Hakan Demirel ile kazandığı Europe 40 Under 40 Ödülü ve mimarlığa bakışı hakkında bir söyleşi gerçekleştirdik.
Hakan Demirel: Ben evin en küçüğüyüm. Doğduğum günden beri sürekli etrafımda kağıtlar, kalemler vardı. Ağabeylerimin hepsi resim ve heykelle uğraşıyorlar, çok da becerikliler. Bir yandan motive edici, bir yandan da insanın şevkini kırıcı bir durum. Onlu yaşlarımın başında komşuların ve akrabaların ailem hakkında söyledikleri şu sözler aklımdan hiç çıkmamıştı; “bu aile de yalnızca resim yapabiliyor, başka da birşeyden anlamıyor”. İlk başta buna biraz kızdım ve kalemi kağıdı bırakıp hiçbir şey çizmemeye, bir şekilde başka türlü bir yol izlemeye karar verdim. Ailemizin baska şeyler de yapabildiğini gösterme çabamdı, çoçuk aklımla.
Fakat yıllar da geçiyordu ve ben ne yapacağıma dair herhangi bir karara varamamıştım. Lise yıllarının başlarıydı sanırım “ben ne yapacağım” dedim ve aklıma ilk gelen şey mimarlık oldu ancak mimarlıktan anladığım şu anki ile hiç de aynı şey değil idi. Bir büyük kardeşimin (O da Marmara Üniversitesi Heykel Bölümü’nü birincilikle kazanmıştı) hayatımda çok önemli yeri vardır. Ben okulu kazanıp İstanbul’a geldiğim ilk gün İstiklal Caddesi’ne götürdü beni gezmek için ve ben etrafımdaki binalara baktım ve dönüp ona “Haluk bu binalar gibi binalar tasarlasam sen de heykellerini yapar mısın?” diye sordum. Yani o zamanlar mimarlıktan anladığım buydu ve bunu üzerimden atmam bir hayli zamanımı aldı.
Yine aynı yaz bir diğer ağabeyim ile okuldan bir arkadaşının resim atölyesini ziyarete gittik. Onun ağabeyi bizim okulun mimarlık bölümünden mezun imiş ve bana “okurken mutlaka yarışmalara gir” dedi. Okulda ilk yılım geçti ve okuldayken “yarışmalara girmek lazım” diyordum, ikinci yıl geçti ve ben aynı şeyi tekrarladım, sanki bir şey olacak ve beni o kanalın içine sokacak sanıyorum. Sonra anladım ki böyle bir şey yok.
Sanırım ikinci sınıfın sonuydu, ilk kez bir yarışmaya girdim. Ancak ödül alamadım ve küstüm. Bir süre sonra küskünlüğüm geçti ve sonrasında öğrenciliğim esnasında sanırım 20’ye yakın sayıda yarışmaya katıldım ve birçok ödül aldım.
Bu zaman zarfında okulda proje 6 verilen kürsüde çok kıymetli hocaların davet edildiğini biliyor, Salı ve Cuma günleri onları dinlemeye çalışıyordum. Ancak ben bu kürsüden proje alacağım zaman geldiğinde hepsi okuldan gittiler, bir tek Arif Suyabatmaz gelmeye devam etti. Ancak kurada talihsizlik oldu ve ben çok yüksek bir rakam çektim ve Arif Bey’den proje alamadım. Dersten kaçıp sürekli Arif Suyabatmaz’ı dinlemeye gittim. Birkaç gün sonra Arif Bey kafasını uzatarak kim olduğumu sordu. Kendimi tanıttım, o da “projen yok mu her gün buradasın” diye sordu. Ben projeyi bir şekilde halledeceğimi söyleyince o da şaşırdı ve projemi inceleyip benimle ilgilenmeye başladı. Bu sayede adını tam koyamadığım bir ilişki doğdu. Biz, buralara geleceğinin farkında hiç değildik.
