Nevzat Sayın ile son projelerinden Balparmak Üretim ve Yönetim Yapısı üzerine konuştuk.
Nevzat Sayın: Uzun süredir üretim yapan bir kurum için aynı kampüs içinde yeni bir yapı istendiğinde hem topografyayla hem de eski yapılarla olan ilişkiler özel bir öneme sahip oluyor. İki ucu arasındaki kot farklı ve mevcut yapılarla ilişkisi açısından alışılmış endüstri yapılarından oldukça farklı bir yapı elde ettiğimizi söyleyebilirim.
İç işleyişi açısından üretim ve araştırma alanlarının gün ışığından korunması gerekliliği önemli bir konu. Bu nedenle yapının dış duvarlarına yakın olan bölümler sirkülasyon, içerde kalan bölümler ise üretim ve araştırma için ayrıldı. Aşağıdan yukarıya doğru; depolama, üretim, araştırma, ofisler, sosyal mekân olarak sıralanan işleyiş dışarıdan bakıldığında anlaşılmayacak bir yapının içinde cereyan ediyor. Sirkülasyon alanlarının yapının dış çeperlerinde olması, üretim ve diğer kullanımların yapıdaki yerlerini tahmin etmemizi olanaksız kılıyor. Yapının genel dolaşım ilişkileri dışında kampüs içinde bulunduğu yer ve diğer yapılarla olan ilişkisi açısından bağımsız bir yapı gibi davranmasının doğru olacağı düşüncesiyle tekil bir yapı olarak ele alındı.
Bu yüzden sonuçta elde edilen kütle etkisi, dolaylı da olsa, kurumsal kimlik konusunda önermeleri olan bir yapının karakteristik özelliklerini taşıyor.
20.yy’ın en önemli yapı türlerinden biri endüstri yapıları. Bir şey üretmek için üretilmiş olmaları birçok insana neredeyse işlev kabuğu gibi ele alınmalarının yeterli olacağını düşündürüyor ve bu yüzden de prefabrikasyoncuların deyimi ile “alan kapatmak” diye bakılıyor bu tür yapıların inşasına. Oysa mimarlık tanımıyla, üretim tanımı arasında birçok benzerlik var. Dolasıyla endüstriyel yapıyla endüstriyel üretim birçok parametreyi paylaşıyor. Ekonomik olması; kısa sürede yapılması; doğrudan ya da dolaylı ilgili girdilerin iyi örgütlenmesi; basit, kolay ve sürdürülebilir olması; zamanın ruhun taşıması; yeni gelişmeleri kullanması; kalitenin süreçte denetlenmesi gibi birçok önemli noktada benzer nitelikteler. Belki de bu yüzden kötü bir yapıdan iyi bir üretim çıkmıyor.
Beni en çok ilgilendiren diğer bir konu da, toplumun en alt ve en üst tabakalarının aynı yapıda bir arada bulunmasının kaçınılmazlığının o yapıları gergin ortamlara dönüştürüyor olması. Mavi yakalıların ve beyaz yakalıların bir aradalıkları, bu gerginliğin kendine has başka yaşama/çalışma kültürü oluşturmasının da koşulu. Birçoğu 3 vardiya ile 24 saat çalışan bu yapılar taşıdıkları enerji ile iyimser bir gelecek tasavvurunun çok önemli girdilerini oluşturuyor.
Biz olabildiği kadar zorlayarak en farklı kesimlerin aynı kapıdan girdiği, aynı ortak yapıları paylaştığı, yönetim ve işletme bölümlerinin bir bütün olduğu yapılar tasarlamaya çalışıyoruz.
Duvar dışlarıyla içerinin ara kesiti asal bir yapı elemanı olarak hem içeriyle hem de- belki daha çok- dışarıyla bağlantılı. Bu yüzden kesinlikle yapıların dışarıdan nasıl görüneceği çok önemli bir veridir. Olası bütün açıları hesaplamak da mimarın görevidir. Bu yapının nereden, nasıl görüneceği ve neye benzeyeceğini hesaplamaya ve rastlantıya bıraktığımız bölümlerinin olabildiğince az olmasını sağlamaya çalıştık. Gözünüze çarpan “bal rengi tonlar” da bu çalışmanın sonucu. Ümraniye tarafından ya da Dudullu Organize Sanayi Bölgesi tarafından gelirken 5 km. öteden belirgin bir biçimde görünür olması da bu yüzden.
Cephe prekast beton panellerle kaplandı. Sirkülasyon alanlarının düzensiz pencere boşlukları ve bu farklı renkteki plakalar dolaylı olarak hafızamızdaki bal / petek hissine bir gönderme.
Her yapıda “doğal olan” tanımı değişir. Bu yapıda doğallık, gün ışığı istenmeyen mekânların ortaya, dolaşımların ve ofislerin çeperlere yerleştirilmesiyle, işletme bölümünün -sağlık koşulları nedeniyle- tam kapalı bölümler olarak tasarlanmasıyla,buna karşılık sosyal mekânların gün ışığı alan teraslar ve açılabilir pencerelerle donatılmasıyla sağlandı diyebiliriz. Yerel olanı ‘o yere ait olmak’ diye anlarsak biraz önce saydığım nedenlerle Balparmak’ın ‘yerel’ bir yapı olduğunu söyleyebiliriz.
* Bu söyleşi ilk kez Natura’nın Kasım – Aralık 2016 sayısında yayınlanmıştır.