İstanbul Tasarım Benali kapsamında Alt'ta sergilenen "Köçek Dans Pisti" yerleştirmesini Aslı Serbest'le konuştuk. Teori, sanat ve mimarlık arasında gezinen projelerinden bahsettik.
Aslı Serbest ve Mona Mahall beraber kurdukları m-a-u-s-e-r ile; sanatı, mimarlığı ve teoriyi kapsayan çok disiplinli işler üretiyorlar. İkilinin projelerinde ele aldıkları konular ve kullandıkları araçlar oldukça çeşitli. Düşünce üretimini merkeze alan ekip, metin, hareketli imaj ve nesne kullanarak; kitap, dergi ve yerleştirmeler üretiyorlar. M-a-u-s-e-r’den Aslı Serbest ile İstanbul Tasarım Bienali kapsamında sergilenen “Köçek Dans Pisti” üzerine konuşmak için buluştuk. İstanbul Tasarım Bienali’nin StudioX ve Alt’taki sergileri 4 Aralık’a kadar devam ediyor, yani hala “Köçek Dans Pisti”ni görmek ve kurtlarınızı dökmek için zamanınız var.
Burcu Bilgiç: Mimarlık, sanat ve teori arasında nasıl gezindiğini merak ediyorum; belki tüm bunların nasıl başladığından, nereden mezun olup sonrasında neler yaptığından bahsederek başlayabiliriz.
Aslı Serbest: Sıfırdan başlayayım: Ben İstanbul’da doğdum. Yine İstanbul’da Yıldız Teknik Üniversitesi’nde mimarlık okudum. Sonra yüksek lisans için Almanya’ya gittim. Bu sırada Viyana’da görsel medya ve Milano’da da iletişim tasarımı programlarına katıldım. O yüzden söylediğin gibi, üniversiteden beri mimarlık, sanat ve teori arasında gezintiye başladım. Mimarlık fakültesinde -hocalarımın dediği gibi- sanatsal çalışmalar yapıp, sanat fakültesindeyken de -yine hocalarımın dediği gibi- mimarlık çalışmaları yapıyordum.
Mona Mahall ile birlikte 2007’de kurduğum m-a-u-s-e-r kapsamında bu üç dalı yan yana, üst üste getirmeye çalışıyoruz. M-a-u-s-e-r olarak amacımız mekanı, dijital/fiziksel medyalar aracılığıyla ve farklı disiplinler üzerinden işlemek. Mekânı ve mekânın dinamikliğini konu alan işlerimiz filmden yazıya, yerleştirmeden çizime, sahne tasarımlarından mimari vizyonlara kadar farklı şekillerde sonuçlanabiliyor. M-a-u-s-e-r olarak gerçekleştirdiğimiz ilk iş, mimarlık sanat ve teoriyi bir araya getirmek için geliştirdiğimiz Junk Jet dergisinin ilk sayısıydı. Şimdiye kadar 6 sayı çıkardık.
Junk Jet Magazine, Sayı #5, 2012, m-a-u-s-e-r (Mona Mahall, Aslı Serbest)
M-a-u-s-e-r’a paralel olarak yürüttüğüm akademik çalışma alanım mekânsal dinamikler (spatial dynamics). Bir buçuk ay önce Almanya’da sanat akademisinden ayrılıp Amerika’ya taşındım ve RISD (Rhode Island School of Design)’da çalışmaya başladım. Daha önce Almanya’da olduğu gibi Amerika’da da sanat, mimarlık ve tasarım bölümleri öğrencilerinin beraber katılabildikleri ve ortaklaşa çalışabildikleri mekansal dinamikler (spatial dynamics) isimli bir proje dersi veriyorum. Bu ders için teori ve pratiği birleştiren bir içerik hazırlıyorum. Üniversitedeki derslerim ve kendi atölyemdeki çalışmalar yöntemsel ve kavramsal olarak çok bire bir. Her ne kadar değişik disiplinlerden öğrencilerle çalışıyor olsam da, odağım mekân ve mimarlık.
Mekânsal dinamikler kavramına geri dönersek, bu kavram mimarlık, sanat ve teori için ortak bir temel oluşturuyor: Mekan, zaman içinde yer alan ve hareketliliğimiz ile algılanabilen dinamik bir kategori. Sabit bir kutu değil.
