Emine Uşaklıgil, bir yıl boyunca İstanbul'daki dönüşüm sürecini inceledi. Bu sürecin kazananlarını ve kaybedenlerini tespit etmek istiyordu. "Bir Şehri Yok Etmek: İstanbul'da Kazanmak ve Kaybetmek" yerel seçimlerden hemen önce yayınlandı.
İnsanları tutsak eden, veya çil yavrusu gibi gaddarca yerinden eden bir süreçle, bu sürecin sahnesi dev bir şantiye ile karşılaşacağımı tahmin etmiştim. Aynen de öyle oldu.
Bütün büyük şehirler dönüşür. Dönüşüm hele yoğun bir nüfus baskısı altında olan İstanbul gibi şehirler için kaçınılmazdır. Osmanlı’nın son yüzyılından bu yana İstanbul sürekli ve hızla dönüşüyor. Fakat bugünkü dönüşümün dinamikleri karşısında şaşırdım, hem de bir çok açıdan. İstanbul’da planlamama anlayışının hep hüküm sürdüğünü biliyordum. Buna toprak ve gayrimenkul temelinde zenginleşme ve sınıf atlama hırsını ilave ettiğinizde, şehir açısından pek hayırlı olmayan bir reçete oluştuğunu biliyordum.
Fakat bugün durum bunun çok ötesine geçti. İnşaat ekonominin lokomotifi olarak tayin edilmiş olabilir. Teşvik edilmesi anlaşılır bir yöntem. Fakat inşaatın etrafında hiçbir engel tanımayan bir yasal kalkanın oluşturulması, kentsel dönüşüm adı altında devletin aslında İstanbul’u bir meta olarak pazarlayan bir emlakçıya dönüşmesi, hukukun ve adaletin bu denli göz ardı edilmesi, daha doğrusu devletin arsa üretmek için göze aldığı yıkım şaşırtıcıydı doğrusu. Özetle: TOKİ, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve Özelleştirme İdaresi, hiç bir plana bağlı ve kurala bağlı kalmaksızın, altyapı ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmadan, istedikleri yerde istedikleri yoğunluğu verebiliyor. Kamuya ait arsa ve gayrimenkuller bu mantıkla hızla elden çıkartılıyor. Plan değişiklikleri sayesinde yasal engeller sürekli aşılıyor. Yetmiyor, muhtemel afetler bahane edilerek kente ve imara ilişkin tüm mevzuatı ortadan kaldıran bir olağanüstü hal uygulaması icat ediliyor Afet Yasası ile. Türkiye’de özel mülkiyet kavramı zaten tam olarak oturmuş değildi, bu şekilde devlet özel mülkiyetin üzerinde sınırsız yetki sahibi kılınarak iyiden iyiye zedelenmiş oldu. Çünkü devlet, karşısına çıkan tüm engelleri elindeki büyük güçle ortadan kaldırıyor. İnşaat sektörüyle işbirliği yapmayan mahalleler riskli alan ilan edilip insanların yaşadıkları yere ilişkin kararlara ellerindeki mülkiyetten gelen gücü kullanarak katılma ihtimalleri ortadan kaldırılıyor. Kaldı ki mahkemelerin bu anlamda verdiği kararlar da uygulanmıyor. Devlet uymuyor mahkeme kararlarına. Bu arada enteresan bir hukuk mücadelesi veriliyor ve dolayısıyla hukuk da dönüşüyor. Balat’ta Danıştay devletin verdiği acele kamulaştırma kararına karşı yürütmeyi durdurma kararı verdi. Türkiye’de çarpıcı bir ilkti bu karar: Çünkü bir bakanlar kurulu kararının hukuka uymadığı tespitinden yola çıkılarak verildi. Gelin görün ki yürütmeyi durdurma kararları ardı ardına verilse de, uygulanamadıklarına tanık oluyoruz.