Okul bitti, Arif Suyabatmaz ve Nevzat Sayın beni ayrı ayrı aradılar. Bilgi Üniversitesi’nde bir yüksek lisans programı kurmuşlardı ve ben de görüşmeye gittim. 1 yıl geç kalıp YTÜ’de proje alma fırsatı bulamadığım mimarların hepsi karşımda oturuyordu ve bana karşı çok sıcaklardı. Sonra Bilgi Üniversitesi’nde okumaya başladım ama benim İngilizce’yle alakalı bir problemim vardı. İyi bir mimar olmak için bu dil sorunumu halletmem gerektiğini bir gün Arif Bey ile konuştuk. Ozamanlar New York’ta bir dükkan tasarlıyorduk beraber, bana New York’a gitmemin iyi olacağını söyledi ve bu kararı çok hızlı aldım ve New York’ta buldum kendimi.
Okurken de, okuldan sonra da hiçbir yerde çalışmayacağıma dair bir karar almıştım. Ne yapacağımı bilmiyordum ama ne yapmayacağımı çok iyi biliyordum. Aslında bütün hikayeyi bu oluşturuyor hayatta. Zaten insan ne yapacağını da bilmemeli, çünkü bugünkü aklımızla bilirsek, yarın aklımızın gelişmesine rağmen bugünkü hedefi çözmeye çalışırız.
Kısacası buradan bir şeyler çıkacağını biliyordum, bu ortaklık ya da başka bir şey olabilirdi. İyi ki bu olmuş, çünkü birlikte çalışmaktan çok mutluyum.
New York’tan döndükten sonra Bodrum’da Arif Bey ile birlikte bir proje üzerine çalışıyorduk. Bir tarafta deniz, güneş, tekne duruyordu. Ancak yaptığımız isten o kadar keyif aliyorduk ki gözümüzü yana çevirmiyorduk, ki Arif Bey, hayatı çok seven ve tadını çıkaran birisidir. Birbirimizle çalışmaktan çok keyif almaya başladığımızı fark ettiğimiz günlerdendi. Salonda oturmuştuk Arif Bey, Leyla Hanım (Leyla Tara Suyabatmaz) ve ben. Arif Bey yaz sonunda New York’a dönüp dönmeyeceğimi sordu, ben ise kararsızdım. Sonra Leyla Hanım “çok güzel çalışıyorsunuz, ilerde ortak olursunuz” dedi. Çok şaşırdım, Arif Bey “istersen şimdi de oluruz” dedi ve biz el sıkıştık, 2008’in Ağustos’unda ortak olmaya karar verdik.
Sonra ilk büyük işimizi aldık. Bir proje ardından bir diğerini getirdi. Ofis istediğimiz hale geldi. O zaman da ofisin geleceğini çizmiyorduk, bir şekilde kendi yolunu buluyor zaten.
HD: New York’a gitmeden hemen önceydi, bir alt dönemimin diploma jürisiydi. Bende heralde bir şeyleri erken yapmak gibi bir heves var. O yıl Betonart’da da bir moderatörlük yapmıştım, ileride gidip okullarda proje dersi vereceğimi biliyordum. Çok da sevdiğim bir şey, akademisyen olamam, ama okuldan kopmam da mümkün değil. Mezun olduğum yaz bile gidip okulun bahçesinde oturdum, oradaki atmosferi seviyordum. Böyle bir teklif geldiğinde çok mutlu oldum ve canla başla orada öğrencilerle ilişkiler kurdum. İlk iki ayı çok sıkıntılıydı, nasıl bir ilişki kurulur, aramızdaki garip ama derin olamayan hendek nasıl aşılır çok düşündüm. Ortak bir noktada buluştuk ve çok güzel geçti.
Hala da görüşüyorum bir kısmıyla. Cibali’de bir şeyler yapıyorduk. Aslında ne yaptığımızın pek de bir önemi yoktu. Mimarlık da öyle bir şey. Üstüne konuştuğumuz, tartıştığımız hatta mimarlık hakkında hiç konuşmadığımız çok zamanlar oldu. Ama bir şekilde her şey zaten yine o havuzun içine düşüyor, o yüzden de çok keyifliydi.
