Süper Kent dosyası kapsamında Mimar Derya Aydan ile Zonguldak ve Zonguldak'ta genç bir mimar olmak üzerine konuştuk.
Tülay Aydın: Öncelikle sizi biraz tanıyabilir miyiz? Ne zamandan beri Zonguldak’ta yaşıyor ve çalışıyorsunuz?
Derya Aydan: 1986 doğumluyum, 2009 İTÜ Mimarlık mezunuyum. O zamanlar “Yüksek lisans ile vakit kaybedeceğine doğrudan çalışma hayatına gir, deneyim kazan.” diyen bir hocamdan etkilendim ve mezuniyet sonrası İstanbul’da çalışmaya başladım. Açıkçası çok da uzun bir süre çalışmadım İstanbul’da; ofis ve şantiye olmak üzere iki ayrı yerde iki sene kadar çalıştım. Oldukça da mutluydum.
O sıralar Zonguldak’a git gel yapar iken Zonguldak’ta benim yaşımda genç bir – iki mimar vardı, bir şekilde onlarla tanıştık. İstanbul’da pazar günü dahi çalıştığım bir şantiyedeydim o dönem, kirpiklerime kadar alçıpan tozuna bulandığım bir işim vardı. Mutluydum ama çok çalışıyordum. Çok şey öğreniyordum orada, zaten yeni mezunken ilk beş – on sene mimarın m’si oluyorsun sadece. Tabii biz işveren ayağını bilmiyorduk, bize verilen görevi yerine getiriyorduk ve çalışma saatleri çok yoğundu. Baktım, burada da ilerleyen projeler var. Zonguldak’ta da işler yoğun gidiyor, ama en azından kendi işini kendin ayarlayabiliyorsun.
Bir de ailemin bir yeri vardı ve “kızımız mimar, mimar lazım bize, sen çiz” diyorlardı bana. Sonra şu anda ailemle yaşadığım binayı Zonguldak’taki o mimar ile ortak yapmaya başladık. Aşağı yukarı yaşıtız da, aynı heyecanları taşıyoruz. Bu proje sonrasında da çok büyük hayallere kapılmadan, sömürülmeden olabildiğini gördüm bir şeylerin. Evet, İstanbul’da olunca çok lüks, çok güzel projelerde yer alabilmek mümkün; benim çalıştığım projeler de öyleydi. Mesleki tatmin vardı, ancak biraz daha saatlerini kendim ayarlayabildiğim bir tarafa yönelmek istedim. Öyle olunca oradaki işten ayrılmıştım ve o aralıkta buraya gelmiş oldum. Burada da bir kere bütün emeğim ile kendi işimi yapmanın tadını alınca bir daha öbür tarafa gitmek çok zor geldi.
Sonra burada bir büro açayım, daha küçük bir şehirde öğreneyim istedim işleri. Bize okulda öğretmedikleri bir şey bu. Biz çok iyi birer tasarımcı olabiliriz ama o projeleri nasıl pazarlayacağımızı, satacağımızı bilmiyoruz. İşletme tarafımız hiç yok. Burada başımı vura vura onu öğrendim. Çünkü akıl danışabileceğim hemen hemen hiç kimse yoktu. Enteresan birçok proje yaptım, üç sene aktif olarak ofisten çalıştım, sonrasında ofisi kapattım bir sene evden çalıştım. Restorasyon projeleri de geldi, iç mekan projeleri de oldu… Birkaç kamu projesi yaptım; kurumlara, müdürlüklere öneriler götürdüm. Şu an ise mimarlıktan biraz uzaklaştım, daha farklı bir yolda ilerlemeye çalışıyorum.
Çizim: Derya Aydan
İstanbul’daki iş geçmişinize kıyasla Zonguldak’ta mimar olmayı nasıl tanımlarsınız? Kentteki güncel mimari üretim üzerine neler söyleyebilirsiniz?