Köçek Dans Pisti, Istanbul Tasarım Bienali, 2016, m-a-u-s-e-r (Mona Mahall, Aslı Serbest), Foto: Sahir Uğur Eren
“Bienaldeki her iş, disiplinler arası bir düşünce işi.”
Birinci neden, bu bienalde tasarımın sanat, arkeoloji, teori, tıp, ve hatta astronomi üzerinden okuması. İstanbul Tasarım Bienali sadece değişik işlerin, konuların, kişilerin bir araya geldiği bir platform değil; aynı zamanda bienaldeki her iş, disiplinler arası bir düşünce işi. M-a-u-s-e-r olarak biz de projelerimizde sadece değişik disiplinlerin kaynaklarından, bilgilerinden, tarihinden, teknik ve estetik olgularından yararlanmıyoruz; ayrıca her işimizi belirli bir konu çerçevesinde bir düşünce işi olarak görüyoruz; bu da bizim işlerimizle İstanbul Tasarım Bienali’nin arasındaki diğer bir bağlantı. Bienal tasarım ve mimarlık kapsamında ürün üretimindense, bilgi üretimine öncelik veren bir yaklaşım sergiliyor. Sergideki işlerin çoğu estetik kodlar değil, bilgi taşıyor.
Bu bienal tasarıma evrensel olarak bakan, matruşka gibi küçükten büyüğe giden bir anlayışı takip ederek ona odaklanan bir bienal. “Biz İnsan mıyız?” diye sorduğumuzda başka bir katman daha ekleniyor: Tasarımın sadece insanın yaptığı değil insanı yapan bir öz tasarım (self design) olması meselesi… Öz tasarım terimi bizim geliştirdiğimiz projeler ve yazdığımız yazılar için de çok önemli. Bize göre öz tasarımın en temel aktivitelerinden birisi dans etmek. Bu bienalde de dans ve dans pisti üzerine çalıştık.
Köçek Dans Pisti, Istanbul Tasarım Bienali, 2016, m-a-u-s-e-r (Mona Mahall, Aslı Serbest), Foto: Sahir Uğur Eren
“Köçek Dans Pisti” yerleştirmesi fikri nasıl ortaya çıktı?
İlk olarak küresel/evrensel bir proje değil, yerel bir proje geliştirmek istedik. Osmanlı divanındaki festivalleri ve Osmanlı divanında mimarların görevlerini araştırmaya, eski kitapları kurcalamaya başladık. Padişahların festival kitaplarını, mesela Surname’leri taradık. Yaptığımız yerleştirme, bulduğumuz bu mekânsal bilgileri bir şekilde günümüze tercüme etmekle ilgili. Mimarlar o dönemde sarayda sadece bina yapmıyorlar, aynı zamanda festivalleri de tasarlıyorlar. Festival tasarımında en önemli ögelerden birisi de çadır (geçici mimarlık); bu çadırların çok incecik bacakları, tavanı olmayan direkleri var. 18. yüzyıldan kalma, Türkçe’ye “Güzel Oğlanlar Kitabı” olarak çevirebileceğimiz Hubanname kitabında dama tahtası desenli, köçeklerin üzerinde dans ettiği bir yer kaplaması keşfettik; bulabildiğimiz tarihteki ilk dama tahtası desenli dans pisti görseli… Bu mekanlar hep mimarlar tarafından tasarlanmış mekanlar. Batı’da, Rönesans döneminde de festival tasarımı yapan mimarlar var; ama onlar bilim ya da buluşlar üzerine çalışıyorlar, teknoloji ön planda. Osmanlı’daki mimarlar ise gösteri ve eğlence amaçlı işler ve icatlar üretiyorlar. Bu yüzden o devirde mimarların en önemli işlerinden biri festivaller ve köçekler için sahne tasarımı yapmak. En büyük amaç ise bu tasarımların ilginç ve hayret verici olması. Mesela Haliç’teki gemilerin yelken direkleri arasına tel çekiyorlar, köçekler o teller üzerinde dans ediyor, bu incecik tellerin üzerinde at arabaları yürütülüyor. Mimar İbrahim Efendi yaklaşık yarım saatte bir boğazın sularına gömülen ve tekrar su yüzüne çıkan, üzerinde köçeklerin dans ettiği bir timsah geliştiriyor, bu dünyadaki ilk denizaltı.