Aslında belki ortaklığın yaşı, bu ödülün yaşı, okulda proje verdigim yaş gibi konuların hep gittiği yer aynı. Bu tür şeyler beni birazcık sıkıştırsa da erkenden yaşıyor olmak önümdeki şeylerin büyüklüğünü arttırıyor diye düşünüyorum.
İlk olarak MIPIM-AR 2010’da ofis kategorisinde birinci olmuştuk ve diğer bir kategoride Jean Nouvel ödül almıştı. Açıkcası bu durum ozamanlar beni çok ürkütmüştü mesela, bundan sonra ne yapacağız diye endişe duymuştum. Ama bir süre sonra bu durumu sindirdik ve sonra bu önünüzü yeniden açıtı. Bu yüzden ben zorlamayı seviyorum.
Yoksa bir gün okullara gidip proje dersi vereceğimi biliyordum, ancak bunun erken olması benim için çok kıymetliydi. İyi bir mimar okula gidip öğrencilerle ilişki kurar, onlara bir şeyler anlatır diye düşünüyordum, öyle de görmüştüm. Burada ofiste de stajyerlere de çalışma arkadaşlarımla geçirdiğimden daha fazla bir zamanı ayırıyorum. Fotokopi çekip ya da ölçülendirme yapan stajyer almıyoruz, öyle işler de vermiyoruz. Ara ara bu tür işler de yapıyorlar, çünkü bunlar da bir işin parçası. Ben de yapmıştım. Ne yapmak istediğini görmek için elinde nelerin olduğunu da görmek gerekiyor. Ama onlardan faydalanmak üzerine değil de fayda vermek üzerine bir şey kurmaya çalışıyoruz.
HD: Güzel bir portfolyo hazırlayabilirler. İçerisindeki işlerin içeriğinden daha çok o işe nasıl önem verdiklerini göstermeleri gerek. Çok kıvrak bir stajyer alma gibi bir derdimiz yok, çünkü okullardaki eğitimin mimar yetiştirmek için çok yeterli olduğunu düşünmüyorum . O yüzden ben buluşalım istiyorum. Bizde veya başka bir ofiste staj yapsınlar. İyi yerlere gitmekte fayda var. Orada bir şekilde bir şeyler öğrenmeye başlıyorsun, çarkın içine giriyorsun, en önemli şey o. Yoksa keyifli yaz tatilleri de geçirilebilir, ama bence artık mimarlığa gelene kadar yapılan yapılmıştır, bu andan sonra bu işe eğilmek lazım. Ben okurken geceleri pek uyuduğumu hatırlamıyorum. Şu anda daha çok uyuyorum. Öğrenciyken çok daha sıkı çalışmıştım. Artık biliyorsunuz bazı işleri ve kendinizi de tanıyorsunuz, yapacağınızı da biliyorsunuz. Daha rahat gidiyor, ama o zaman rahat götürmeye başladıkça bu iş hiçbir zaman elinize alıp da kontrol edebildiğiniz bir iş olamıyor. Yoksa öyle bir kimseye yol gösterici bir durumum yok.
2008’de ortak oldunuz. Ortak olmadan önceki ofisin yapısıyla siz geldikten sonra ofisin yapısı arasında bir şeyler değişti mi? Ofisin genel yapısından bize bahsedebilir misiniz?
