemezsin, edersin de… Bazen o gerilim de iyi. Zenginlerin oturduğu bir yerde bir anda bakıyorsunuz gecekondular var. Dip dibe oturuyorlar, biri 2 milyon Dolar, diğeri 100 bin Dolar, o gerilim de enterasan. Buradan birşey üretilebilir, yık hepsini apartman yap mevzu o değil yani.

Benzer durum Anadolu yakasında Erenköy, Suadiye gibi semtler için de geçerli. Yerel yönetim konuya bir dönüşüm projesi olarak bakmıyor ve müteahhitle anlaşan kat malikleri yeni imar şartları ile müteahhite cazip imkanlar sunuyorlarsa evleri, bunları yıktırıp, yeniletiyorlar. Dört katlı yatay binalar, balkonsuz tek tip 12- 14 katlı dar uzun apartmanlar olarak yükseliyorlar bir sene içerisinde. Tabii katlanan nüfusun getireceği altyapı hesabı yapılıp yapılmıyor mu orası meçhul. Trafik şimdiden kabus. Müteahhitler çıkıyor mesela televizyona az yapıyoruz diyor, ama doldur desen dolduracak. Adam ilkokul mezunu, bunu küçümsemek anlamında da söylemiyorum ama yüksek yapı iyi yapıdır diyor. Her yüksek yapı iyi değildir ki. Ama adam kendine göre 3 binayı birleştirip yapıyor. Lütfen bakın Suadiye’ye, apartmanların hepsi yükselmeye başladı. Öyle bir yoğunluk ön görüldü mü? Orada gölgelenme ne oluyor? Hani bunun sosyal donatı alanları? Akademik bir takım bilgiler var, diyor ki şu kadar kişi yaşarsa, şu kadar spor alanı, kültür alanı vs. gerekli. Kaç tane spor alanı var Kadıköy yakasında? Bunu dönüşüm diye bize kakalıyorlar. Tabii bu az gelişmiş ülke olmanın da getirdiği şeyler. Kentin önemli yerleri tabii ki değerlensin ama bunun bir planı olmalı, kamusal alanların, açık alanların, sosyal, sportif ve kültürel yapıların öngörülmüş olması lazım. Amaç insanları üst üste depolamaksa o başka. Biz yaşantı derdindeyiz, kentli olma derdindeyiz, ötesi insan olma derdindeyiz. Kente dair yapılanlar orada yaşayanlarla birlikte yapılır, daha karar aşamasında işin içine katılır. Halk için halka rağmen olmaz ki bu işler. Örneğin İzmir’de yapıcak projeler için İzmir Mimarlar Odası, İzmir’deki mimarlar, sivil toplum örgütleri, devlet (merkezi ya da yerel yöneticiler), özel sektör temsilcileri bir araya gelerek bir ortak çalışma zemini oluşturabilirler. Yurtdışında yıllardır yapılagelen şeyler bunlar bizim keşfimiz de değil yani. İşin içinde özel sektör de olsa yine yarışma yoluyla yapılıyor bu gibi projeler ama halkla da paylaşılıp onların onayı alınarak. Ben kentimi 2010, 2020 yılında nasıl görmek istiyorum? Bunu biliyor ve ona göre çalışıyorlar.

Mesela daha 1990 yılında Berlin’in bugün nasıl olacağını biliyordum. 18 yıl öncesinde yapılmış bir Master Plan vardı çünkü, yani ne olacağı o günden belliydi. Çok iyi planlanmış bir uygulama organizasyonuyla bu master plan üzerinden birçok bina yapıldı. Tamamı bir mimarın elinden çıkmadı doğal olarak. Çeşitli mimarların hem kendi binaları bazında hem de genel yerleşim çerçevesinde birbirleriyle ve sivil insiyatif, teknik ekip, finansör olarak özel sektör ve yönetimle yaptıkları zorlu ve uyumlu bir çalışmayla ortaya çıktı. Doğu ve Batı Berlin’in birleştiği bütün o at nalı meydan aynen duruyor ama modern bir şekilde inşa edilmiş. İzler, gabariler 1900’lü yılların Berlin’i. Yüksek yapı yok mu var, Berlin’i çeviren yere yüksek yapı yapmışlar. Bizim insanımız yurtdışına yaptığı turistik gezilerde Berlin’deki o güzel binaları geziyor, hayran kalıyor, ama özellikle yöneticilerin bu işin nasıl kotarıldığına dair bir inceleme yaptıklarına ya da buna kafa yorduklarına dair ciddi kuşkularım var.