İş tatmini konusu “eh”. Ama sadece Zonguldak’ta değil, Anadolu genelinde böyle olduğunu düşünüyorum, müteahhit bir kere kadın olduğunu görünce ne yapacağını şaşırıyor; çünkü genelde arkadaş toplantılarında iş halletmeye alışmış çoğu. Burada profesyonel bir ofis açınca insanlar merak ediyor “İTÜ’den mimar gelmiş” diye. Sonra karşılarında bir kadın görünce gözünün içine bakamayan dahi oluyor. Küçük şehirlerdeki işverenlerin çoğu sosyal ortamlarda iş çözmeye alışmış olunca, işverenler bütün gün senin onlarla ilgilenmeni bekliyorlar. Ama böyle olunca kimse sana çalışacak vakit bırakmıyor! Tamam, toplantılarımızı yapalım, yeri gelince de kahvemizi içer konuşuruz, ama bana zaman verin ki çalışayım. Herkes senden sosyalleşmeni bekliyor; çünkü sosyalleşmezsen sosyal ağ, iş ilişkileri oluşturmak güç.
Sıkıntılardan ikincisi: ödeme almak zor. Çok çalışıyorsun ve emeğinin karşılığı gelmiyor. Ya da aldığın ödeme çok komik rakamlar oluyor. Küçük şehirlerde neredeyse herkes tanıdık olunca “Senin anneni babanı tanıyorum.” diyerek ödeme yapmaktan kaçıyor insanlar. Şevkin azalıyor, çalışma ışığın gidiyor. Bunun dışında, genel olarak “şu kadar metrekareye, şu kadar odadan kaç tane daire çıkar” sorusu üzerine kuruluyor projeler. Yaşanamayacak, fonksiyonellikten yoksun odalarda, yalnızca metrekare hesabına bakarak ilerleyen projeler var hep etrafta. Bir diğer yandan mesleki tatmin de çok önemli, seni mesleki anlamda tatmin eden bir iki proje de olması lazım. Maddi açıdan seni karşılayabilmesi için kabul etmen gerekiyor bu projeleri; ancak bir yerden sonra gelen projelerin hepsi böyle oluyor. Bu tür mesleki sıkıntılardan ötürü de Zonguldak’ta başarılı mimari projeler geliştirilemiyor, ama dediğim gibi bu sadece Zonguldak’a has bir durum değil. İstanbul’da her şey daha profesyonel ilerleyebilirken Anadolu kentlerinde yapılan projelerin çoğu kağıt üzerinde kalmaya mahkum. Çok hızlı dönüş alamıyorsun çalışmalarına. Zonguldak’ta her şey çok durağan, “Dur canım, yaparız daha…” düşüncesi var. Bu bize de yansıyor, sen istediğin kadar canlı, hevesli ol; istediğin kadar emek ver, yine de seninle iş yapan insanın hızına ayak uydurmak durumundasın. Ama şu dönem her şey biraz daha hız kazandı Zonguldak’ta diyebilirim.
Zonguldak doğal değerleri ile, tarihi birikimi ile zengin bir yerleşme. Peki Zonguldaklıların kent ile, çevre ile ilişkisi ne durumda?
Ben 1986’da burada doğdum, annem 1990-1991 gibi Zonguldak’ta Çevre Koruma Derneği’ni kurdu arkadaşları ile beraber ve çok uzun yıllar yönetim ekibinde yer aldı. Bunların içinde büyüdüm, çok küçük yaşta ailemle eylemlere gidiyordum elimde pankartlar ile. Annemin arkadaşları ile yapmaya çalıştıkları şey insanlara bilinç kazandırmaktı. Denizi, toprağı temiz tutmak için günlük hayatta neler yapılabileceğine, termik santral gibi projelere karşı büyük ölçekte insanların seslerini nasıl duyurabileceğine yönelik çalışmalar yaptılar.