HD: Kesin değişti, ama ben bir şeyler değiştirmedim. Belki biz değiştirdik, bir ortaklık zaten böyle bir şeyin kararıdır. Her şey aynı giderken içine biri dahil olup her şey hala aynı gidiyorsa, zaten burada bir sıkıntı var demektir. Aslında tarif etmek zor, ama bir şekilde, burası kaliteli işler yapan seçici bir ofis. Bu 1996’da da böyleydi, bugün de böyle. Bu açıdan değişen bir şey yok. Zaten bunun varlığı bizi ortak eden şey. Ben başka kiminle ortak olabilirdim onu da bilmiyorum. Burada kurulu bir düzen vardı, sonra ben geldim ve o düzene adapte olmadım. Zaten böyle bir kafada biri değilim Arif Bey de bunu bilir. Ofisi başka türlü bir hale getirdik. Biraz ölçeği değişmiş olabilir yaptığımız işlerin. Hem büyüklük olarak hem de adet olarak. Çünkü ofis olarak da biraz büyüdük ama hala biz dahil 10 mimardan fazla değiliz. Çok da kalabalıklaşmak istemiyoruz. Nereye kadar dayanabiliriz onu da bilmiyorum am şu an çekirdek bir ekiple yürüttüğümüz işler var, ofis belki yoğunluk olarak çalışan olarak da iki üç katı bir artış kazandı.
HD: Buranın çıkış kapısı yok, çok nadir işten çıkan olur.
HD: İlk yıl ofisin yapılanması sırasında birkaç arkadaşımızla sorun yaşadık. Ama şu an öyle bir şey yok. Bir şekilde insanlar bizden memnun, biz onlardan memnunuz. Keyifli bir şekilde çalışıyoruz. Çok yoğun zamanlarımızda sıkıntılı günler geçiriyoruz, ama ilerisini hep beraber sahipleniyoruz. Burada isleri birisi yapamazsa onun yerine başka biri gelir yapar diye düşünmüyoruz, ‘biz’ denen şeye inanıyoruz.
SB: Bildiğim kadarıyla Suyabatmaz-Demirel Mimarlık’ın proje tipleri konut, ticaret, ofis gibi çeşitleniyor.
HD: Evet, ama umarım bunu 10 yıl sonra başka şekilde konuşuyor oluruz. Biz bir yerden bir gaz aldık bazı projelerle, siz ne yaparsanız, size o geliyor. Bunun dışına çıkmak için çaba sarf etmek gerekiyor ve ediyoruz.
Mimar gidip dışarıda müşteri arayamıyor. Biz çeşitli projeler yaptıkça başka projeler bize gelmeye başlıyor. Bir dönerci dükkanı da yaptık, bir sinema da. Salt Beyoğlu’ndaki sinema oldukça önemli bir projeydi. Küçücük bir mekandı, ama ben en fazla o projenin şantiyesine gittim, toplantılarına katıldım.
Aslında yapmak istediğimiz şey daha kamusal binalar, ama onlar pek mimarlar tarafından yapılmıyor. Yarışmalarla yapılanlar da genelde sonlanmıyor. İster istemez ticari bir sektörün çizeri haline geliyor mimarlar ama bunu nasıl yapacağımızı dert etmeye başlıyoruz. İlk yaptığımız konut projesi site idi ve öyle olmamasını sağlayamadık. 2008’de ilk ürettiğimiz projelerden biriydi. Mesela onu başka türlü bir hale getiremedik. Müşteriyi ona ikna edemedik, beceremedik. Şimdi başka bir toplu konut projesi yapıyoruz ve etrafında hiçbir sınır yok. Tamamen alt tarafları bir şekilde kentin içine yayılıyor ve bir şekilde ben onu artık konut gibi görmemeye başlayabiliyorum. Üstünde 500 tane konut olmasına rağmen başka türlü işleyebiliyor. Keşke istediğimiz gibi yönlendirebilsek her şeyi ama bence bu zaman istiyor.
HD: Piyasaların içine hiç girmedim, ne bir yerde çalıştım, ne de iş görüşmesi yaptım. Staj yaptığım yerler bizim ofisimizin kafasına çok yakın yerlerdi. O nedenle mimarlık piyasası denen şeyi pek bilemiyorum, ancak dışardan görebildiğim kadarı.