Bizde bir dönüşüm yapılıyor ama alanda ne olacağı belli değil. Bir kentin dinamiklerini böylesine yok sayan birşey olabilir mi? Bunlar tamamen başka tür bir gecekondulaşma. Bizim Maslak mesela 2010 yılında nasıl olacak biliyor muyuz? Tesadüfi, yüksek yüksek binalar. Olabilir tabii yüksek binalar da ama nasıl olacak? Blok mu olacak, arada boşluk bırakılıp tekrar mı yükselecek, biliyor muyuz? Hayır. Kim daha nüfuzluysa o daha çok yükseliyor. Böyle doğaçlama gecekondu gibi gidiyor. Akademik bir çözümle gitmiyor. Tamam Paris’te de sermayenin önüne geçemiyorsun ama kent içinde yaptırmıyor adam, La Défence’da yükselebiliyorsun. Kent içinde yapsan bile çok özel birşey yapman lazım ve halkı ikna etmen lazım, o kadar kolay değil. Kentin dönüşüm projelerine, kentin geleceğine bu bakış açısıyla bakıldığı sürece bir ülkede her istediğini yapamazsın. Türkiye’nin gerçekten çok iyi mimarları var, bir araya gelip hakkaniyetle çalıştıkları zaman çok iyi sonuç alacaklarını düşünüyorum. Bu konuda umudum var. Bir mimar olarak bu tip dönüşüm projelerinde ne yapabilirsiniz diye sorarsan ya da Bünyamin Derman olarak ne yapıyorsun? Bana geldikleri zaman ben ikna etmeye çalışıyorum. Adam 20 kule yaparken, bunu daha yoğun daha alçak nasıl yapabilir onu anlatmaya çalışıyorum. Başka da elimden birşey gelmez, karar merci ben değilim ki. Ben herhangi bir mimarım, adamın biri geliyor, arsasısında 3 emsal yapı yapılabiliyor. Olmaz dediğinizde, yapmazsan yapma diyor, sen yapmazsan birisi yapıyor. Sivil insiyatifin bir yaptırımı yok.

Ben ne yüksek yapıya ne de dönüşüme karşıyım, hepsi de olabilir. Ama bizim önümüze kentin geleceğiyle ilgili somut şeyler gelmediği sürece, Master Plan gibi, aktörler doğru çalışmadığı sürece bu konuşmalar devam eder. Bizim bu yönetimle işimiz inanılmaz zor. Her taraf açıldığı için işimiz hem kolay hem zor. Her şey çok rahat geçebiliyor bir kere bu iyi, mimarın önünü çok da tıkayan birşey yok. Sonuçta kapital önemli, kim parayı bastırırsa yüksek yapıyı o yapıyor ama kent adına ne söylersin onu bilemem.

Geçen gün özürlülerle ilgili bir konferansa davet ettiler yine bu soru geldi, ne önerirsiniz dediler. Tek mimar da bendim. Herkes akademisyen mimardı, sorumlu da ben oldum, herkes bana yüklendi. Ben de şunu söyledim: Bugün Kemerburgaz gibi yeni bir yerleşim yapılıyor, herkes güzel güzel binalar yapıyor ama binaların dışında kalan alnları, aralıkları, çevresini kim tasarlıyor? Kimse tasarlamıyor. Sokağın biri öyle, biri böyle gidiyor. Kaldırım yüksekliği bir yerde 10 cm, bir yerde 5 cm. Kiminin altında çarşı var kiminde yok. Bir kentin kimliği olur, bu kadar gecekonduvari gelişen bir kent bilmiyorum ben. Maslak için de aynı şeyi söylüyorum. Ya kardeşim bunun bir hizası olur. Paris’in bir hizası var, yönler var. Niçin orada yükseldiği ya da niçin o köşeyi döndüğünü biliyorsunuz. Bizde biri yuvarlak yapıyor, biri üçgen yapıyor. Böyle bir kentsel tasarım ve şehir olamaz. Orada ben de engelliyim, doğru dürüst bir yere ulaşamıyorum ki. Ben ulaşamazsam engelli de ulaşamıyor. Bunun standardını ne kadar koyarsanız koyun. Bunu dönüşüm projeleryle birebir örtüştüğü için örnek veriyorum, dönüşüm değil gecekondu ruhu içinde gelişiyor bizde kent. Hadi bildik gecekondular 2 katlı, diyelim onları birgün yıktın, kuleleri ne yapacaksın? Hepsini yıkıp yeniden mi yapacaksın. Belki bir görüş de öyle olacak, diyecek ki ben bu kuleleri yıkıyorum, yeni kuleler yapıyorum öbür tarafa. Bana Zincirlikuyu’dan Maslak hattına bir zemin çizin. Bakalım kaç tane kot var tasarlanmış? Doğru dürüst girişle ilişki kurabilen kaç tane tasarım var? Eğer bu yoksa kent insanının yürüyüşünden, yaşlısından, çocuk arabasıyla gezen insanlardan bahsedebilir misin? Doğru dürüst bir kent mekanın yok ki! İki tane örnek caddemiz var -Bağdat Caddesi ve İstiklal Caddesi- o da yeni doğru oldu, yükseklikler falan. Ama olsun yine en azından yükseklikleri doğru, ortada bir ağaç var, yine de geçilebilir diyorsun. Böyle bir ruh içinde olabilir mi bir toplum kent mekanında? O yüzden dönüşümün tamamen havada, hiçbir işe yaramayan, içi boşaltılmış bir mevzu olduğunu düşünüyorum. Bu cümlelerin de %100 arkasındayım.

Etiketler

1 Yorum

Bir yanıt yazın