Ne yazık ki görmek istediğimiz düzeyde bir çevre bilinci yok. Ailemden ötürü bu bilinçlendirme çalışmalarının içindeyim, ancak bir yandan İstanbul’a gidip gelme durumumdan ötürü dışarıdan bir göz olarak da bu çalışmaları değerlendirebilme imkanım oldu. Dışarıdan gördüğüm şey şu oldu: belirli bir yaşa gelmiş insanlara birtakım şeyleri anlatabilmek ve bilinç aşılayabilmek daha zor. Kırk yaşına gelmiş, hala yaşam kaygısı olan ve hala karnını doyurmaya çalışan bir insana kalkıp kolektif çevre bilinci aşılamak zor. İnsanların daha hayatları ile, hayatını düzene oturtmak ile ilgili sorunları var iken; çoğu insan ekonomik krizidir, geçinme telaşıdır derken kendini belirli yaşam standartlarına adapte edememiş iken ve insanlarda bu kaliteli yaşam için bir güven kaygısı varken insanlara ne sanatı, ne çevre bilincini gösterebiliyorsun. Zonguldak’a dönersek, artık dibimize kadar girdi termik santraller. İnanamazdık böyle mantar gibi çoğalabileceklerine. Dibinde olmadıkça “Ben termik santral görmüyorum ki burada.” diyor, anlatamıyorsun. Maalesef ki bilinçlenme yok. Annem şu anda Batı Karadeniz TEMA temsilcisi, onun yapmaya çalıştığı ve başarılı olduğunu gördüğü bir çalışması var: okullara gidiyorlar. İlkokul çağındaki çocuklara gidip onlara anlatıyorlar çevreyi korumanın ne kadar önemli olduğunu, daha ilkokul çağından bu bilinçlendirme çalışmaları başlayınca daha verimli oluyor, inanılmaz da eğlenceli oluyor her iki taraf için de. Ben de bulundum birkaç kere bu çalışmalarda. O yaşta ne alıyorsan kapıyorsun, beyin o yaşta daha açık oluyor bir şeyleri almaya. Ailenden, çevrenden o cesareti önceden almışsan ilerleyen yaşlarda da adım atma cesaretini buluyorsun.
Başka bir açıdan bakarsak Zonguldak’ın bir diğer sıkıntısı da şu, kimse Zonguldaklı değil. Burası kömürden sonra kurulmuş bir kent. İşçiler, mühendisler gelmiş önceden, aileler çok daha sonra katılmış. Ailelerin göç etmesi ile kent şekilleniyor. Bu şekilde sosyal anlamda gelişiyor şehir. Üç kuşak öncesine bakarsan Zonguldaklı çok az insan var. Bu da sahiplenme noktasında bir sıkıntı yaratıyor. Burada doğmuş çoğu, ama şu anda sorsan kimse Zonguldaklı değil. “Biz buralı değiliz” boşvermişliği var. Cengiz Bektaş’ın bir kitabı vardı “Duvarların Dışı da Senin” diye. Tam Türk insanı için o laf. Evin içine girip baksan bakımlı, yepyeni, tertemiz – halbuki dış cephenin boyası dökülüyor, sokağını temiz tutmuyor…
Ama en azından Zonguldak’ta düzenlenen kent söyleşileri gibi bilinçlendirme çalışmaları üzerine bir hareketlenme var gibi… Tabii öncelik şu an endüstriyel yapıların yeniden kent yaşamına kazandırılması konusuna kaymış durumda. Bu atıl yapılar nasıl değerlendirilmeli sizce?
Tamamen kamusal olarak değerlendirilmeli. Kurumlara verilmemeli bence, kurumların her güzel yerde gözü var zaten. Adliye Binası yaptılar yeni limanın dibinde. Zaten çok dik bir kıyısı var Zonguldak’ın, çok az kullanılabilecek sahil yeri var, orada da şu anda halihazırda çok büyük bir valilik binası var, yanında eski Adliye Binası vardı, onun yenisi yapıldı. Yan yana kurum yapıları geldikçe halk nerede deniz ile bağlantı kursun? Bir de üstüne açık otoparklar yapıyorlar yine sadece kurumların kullanımına açık olan. Bunlar yeni yapılanlar. Eski yapılar var bir de, onlar şehrin kilit yerlerinde. İstanbul girişi tarafındaki Lavuar Alanı var, vaktiyle yarışma projesi açılmıştı oraya. Eskiden kullanılmış kömür yıkama işleme alanları var kent içinde, müthiş endüstriyel yapılarımız var. Onun dışında bu sanayi ile gelen diğer yapılar da var. İncirharmanı Kampüsü vardı üniversitenin, mesela orasını çok güzel değerlendirdiler. Onlar da eskiden işçi pavyonları idi, küçük küçük binalar halinde yapılan o binaları hiç bozmadan aslına uygun şekilde onararak bir öğrenci kampüsü oluşturdular orada. Benim gördüğüm başarılı çalışmalardan biri o idi. Daha birçok yapı var değerlendirilebilecek ve Zonguldak her türlü sosyal aktiviteye aç. Her türlü kamusal kullanıma açılabilir bu yapılar.
