Kusurluluk, İstanbul’da Yaşayan Bizlere Hiç de Yabancı Değil!

Kentte bir şeyler oluyor. Bir "Musibet"tir gidiyor. Ama bu seferki güzel ve farklı. 1. İstanbul Tasarım Bienali küratörü Emre Arolat ve küratör yardımcısı Nil Aynalı, bienal ile ilgili tüm merak edilen soruları Arkitera için yanıtladı.

Öncelikle bienal macerası nasıl başladı? Teklif size nasıl ve kimden geldi?

Bienal macerası, geçtiğimiz yılın Temmuz ayında ofiste yaptığımız bir tasarım toplantısı sırasında Emre Bey’e gelen bir telefonla başladı. Arayan İstanbul Tasarım Bienali direktörü Özlem Yalım’dı ve gelecek sene IKSV tarafından ilk kez düzenlenecek olan İstanbul Tasarım Bienali’nin küratörlerinden biri olmasını arzu ettiklerini söylüyordu. Bu, kulağa çok cazip gelen bir teklifti. Bienalin, birbirinden farklı birçok düşünce kanalının mimarlık adına kendi sözünü ortaya koyacağı bir platform oluşturma kapasitesi düşünüldüğünde cazibesi daha da artıyordu ve Emre Bey’in o an başka bir toplantının içinde bulunmanın da etkisiyle, hiç düşünmeden “Evet” dediğini hatırlıyorum.

Ekibinizi nasıl seçtiniz? Nelere dikkat ettiniz?

EAA bünyesinde mimarlığın “fiili yapı üretimi” dışındaki mecralarıyla da uğraşan bir yapılanmanın varlığı söz konusu. Bienalin küratöryal işleyişini bu yapılanma üzerinden kurgulamayı seçtik. Emre Arolat ile birlikte iki kişilik bir ekip olarak yürüttüğümüz bu süreçte serginin içindeki belli bölümlerin bazı alt ekipler tarafından oluşturulmasını hedefliyoruz ama serginin genel kurgusunun EAA tarafından yönlendirdiğini söyleyebiliriz.

Peki İstanbul Tasarım Bienal’inin altında yatan bağlam ne? Motivasyonları neler ve bu çerçevede sizi çalışma boyunca besleyen pratikler neler oldu?

1. İstanbul Tasarım Bienali, tasarımın farklı ölçeklerde ele alındığı birbirine paralel iki sergi olarak yapılanıyor. Küratörlüğünü Domus dergisi editörü Joseph Grima’nın yaptığı Adhocracy sergisi tasarımın çeşitli alanlarına yönelirken, “Musibet: Büyük Dönüşüm Ekseninde Tasarımda Bağlam ve Anti-bağlamın Estetizasyonu” sergisi mimarlık ve kentsel tasarıma odaklanıyor. Neden “Musibet” derseniz, bu kelime ya da kavram esasen içinde bulunduğumuz durumu çok damardan ifade eden bir kelime gibi gözüküyor. Zira İstanbul bugün daha fazla merkez ülkelerde görmeye alıştığımız, geçmişini inşa etmiş, geleceğini nasıl şekillendireceğini önceden öngörmüş kentlere hiç benzemeyen bir biçimde, içinde bulunduğumuz ekonomik konjonktürün getirmiş olduğu ivmeyle, inanılmaz bir hızda dönüşüyor. Bu dönüşümün içinde kente olan göçün, yabancı sermayenin İstanbul’a olan ilgisindeki artışın, dış ülkelerle olan ilişkilerin alışık olmadığımız ölçüde artmasının büyük bir rolü var. Bu bahsettiğimiz dönüşümün ne kadar planlanabildiği, var olan planların ne kadar uygulandığı ya da hangi ideolojiler altında dönüşüme uğratıldığı başlı başına bir tartışma konusu. Dönüşüm sürecinde yapılanları ele aldığımızda özellikle mimarlık ve kentsel tasarım bağlamında iki uç noktanın var olduğu iddia edilebilir. Bunlardan bir tanesi, kentsel ve mimari tasarım süreçlerinde yer, bağlam, tarih, kimlik gibi verilerin devrede tutulduğu, hatta çoğu zaman belirgin biçimde öne çıkartılmaya çalışıldığı, adına kabaca “bağlamsalcılık” diyebileceğimiz bir yönelim. Bu çerçevede, özellikle iktidarların kendilerini en güçlü hissettikleri zamanlarda tasarımı bir tür araç haline getirdikleri ve bir altın çağ tahayyülü içerisinden üretilmiş sahte tarihselci veya hortlatmacı bir tutumun kentin dönüşümünde devrede olduğu söylenebilir.