Bir tek New York’ta yapmıştım bir iş görüşmesi ve aslında niye gittiğimi de bilmiyorum. Daha gittiğim gibi vazgeçtim ve toplantıda konuşmanın yönünü değiştirip istemediğimi belirttim. Görüşme tersine döndü ve bana 4 yıl orda kalıp kalamayacağımı sordular.. Dünyanın en iyi ofislerinden biri olmasına rağmen ben çalışmak istemediğimi daha ofise girdiğim anda anladım. Bir tarafta 40 tane mimar bir şeyler çiziyor ve büyük bir ihtimal bir şeylerin parçalarını çiziyorlardı. Ne çizersek çizelim bir şeyin bir parçasına elimi atmayı sevmiyorum. Bence piyasa diye bir şey var ama nasıl ki mimarlık hangi okuldan mezun okuduğunuza bağlı değilse ve kendinizi geliştirmeniz ile alakalı ise girdiğiniz yeri de değiştiriyorsunuz. Size bağlı herşey, elbette ki piyasa diye bir şey var. Maalesef ki şartlar böyle deyip kendini adapte eden insanlarda var. Bunu yaşıyor ve bundan sadece şikayet ediyorlar. Bütün çalıştıkları sürece işverenleri de onlardan şikayetçi oluyor. İnsanların kendisi bu işi nasıl yönlendirirse, iş de öyle gider diye düşünüyorum. İş dikte edilmiş bir şey değil bence. Kontrol edilebilirmiş gibi geliyor bana, yeter ki insanların içinde güven olsun.
SB: Şu anda askerlik yapıyorsunuz, neden bu dönemi seçtiğinizi ve nasıl geçtiğini, buradan sonra neler yapmayı düşündüğünüzü bize anlatırsanız sevinirim.
HD: Aslında askerlik hepimizin gitmesi gereken bir yer ve ben bunu çok doğru bir zamanda yaptığımı düşünüyorum. Mesela okulu bitirdiğim yıl gitseydim, New York’a gitmemiş olacaktım. Döndüğümde gitseydim belki böyle bir söyleşiyi yapmıyor olacaktık. İlk yıl, ikinci yıl, üçüncü yıl… Aslında bu zamanda gitmek lazım dedim ve karar verdim. Aramızda hep bunu sessizce konuşuyorduk. Ofisin en yoğun olduğu zaman, ama bildiğini istedikçe iyi şeyler oluyor, askerliğim rahat bir şekilde gidiyor şimdilik. 14 gün acemilik yaptım ve 20 gündür tatil yapıyorum. Ofisle de bu zaman zarfında hala bir şekilde bazı işleri koordine edebiliyorum. Hepsinin arkasında öyle düşünülmüş, tasarlanmış şeyler yok.
HD: Elbette ki başvurabilirler. Sadece bir projenize ödül verilmiyor, seçilmiş 3 tane projenizi yolluyorsunuz ve o projeleri nasıl seçtiğimizi de söyliyeyim, acaba hangilerini yollarsak kazanırız demedik, seçtik elimize gelenleri ve yolladık. O ödülü almak için değil de, kendimizi de görelim istiyordum.
HD: Güneşli Kule ve İstanbul Eko Park vardı, diğeri de ODTÜ Öğrenci Merkezi Binası ve ODTÜ Meydanı Mimari Yarışma Projesi. ODTÜ’deki yarışmaya girmiştik, kaybetmiştik. Bir binanın yüksekliğini geçtiğimiz için (ama inadına da geçmiştik) ve jüri ile de aramızda şöyle bir diyalog olmuştu: “Sizin projenize bayıldık ve birinci yapmak da isterdik, ama şartnamedeki bu madde bizim elimizi kolumuzu bağladı.” Ben birinci olmak zaten istemiyordum, okurken de böyleydi şimdi de böyle. Oraya yapılması gereken şey neyse, söylenmesi gereken söz neyse inadına onu söyleyelim istiyorum. Orada da öyle yaptık, oradan mansiyon aldık.