Zonguldak sıkışık bir kent olduğu için yeni yapılar yapabileceğin veya insanların nefes alması için onlara sunabileceğin bir açık alan yok. Coğrafi olarak uygun alan yok, bu nedenle kente kamusal birimler ekleyeceksen eski yapıları yeniden değerlendirmek en mantıklı çözüm. Tescilli büyük yapılar olduğu kadar, evler ve konaklar da var. Onları bir şekilde kamusallaştırarak veya sahiplerine teşvikler verilerek güzel projeler yürütülebilir. Bu bilinç henüz çok yok. Kim yapacak, hangi para ile yapılacak gibi sorular var kafalarda. Bu noktada da yönetimler biraz daha cesaretli olmalı, maddi destek için yollar aramalı. Şu anda çok yeni kurulan bir Ar-Ge var belediyede. Yaklaşık iki sene önce kuruldu, daha yeni yeni atak yapabilmeye başladı, bakalım…
Çok göç veriyor şu anda Zonguldak. Sosyal olarak konuşmak gerekirse, burada güzel çocuk yetiştirilir. Benim kalan arkadaşlarımın bir kısmı “biz güzel büyüdük, bizim çocuklarımız da güzel büyür” düşüncesi ile burada kalıyor. İki adımda her yere ulaşabiliyorsun, çevre tanıdık. Mimari olarak düşünürsek de, insanları bilinçlendirmezsek günümüzdeki yönelim nasıl ise bu şekilde gider sanıyorum. Kentin coğrafi anlamda genişleyebileceği bir alan yok. Sadece şunu diyebilirim ki, kamu projeleri konusunda bir atak var bu sene. Bu olumlu, umutlu bir adım. Turizm konusunda da bir yapılandırma var, uzun vadede düşünülürse turist çekebilir Zonguldak. Ama dikkatli olunmalı ve bu sürecin takibi sıkı yapılmalı. Örneğin üniversite geldi ve Zonguldak’ı hem mekansal hem de sosyal anlamda büyüttü bu durum. Ama bu da telaşlı bir süreç oldu, hızlıca ve kalitesiz bir şekilde oldu bu değişim. Turizm için planlanan büyümenin çok da halka bırakılmadan takip edilmesi, kurumsal olarak kontrolün ele alınması gerekiyor. En ufak örnek olarak ben kafama göre cephe rengi seçmemeliyim, takibi yapılmalı bunun. Kontrollü, bir yandan da uzlaşmacı ilerlemeler ile halk sürece dahil edilmeli. Zonguldak’ın bir şehir kimliği var ve bu şehir kimliği ile anılar korunarak hareket edilmeli. “Biz de sizi anlıyoruz, sahipleniyoruz” denilebilmeli. Sadece kurallar uygulanmamalı. Örneğin bu aralar tepeden inme kararlarla yıkımlar yapılıyor ve halkın canı acıyor bu yıkımlar ile. Bizim de kayıkhanemiz yıkıldı çok canımız yandı, manevi bir değerdi o. Böyle kararları halka sebepleri ile açıklamak, onlara olan biteni anlayabilmesi için zaman vermek lazım.
İnsanlara anılarını ve buraya ait olduklarını hatırlatmak gerekiyor aslında.