Burada sadece mekanik timsah değil, köçekler de bir nevi canavar. Köçekler, Osmanlı Divan’ında, kadın kıyafetleriyle dans eden, makyaj yapan, uzun saçları olan yakışıklı oğlanlar, canavarlar olarak geçiyorlar. Köçeklik, 19. yüzyılda Tanzimat’la, batılılaşmayla ve yabancı gezginlerin Osmanlı’ya gelmesiyle yasaklanan bir aktivite. Bu dönemde köçekler yabancı gezginler tarafından kadınsı ve canavarımsı betimlenerek sapkın görülüyor. Köçek, ikili değil (kadın/erkek) çoklu cinsiyet anlayışını gösteren figürlerden bir tanesi. Bu demek oluyor ki batılılaşma ile cinsiyet ve cinsiyetin görselliği bile tasarlanıyor, kadınsı erkekler sapkın görülüyor. Tanzimat’tan önce daha çoklu, muğlak, çok anlamlı bir cinsiyet anlayışı varken sonradan köçeklerle beraber her tür belirsizlik ve melezlik yasaklanıyor. Köçekler bir yandan yetenekli ve son derece güzel, “insanın nefesini kesen” sanatçılar/dansçılar olsalar da diğer yandan yabancı uyruklu köleler. Burada tekrar “Biz İnsan mıyız?” diye sorabiliyoruz.
Türkçe’de dans etmek için kullanılan çok detaylı kelimeler var: Göbek atmak, raks etmek, oynamak, kıvırtmak gibi. Bu da dansın Türk kültüründeki önemini gösteriyor. Eskimo dilindeki kar kelimesinin çeşitliliğine benzer bir olgu. Dans yalnızca öz tasarımın en temel şekli değil, aynı zamanda insanlaştıran bir aktivite. Örneğin en önemli robot yarışmalarından biri 1983’den beri gerçekleştirilen dans yarışması, oynayan robotların ne kadar insansı olduğu değerlendiriliyor. Daft Punk, video kliplerinde bunu tersine çeviriyor ve maskeli bir insan vücudu robotsal hareketlerle dans ediyor – bir nevi post-köçek: robot-insan melezi.
Video’dan alıntı, Köçek Dans Pisti, Istanbul Tasarım Bienali, 2016, m-a-u-s-e-r (Mona Mahall, Aslı Serbest)
Köçek, öz tasarımı dile getiren yerel tarihi bir figür, yaptığımız yerleştirme ise onu eleştirisel olarak günümüzün öz tasarım anlayışıyla birleştirmeyi amaçlıyor. Yerleştirmede videolar ve monitörler iç mekânı oluşturuyor. Yerleştirmenin mekânsal elemanları Osmanlı mimarlarının tasarladığı festival unsurlarından oluşuyor, perdeler ve ince ayaklar öne çıkıyor. Diğer bir önemli unsur seyirciyi katmak; çünkü öz tasarım ve dans etmek, izlemekten yola çıkan bir şey değil. Bu yüzden Köçek Dans Pisti’nde sergiye paralel olarak, bir müzik serisi düzenliyoruz. DJ’ler canlı performansları ile izleyicileri dans pistine ve öz tasarıma davet ediyor. Köçek Dans Pisti dekoratif bir sergi değil, hem arşiv hem yerleştirme; bir yandan da dans pistine dönüşebilen melez ve muğlak bir mekân. Bienalin açılış günü, ilk DJ performansı ile, izleyiciler sergide dans etti. Yerleştirme dengesiz (destabilizing) bir mekana, izleyiciler de katılımcıya dönüştü. “Biz İnsan mıyız?” aktif bir soru, amacımız katılımı sağlamaktı. Projenin sadece bakılan değil katılıma açık bir proje olmasını istiyorduk. Projenin iki modu var: Birincisi sergi modu, sergi modunda perdeler kapalı oluyor ve videolara bir arka plan oluşturuyor; bir de performans modu var, performans modunda perdeler açılıyor, mekân büyüyor ve içinde dans ediliyor, bu herkese açık öz tasarım modu.