İstanbulluların İstanbul’a sahip çıkıp çıkmayacakları asıl şimdi, bu yerel seçimlerden sonra anlaşılacak. Yerel seçimlerde önemli bir sivil hareketin varlığını gördük. İnsanlar oylarına sahip çıktı, sonuna kadar oylarının akibetini takip etti. Ümit verici, gönüllülük esasına dayalı, yeni ve yaratıcılık içeren bir ortaklığın gelişimine tanık olduk. Ne ki İstanbul kadar büyük bir şehirde, hele yerinden yönetim imkanları bu kadar sınırlı olunca, İstanbulluların şehirlerine sahip çıkması pek de kolay olmayacak. Ama imkansız da değil, özellikle mahalle düzeyinde. Oy ve Ötesi gibi başarılı bir organizasyon modeli çok kısa bir süre içerisinde yapılabilmiş ise, mahalle düzeyinde yeni ve yaratıcı organizasyon modelleri de çıkacaktır. Kent Konseylerini ilçe düzeyinde tekrar hareketlendirerek güncellenmelerini ve kaybettikleri önemi kazanmalarını sağlayabiliriz. Bir mahalleye, ilçeye, şehre sahip çıkmak için o şehre, o mahalleye “sahip” olmak şart değil elbette. Aksine bugün bir eve, sokağa, siteye “sahip” olmak ya da olabilmek ümidinin şehri sahiplenmeye engel olduğunu görüyoruz. Zira rant paylaşımına girmeyeni, giremeyeni şehirden dışlayan yeni bir sistem var karşımızda. Ranttan payınıza düşeni almanız ama idareye ilişkin taleplerinizden vazgeçmeniz söyleniyor size. Bu durumun ortadan kalkması için yerel yönetimlerin mutlaka özerkleşmesi gerekiyor.
Çarpıcı olan depremin, görünürde “Afet Risk Altındaki Alanların Dönüştürülmesi ile ilgili Yasa Tasarısı” ile depremden 13 yıl sonra tekrar gündeme alınması. Depremin olduğu 1999’dan, Afet Yasası’nın çıktığı güne kadar İstanbul’da güçlendirilen bina sayısını merak ediyorum doğrusu. Yasa güçlendirme seçeneğini tamamen dışarıda bırakıyor. Tek amaç yıkıp yeniden yapmak. Çünkü asıl hedef inşaat ve beraberindeki arsa rantlarını yeniden bölüştürmek. Bu arada kazananlar zenginler, kaybedenler de yoksullar oluyor. Yoksul aile oturduğu mahalle rant potansiyeli taşıyorsa sürülüyor, şehir merkezinden, sosyal çevresinden, işinden uzaklaştırılıyor. Zenginler daha zengin, yoksullar daha yoksul oluyor. Dahası, yoksulların oturduğu mahallelerde rant potansiyeli düşükse, kentsel dönüşüm o mahallelere uğramıyor bile. Bir başka deyişle şu an deprem karşısında en risksiz mahallelerin rant değeri olmayan yoksul mahalleler olduğunu söylemek mümkün. Böyle bir uygulamanın ortaya çıkaracağı toplumsal manzaranın hakim rengi de toplumsal huzursuzluk olacak haliyle.
O zamanlar İstanbul çok farklı bir şehirdi. Nostaljiye eğilimim pek yoktur. Fakat yok olanların ve yok olmak üzere olanların değerini görmek nostlaji değildir. Geçen gün Balat’ta Ezel Akay’a rastladım. Oraya taşındığından beri tekrar kendisini İstanbul’da hissettiğini söyledi. Mahalle hayatı benim için de esastır. Haliyle bugünün İstanbul’unda yaşamayı o yaşımda tercih eder miydim bilmiyorum. Kolay verilmiş bir karar olmazdı.
Çevre duyarlılığının geliştiği tartışma götürmez bir hakikat. Hem İstanbul’da hem Türkiye sathında. HES’lere karşı tutum, Üçüncü Köprü’ye yönelik her düzeyde eleştiri tutarlı bir mücadelenin verilmekte olduğunu gösteriyor. Ama İstanbul’da yaşanan çevre katliamı karşısında İstanbullular çaresiz ne yazık ki. Bu durumda ve kitapta anlatmaya çalıştıklarım karşısında iyimser olmak pek kolay değil. Fakat İstanbul’daki kentsel dönüşüm nedeniyle, sahiplenme sürecine doğru adımların atıldığını görmek mümkün. Sulukule’de yaşananlar karşısında STK’lar ciddi bir mücadele sürdürdüğü gibi, tüm İstanbullular bu şehir için geri dönüşü olmayan bir sürece girildiğinin farkındalar. Medyada şehirle ilgili haberler çoğaldı, gelişmeleri takip etmek mümkün. Fakat Büyükşehir Belediye Meclisi’nde alınan kararların takip edilip anında yorumlandığı aşamaya henüz gelmedik. En büyük sorun, hukuksuzluğun yapılar şekillenmeye başladıktan sonra ortaya çıkması. Oysa öncesinde haber alabilmeli vatandaşlar, mahallesinde yapılacak hukuksuz bir inşaata karşı harekete geçmek için ihtiyaç duyduğu bilgiye ve zamana sahip olmalı. Yürütmeyi durdurma kararlarının inşaatların tamamlanma aşamasında alınması ile plan revizyonu aşamasında tepkilerin yükselmesi arasında hayati bir fark bulunuyor çünkü.