İnsanlar artık maalesef elinden alınmadan hatırlamıyor bazı şeyleri. Biraz korkutulunca anlıyoruz sanırım bir şeylerin kıymetini. Örneğin Belediye Sineması vardı Çarşı’da, şu anda kapalı. Çok tatlı bir salondu, balkonlu, eski tiyatro tipi salonlardan. Uzun yıllar işletildi orası tek salon olarak. Tek film oynatılırdı orada. Sonra nereden itiştirdiler bilemiyorum, iki “saloncuk” daha eklendi oraya. Ama zaman içinde köhneleşti orası, Zonguldak’ta bir alışveriş merkezi açıldı, insanlar oradaki sinemayı tercih etmeye başladı. Belediye Sineması birkaç sene açık kaldı, ama çok az insan gidiyordu. Alışveriş merkezi içinde olmayınca ilgi çekmedi tabii. Bir noktadan sonra Sinema kendini döndüremediği için kapandı orası. Tabii dedikodular da dönmeye başladı şehirde “Ne olacak burası, sinemamız elden gidiyor.” diye. “Biz orayı çok seviyorduk.” diyenlere “Açık kalsa gelir miydiniz?” desen “Güzel değildi, güzel olsa gelirdik.” yanıtını alıyorsun. O zaman üzerinde çalışalım bunun, binayı güzel bir şekilde yeniden kente kazandıralım. Bir hayırsever devreye girmediği sürece buna da belirli bir bütçe ayrılması gerekiyor. Bu noktada yeniden kurumlar devreye giriyor işte, yine aynı döngü.
Zonguldak Belediye Sineması (kaynak: 67kentimiz5.blogspot.com.tr)
Bir başka taraftan örnek olarak annemin çevre çalışmalarına bakarsak, geçmişe kıyasla insanların duyarsız olduğunu söyleyemem; bir tık daha arttı insanların ilgisi, kampanyalar geliştirmeye başladılar. Ama bunlar da yine termik santraller gündeme gelince oluşan panik ile gelişen hareketlenmeler. Kulağa çok acımasız geliyor maalesef, ama insanlar ellerinden bir şey alınmadığı sürece yaşanmışlıkları hatırlayamıyor ve kent değerlerine sahip çıkamıyorlar. Bu panik hali ile hareketlenmeler başlıyor, insanlar bir şeyler üretmeye, tepki göstermeye çalışıyor ama iş yine kurumlar noktasında kilitleniyor. ZOKEV, Rotary gibi belirli konularda daha bilinç sahibi topluluklar insanları bir araya toplamaya çalışarak onları bilinçlendirmeye çalışıyor, projeler de oluşturuluyor hatta. Küçük topluluklar Zonguldak’ta birleşip, kendi aralarında toplantılar yaparak projeler üretiyorlar, bunları sunuyorlar. BAKKA projeleri daha sosyal ölçekte kalsa da ilk kez bu sene bayağı yüklü miktarda bir fon ayırmışlar ve değerlenecek bu çalışmalar, bu çok iyi bir şey.
Bu bahsetmiş olduğum, farklı konular üzerine harekete geçmeye çalışan bu oluşumlardan birinde ben de vardım. “BAKKA’dan hibe alıp, güzel bir kent ormanı yapalım.” gibi projeler de vardı. Hem kent içindeki işlevlere, hem de Zonguldak’ın doğal güzelliklerine yönelik birçok proje konuşuluyor idi bu tür gruplarda ve derneklerde. Hatta benim bir restorasyon projesi önerim de oldu. Bu sadece bir öneriydi, dört-beş yıl kadar önce ortaya atılmış bir fikir projesiydi.
Derya Aydan’ın arşivinden Zonguldak Limanı için öneriler
Bu noktada benim yapabileceğim minik bir eleştiri ise, “Siz zamanında çok çabalamışsınız, ne yapmışsınız bir yeniden bakalım.” denilmesinden çok, Zonguldak insanı ikinci plana itilerek, şehir dışından gelen mimarlar ve fikir üreticileri ile çalışılıyor. Bir küçük toplantı yapıldı, şehirden destek verebilecek bir sürü insan çağrıldı birlikte fikir üretebilmek için. Şu an Zonguldak dışarıdan geliştirilecek gibi gözüküyor.