Neden köçek karakteri bir öz tasarım figürü olarak öne çıktı?
Mona’yla insanın nereye kadar tasarlandığına dair okuyup tartışıyorduk: Dansın insanın en eski ve temel etkinliklerinden olduğunu (Evliya Çelebi), öz tasarım ürünü olduğunu; cinsiyetin ise bir toplumsal inşa olduğunu (Judith Butler) ve yine bir tasarım ürünü olduğunu gördük. Köçek; eteğiyle, makyajıyla, fırfırıyla, ay suratı ile, bu iki olguyu birleştiren yerel bir figür. 16., 17., 18. yüzyılın köçeklerini öz tasarım açısından bugünün ‘süper star’ları ile karşılaştırabiliriz. Çelişkili bir figür; aynızamanda hem köle hem canavar. En önemlisi köçek her tür hakimiyete ve her tür maço erkek motifine karşı da bir figür, çünkü ‘kadınsı’.
Çizim, Köçek Dans Pisti, Istanbul Tasarım Bienali, 2016, m-a-u-s-e-r (Mona Mahall, Aslı Serbest)
Yaptığınız detaylı araştırma sonunda, elinizdeki malzemeyi son ürün olan yerleştirmeye doğru götürürken kullanacağınız araçları nasıl belirlediniz? Mesela videolar var, mekânsal bir temsil var, dans pistine dönüşen damalı bir zemin var…
How Architecture Learned to Speculate, 2009, m-a-u-s-e-r (Mona Mahall, Aslı Serbest)
Biraz da m-a-u-s-e-r olarak yaptığınız işlerden bahsetmek istiyorum. Bir tane kitabınız var: How Architecture Learned to Speculate. Kitaptaki konu başlıkları üzerinden gidecek olursam; mimarlık mesleğine özgü bir dille, mesleğin bilindik sınırlarının dışında olan dili beraber kullanma şeklinizin spekülatif olduğunu söyleyebilirim. Yaptığınız işlerde mimarlığı speküle ediyor musunuz?
O kitabı 2009’da yazmıştık, temel tasarım manifestomuz gibi bir şey oldu. En azından speküle edilen mimarlığa inanıyoruz; çünkü modern çağdan beri tasarımın en güçlü ve belirgin yöntemlerinden biri spekülasyon. “How Architecture Learned to Speculate” risk alarak yapılan mimarlığa ve tasarıma dair bir kitap. Aslında bu kitap mimari riskin tarihini anlatıyor, paralel olarak ekonomik teorileri mimarlığa taşıyor. Bir risk alma metodu olarak spekülasyonu ve medyanın rolünü kültürel olarak tartışıyor. Modern spekülasyon ekonomi bazlı bir kelime olduğu için, mimarlık ve tasarım stratejileriyle borsada kazanma stratejilerinin paralelliklerine bakıyoruz. Spekülasyona bağlı tasarımsal konuları inceliyoruz: yenilik, taklit, medya, strateji, moda, anti-mimarlık, müelliflik (authorship) gibi. Adolf Loos’un 1910’larda Art Nouveau’ya karşı çıkışından – daha katı, beyaz, sade ve malzemenin işlenmesine değil de kalitesine önem veren bir mimarlığı savunmasından – Antfarm’ın 1970’lerdeki medyasal stratejilerine kadar pek çok örnekle değişik risk alma stratejilerini inceliyoruz. Mimari spekülasyon modern çağın alâmeti.
Bizim işlerimiz mimarlık teorisi bazlı bir iddia ile başlıyor. Her projenin bir mesajı, iddiayı, kuramı iletmesine önem veriyoruz; her işin kendi içinde doğruları var. Modern çağdan itibaren tek bir doğru yok, projelerimizde bunu göstermeye çalışıyoruz. Sanat ve mimarlık nesnelleştirilemez, öznel disiplinlerdir; birçok çözüme olanak verirler. O yüzden mimarlık spekülasyona açık bir dal, her projesinin doğrusu kendi içinde; ekonomi teorilerinde de bunu görüyoruz. Farkları, mimarlık ve sanatın modern çağdaki değerinin ekonomide olduğu gibi para ile değil; fark edilme (attention) değeriyle ve buna bağlı olan estetik değerlerle şekilleniyor oluşu. Fark edilme değeri ise yine spekülasyon ve yenilik kavramlarına bağlı. Spekülasyon olmadan yeni üretilemiyor.