HD: Yok, şuan için düşünmüyorum.
HD: Daha 12 yılım var. Bilmiyorum, oraya niye başvurduk, belki Arkitera’ya da başvuracağız. Şu an emin değilim.
HD: Evet, artık ben yollamıyorum zaten, yolladığımız şeylerin haberleri bana geliyor. Ama neden olmasın tabi ki. Bana bunun bir faydası var mı, ondan da tam emin değilim. Sonuçta bu ödülleri alınca yaptığımız işlerin ne kalitesi, ne de içeriği değişiyor. Birileri tarafından onurlandırılmış oluyor ve birilerinin görmesini, duymasını ve belki heveslenmesini sağlıyor. Belki bu söyleşiyi okuyan bir öğrenci, içinde bulunduğu durum için “neden canımı sıkıyorum ki” deyip bütün sıkıntılarını bir kenara bırakıp oturup önündeki projesi ile uğraşacak. Ben de okurken çok keyifli bir hayat yaşamadım.
Ama bunu etrafta ne ödül varsa toplayalım diye yapmıyoruz. Çünkü bir şekilde bunlar aynı yere gidiyor, arkadaki rafı ödül ile doldurmak gibi bir niyetimiz de yok. Ama neden olmasın? Arkitera’ya ürettiğimiz bütün projeleri eksiksiz bir şekilde ürettikçe yolluyoruz.
Hani bahsettiğim, bizim okula gelen hocaları da Arkitera’dan tanıyorum, Onların resimleri Arkitera’nın ana sayfasında dönerdi eskiden. Bu iyi bir şeydi bence, bir yakınlık oluşuyordu. Bir şekilde bunlar insanı motive ediyor, onlarla irtibat kurmaya başlıyoruz. Aradaki mesafenin uzak olmadığını görmeye kafanda büyüttüğün gibi olmadığını düşünmeye başlıyorsun. O nedenle Arkitera’nın açtığı ödüle de katılırız belki, olur yani biz başvururuz onlar ödül verir, ödül vermez, bilinmez.
HD: Bence şöyle bakmakta yarar var. Bir şekilde bir üretim yapıyoruz ve hiçbir projeyi yaparken bunu biz ödül alırız diye yapmıyoruz. Hiçbir yarışmaya girerken, birinci olmak için girmiyoruz. İnanın ne yapmak gerektiğini sezdiğim çok zaman oluyor bir yarışmada birinci olmak için ama onun büyük bir zaman kaybı olduğunu düşünüyorum. Bence bir şeyi böyle matematiksel olarak, nereye gitmesini istediğiniz gibi yönlendirmemek lazım. Siz onun ne olması gerektiğini anlamalı ve onu yapmaya gayret göstermelisiniz. Bir adamın okurken dışarıda bir dolu yarışmaya katılıp ya da bir dolu proje yapıp duyulamaması, ödül alamaması bir dert değil. Yollamasaydık, 40 kişinin içinde başka birinin adı olurdu. Belki de bir Türk’ün adı olurdu. Hani söylediniz ya tek Türk diye.
Birileri yolladığı için birilerini seçmişler yani. Seçerken de bir kriteri yok bunun, oradaki 4 tane jüriye bağlı, sonuçta başka jüri gelse başka 40 kişi seçecekti. Elbette ki aynı isimler de olacaktı, sonuçta şans oyunu değil bu. Başka projeler de başka yerlerde ödül alıyor, öbür tarafta hiçbir şey almıyor onun gibi, ama ben biliyorum ki biz inandığımız şeyleri yapıyoruz ve hep inandığımız şeyleri yapacağız. İnandığımız şeyleri yapamıyorsak da bu işi yapmayıp gidip başka bir iş yapacağız. Ölene kadar mimarlık yapacağız diye bir şey yok. Keyif aldığımız ve bize bir işkence gibi gelmediği sürece bunu sürdüreceğiz.
HD: Asıl ben teşekkür ederim.