Burada da işler sanırım yeniden “Zonguldak’ta mimar ol(ama)mak” noktasına dönüyor…
Burada tutunan mimarlar var ama çoğu artık “bina inşa edici” durumda. Bir binanın içinde ne olması gerektiğini biliyor olabilirsin, içinde insanları yaşatıyor olabilirsin ama o yapıya kendinden bir şeyler katamıyorsun. Böyle bakınca çok karamsar bir tablo. Ama sadece burası için değil, Türkiye’deki genel durum bu.
Zonguldak’a ilk geldiğim zaman “ben de bir şeyler yapabilirim Zonguldak için” diye heyecanlanıyordum, deli gibi proje üretiyordum, gönüllü olarak ürettiğim projeler ile kurum kurum geziyordum. Ama kurumlar arasındaki o tıkanmayı görünce bir süre sonra “kendi çevremi kurtarayım”a dönüyorsun; ancak bir yandan yine kıyamıyorsun, arada kalıyorsun.
Ece Temelkuran’ın bir yazısı vardı, “gergedanların derileri kalın olur” diye. Sen “görmeyeyim, sistemden uzaklara kaçayım” diye bir kere arkanı dönüp, başka yerlere yerleştin mi “gergedanlaşmış” oluyorsun. Gergedanlar insanlardan çok korkar. Sen de korkar hale gelebilirsin. “O kadar kolay mı gitmek, madem gittin, dönüşün de olamayacak bir daha, o da iyi bir yol değil”i anlatmaya çalışıyordu. Bizim jenerasyonun başına gelen bu, arada kalmış bir kuşak olarak devam ediyoruz. “Geri mi gitsek, ileri mi gitsek, kırsala mı kaçsak, ülkeden mi kaçsak, savaşsak mı, yok mu saysak…” gibi sorular var sürekli kafamızın içinde. Çok büyük bir cesaret ve motivasyon gerekiyor ayakta kalmak için. Biz daha mimarlıkta o motivasyonu gösteremiyoruz. Ya paranı tam anlamıyla alamıyorsun, ya proje iptal ediliyor, ya da yaptığın projeyi sen kendi diplomana yediremiyorsun. Diplomana yediremediğin bir projenin önünde ismin olsun istemezsin, utanırsın o projeden. Böyle bir nesil arada sıkışıyor. “Mimarlık bana uygun mu?” diye soruyorsun.
Zonguldak’a dönersek: ben çok fazla içerisinde değilim bu son oluşumların, o yüzden çok bir bilgim yok ama dışarıdan bakan bir göz olarak çok güzel şeyler yapacaklarını düşünüyorum. Yeni gelen yöneticiler de biraz burada işlerin yavaş işlediğini, herkesin birbirini tanıdığını gördü sanıyorum. Zonguldak’ı önce anlamaya çalıştılar, insanları toplantılar ile bir araya getirerek insanların kolektif anılarını toplamaya çalıştılar. Bu toplantılardan birinde ben de bulundum. Çok kalabalık bir kitle katılmıştı. “Dışarıdan bir turist gelse Zonguldak’ı öne çıkaracak olan şey ne, biz onlara ne sunmak isteriz?” sorusunun cevabını aradılar bizim anılarımızla ilişkili olarak. Yine turizmle ilgili endüstriyel binaların ardından doğal değerlerini de anlamaya çalıştılar. Bütün bunları dikkate alarak proje üretiliyor şu anda. Bugün bunları gördükçe “keşke o zaman da dikkate alınsaydık” diyorsun. Başka yöneticiler vardı, geç kalındı. Ama bu dönem iyi bir şeyler olacak, umut verici duruyor çalışmalar.