Köçek Dans Pisti, Istanbul Tasarım Bienali, 2016, m-a-u-s-e-r (Mona Mahall, Aslı Serbest), Foto: Sahir Uğur Eren
Yaptığınız işlerin formunu yani sonuçta ortaya çıkan estetiği spekülatif buluyor musunuz?
“How Architecture Learned to Speculate”i yazarken mimari tasarım stratejilerine odaklandık. Burada, tasarımsal olarak spekülasyonun kavradığı unsurlar önemli bizim için: risk alma, yenilikçilik, sabit olmayan hareketli (estetik) değerler gibi. Sanat ve mimarlıkta, estetik değerler ve doğrular her an değiştiğinden onların peşinden koşmaktansa, bir tez, iddia, konu ve spekülasyon üzerine kurulmuş projeler geliştirmeye çalışıyoruz. Proje belli bir kavramla ya da belli bir idealle yola çıktıktan sonra kendi yolunu, araçlarını, ‘çirkin’ de olsa estetik değerlerini bulabiliyor. Modern kültür, estetik değer açısından, en son Marquis de Sade ile ‘güzel’ kelimesini elimine etti.
Herhangi bir estetiğe bağlı olmadığımız gibi, herhangi bir medyaya da bağlı değiliz. Sadece çizim yapmıyoruz, sadece video veya sadece metin üretmiyoruz. Çünkü her söylem, her proje kendi estetiğini, araçlarını ve medyasını kendi bulabiliyor.
Genel olarak radikal bir teze dayanan projeler, spekülatif olabiliyorlar.
Bu seneki İstanbul Tasarım Bienali’ni değerlendirebilir misin? Bir tasarım bienali olarak nasıl riskler alıyor bu bienal?
Öncelikle, İstanbul Tasarım Bienali’nin küratör seçiminden bahsedelim. Tasarıma farklı bir bakış açısı getirmeye çalışan, tasarımı tasarlamaktan bahseden, eleştirel tasarımdan yola çıkan bir küratör ekibinin seçimi, bir kurum olarak tabii ki spekülatif. Teorik çalışan, kendi söylemlerine göre polemik yaratmayı amaçlayan küratörlerle çalışmak özellikle içinde bulunduğumuz her şeyi kabullenme devrinde çok cesaretli bir karar. O yüzden riskli bir bienalin bir parçası olmak güzel. Bu bienalde tasarımı yeniden düşünülmesi ve tasarlanması önerisi bile tasarımın geleceği için önemli bir hamle. “Biz İnsan mıyız?” başlığı altında, tasarım insanı yeniden tasarlamak olarak tanımlanıyor ve insanların tasarımı değil de tasarımın insanları nasıl şekillendirdiği sorgulanıyor. Bu soru kapsamında geliştirilen işler dört büyük kategoride toplanmış: Bu bienalin içinde dört sergi var diyebiliriz.
Tasarımın küratörler tarafından açılımına gelince, aynaya baktığımızda gördüğümüz her şeyin de tasarım olması, havanın bile tasarım olması mutlak bir yaklaşım. Bu derece mutlak düşünüldüğünde tehlike tasarım kelimesini tamamen kaybetmek olabiliyor. Diğer yandan bienalin dört kategoriye ayrılmış olan bölümleri net ve odaklanmış. Mesela “bedeni tasarlamak” bölümü, tasarımı insan vücuduna bağlıyor ve öz tasarımın nereden nereye kadar vardığını ve varabileceğini gösteriyor. Burada sosyal medyada yaratılan kimliklerden, cinsiyetin bir tasarım ürünü olduğuna kadar öz tasarımdan bahsedebiliyoruz. M-a-u-s-e-r olarak biz de dansı bir öz tasarım olarak değerlendirip bienal projemizi “bedeni tasarlamak” bölümü için geliştirdik.
Gerek radikal ve spekülatif içeriği ile gerekse geliştirdiği tasarım felsefeleri ile bu bienalin sadece tasarım dünyasına değil, sanat ve mimarlık alanlarına da önemli etkileri olacağına inanıyorum.