Mimarlık çok disiplinli bir alan, tek başına yapabileceğin şeyler ve gelebileceğin nokta kısıtlı. Büyük şehirlerde şu anda çevreyle çok fazla derdin yok. Uygulamalarda sana parsel veriliyor, parselinden sorumlusun yalnızca. Ama hem okulda bize verilen eğitim, hem de ailemden aldığım bilinç çevreye bakarak başlamamı söylüyor bana. “Ben bir şey yapıyorum ama bu çevreyi nasıl etkiliyor” diye durup düşündüren bir eğitim aldık biz. Haliyle orada işin içine farklı disiplinler, farklı fikirler, bakış açıları, yaşanmışlıklar giriyor. Haliyle biz küçük küçük adımlar atarken çok da büyük atılımlar beklenemezdi, ilerleme kaydedemezlerdi. Evet, sosyal projelerde etkileyebilirsin insanları – ama böyle büyük atılımlar daha çok yöneticilerin eline kalmış bir şey.
Bir Zonguldaklı olarak, İstanbul’da aldığınız mimarlık eğitimi ardından Zonguldak’a bakışınız nasıl şekillendi?
İnsanların yaşadığı yerler ve olaylar, anılar devreye girdiği için herkese farklı gözükür. Herkes bir olayı farklı farklı anlatabilir, farklı noktalardan ele alabilir. Zonguldak ile bu kadar iç içe iken, aldığın eğitim ne olursa olsun, anılar hala canlı durduğu için radikal değişimler olmadığı sürece o değişiklikleri çok fark edemeyebiliyorsun.
Hayatımda değişen şeylerden biri şu oldu: sokakta yürüyemez oldum! Bu da mesleki anlamda bir eksi, görmezden gelemiyorsun. Sürekli “buraya böyle bir şey yapılır mı” diyerek yürüyordum. Cephelere yapılan müdahalelere, insanların mekanları kullanma şekline, tescilli veya tescile değer yapılara yapılanlara kızıyordum. Zonguldak’ta yapılanlara her adımda sinirlene sinirlene yürüyordum. Son zamanlarda baktım ki insanlar böyle mutlu; bu da çok kötü bir şey ama, kendini korumak için “bana ne” demek noktasına geliyorsun.
Fotoğraf: Tülay Aydın
Zonguldak kentleşme sorunu olan, çok dağlık bir yerleşme. Parseller çok sıkıntılı ve çok sıkışık. Kent de limana çok elverişli bir coğrafyaya sahip değil zaten, buradan kömür çıkınca bir şekilde liman için zorlanmış buradaki zemin. Dağlar var arkada, gidecek yerin yok; diğer tarafında deniz var seni sınırlayan. Kıyı şeridi dimdik yokuş. Her yere de yerleşemiyorsun, yer altı boş. Öyle olunca üst üste, sıkışık bir şekilde yer edinmiş kendine yapılar… Zonguldak hala da sıkışık bir kent. Aslında çok küçük bir şehir, köyleri çok fazla olduğu için nüfusu fazla görünüyor. Öğrenci sayısı arttıkça okul tarafına doğru kaydı şehir ve büyüdü. Ama üniversitenin fiziki büyüme dışında çok fazla değişiklikler gösterdiğini söyleyemem. İsterdim ki üniversite biraz daha şeffaf olsun, halk ile kaynaşabilsin, Zonguldaklının yaşamına daha fazla şey katsın; kültürel, sanatsal dokunuşlarda bulunsun. Okulun kendi tiyatro salonları, kültürel etkinlikleri var ama okul öğrencileri dışına çıkmıyor bunlar. Üniversiteliler için büyüyen şehir, sadece üniversitelilere hizmet veriyor. Üniversite, Zonguldak’ı sadece 1+1’lik apartman daireleri ve kafeler ile donatmamalı.
Kullanımlar açısından değişiklikler var. Mesela kayıkhaneler vardı, onlar yıkıldı geçtiğimiz ay. O yıkım çok sarstı burayı ve burada yaşayanları. Hiç bilmiyoruz şu anda ne olacak. Eskiden bir Doktorlar Lokali vardı örneğin, artık başka bir şekilde kullanılıyor. Belediye Sineması ayrı bir örnek…. Bazı mekanlar yok artık, ama bunların yerine şu anda kullanılan yeni mekanlar da gelmedi. Plansızlık, projesizlik yüzünden bir şeyler senden gidiyor; ancak sana geri verilen bir şey yok. Öğrencilerin gelmesiyle sayıları artan kafelerden bahsetmiyorum, benim bahsettiğim daha çok kent ölçeğindeki birimler. İnsanlardan bir şey alırken, bir yandan da insanlara da bir şey vermeniz gerekiyor. Ben verilen bir şey olduğunu henüz göremedim.
Bir de artık her yerde termik santral projelerini görmek çok üzücü. Zamanında yaz aylarında yüzmeye gittiğin yerler şu anda bölünmüş, parçalara ayrılmış; her yere limanlar yapılmış, çok büyük elektrik direkleri yerleştirilmiş… Daha proje onaylanmadan altyapı gitmiş oraya. Güya santral onaylanmadı; biz burada ne kadar mücadele etsek bile, altyapısı hazır.
6 yorum
XIII. dipnotta anılan eser şu: Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, 2004. Mimarlık eğitimi mimarlık eğitimi değildir. H., F. yürekli, “Mimarlık: bir entelektüel enerji alanı” içinde, s42.
III. dipnotla ilgili olarak, paragrafta Hakan Tüzün Şengün’ün ortaya attığı kısım şuydu: “Ünlü ve yeni işlerden esinlenilmesi, ironik biçimde, mimarlıkta özgünlük talebini bir daha açığa vurur.”
Çok başarılı bir çalışma, elinize sağlık.
Yarışmacılara da Jurilere de “neler olduğunu biliyoruz” demişsiniz. Bu çalışmayı şöyle bir ikinci çalışma ile devam edebilirsiniz;. En son yarışmalardan birini alıp, ödül alan projeleri irdeleyip buna karşı ödül almayan, bu şemaları kullanmayan ve bu yüzden eleme sistemi içinde kaybolmuş bir veya birkaç projenin de jüri değil başka bir bakışla nasıl değerli olduğunu çalışabilirsiniz. Sadece bir öneri. Türkiye de mimari eleştiri ne yazık ki isimleri ve projeleri muhattap almıyor. Herkes birbirini tanıyor, çıkar ilişkileri, ayıp olmasın derken gerçekten nitelikli bir bina veya proje eleştirisi göremiyoruz.
2013 de Borusan Kreş yarışmasından sonra Yapı dergisine inşaat sınırını uyumsuzluğu, topografya uyumsuzluğu, araç yaklaşımı ve otopark girişlerinin mevcut bile olmaması ve başka konuları ödül alan projeler üzerinden grafikler yardımı ile yazmış ve bana göre hepsinden başarılı başka bir projeyi kendi değerleri ile irdelemiştim. Yazıya tek bir yanıt bile gelmemişti!
Herkes tasarımcı, herkes yarışmacı, herkes kazanan olmak zorunda değil olamıyor da. Ama yarışma kadar böyle eleştri, analiz, övgü yazısı da olması gerekiyor yarışma kurumunun ve mimarlığın ilerlemesi için.
teşekkürler selamlar
Uzun zamandır bir yazıyı bu kadar iştahla okumadım. Başlığından çok daha fazlasını vadediyor…
Yüzeysel eleştirinin çok ötesinde tespitler var. Öz eleştiri yapmaya zorluyor insanı.
Şu başlığınız özetin özeti adeta: “Mimarlığımız “Araştırma” ve “Söz” Olmadan “Yer”in Üretilebileceğine İnanmanın Sıkıntılarını Yaşıyor”
Emeğinize sağlık.Teşekkürler…
Harika bir yazı Nizam.
İşini zevkle yapan mimar değil, ‘rahmetli’ isteyen herkes okusun isterdim ama neyse…Okumasalar da olur.
Oooo. Uzun zamandır okuduğum en iyi yazılardan. Tabii “bazasıdelik” tabirini ayrıca beğendim. Elinize sağlık.