Bunun zıt kutbunda ise kendi homojen yer ve zamanı içinde devinirmiş gibi görünen “anti-bağlamsalcı” bir yönelimden söz edebiliriz. İlgisini bağlama dair problematiklerden tamamen uzaklaştırmış, yere ve duruma özgü oluşumlara bakmak, bunlarla ilgili laf söylemek veya fikir üretmek zahmetine bile girmeyen, bütün gücünü yenicilikten alan ve ondan önce ortaya konmuş pek çok düşünceyi ya da durumu ‘modası geçmiş’ olarak tanıyarak onlara sırt çeviren bu yaklaşımın, mimari ürünleri ya da şehirleri; bir dizi farklılık ortaya koymak üzere yola çıkmış olmasına karşın nihayetinde birbirinden ayırt edilemez hale getirdiği iddia edilebilir. Bugün kentlerin ve özellikle İstanbul’un, içine girdiği hızlı gelişim ve dönüşüm sürecinde, ilk bakışta birbirine zıt gibi gözükseler de her birinin son derece güncel ve yaygın olmasıyla birbirlerine şaşırtıcı bir biçimde yaklaşan bu iki tasarım yönelimi üzerinden “estetize” edildiği iddia söylenebilir.

Bienalde yer alacak işlerin, İstanbul’da son dönemde bir tür “musibet” olarak gündemde olan “kentsel dönüşüm yasası” ve bu yasanın yürürlüğe girmesiyle birlikte hayata geçen dönüşüm projelerini ele alarak bu iki birbirine zıt tasarım yönelimi üzerinden sorunsallaştırılması bekleniyor. Bununla birlikte kentte geçtiğimiz birkaç yıldır bir tür mutenalaştırma -gentrification- çabası olarak ortaya konan kentsel dönüşüm projelerinin tepeden inme ve dayatmacı durumunun sorgulanması ve kamu yararı gibi, kulağa hoş gelen, büyük kitleler tarafından hemen benimsenen, üstelik mimarlık dünyasında da neredeyse hiç problemleştirilmeyen ve meşruiyeti kuşku yaratmayan bir savı arkasına alarak etkinlik alanını genişleten bu hareketin kişisel haklar ve özgürlük alanları bağlamında oluşturduğu hegemonya ve gerilimin su yüzüne çıkartılması amaçlanıyor.

Temaya gelecek olursak, “Kusurluluk” temasını yapacağınız sergiler ile nasıl örmeyi düşünüyorsunuz?

“Kusurluluk”, danışma kurulu üyelerinden Dejan Sudjic tarafından küratörlerin seçiminden önce bienalin ana teması olarak belirlenmişti. İdeal nesneyi aramaktan vazgeçerek yaşamın karmaşık yapısıyla yüzleşmeye yönelik çağrışımlara sahip olan bu kavram, pek çok farklı noktaya çekilebilecek bir ucu açıklık içeriyor. Gerek Joseph Grima ve ekibi, gerekse biz, bu temayı kendi düşünce alanlarımız bağlamında iki ayrı başlık altında yorumlamayı seçtik. Esasında “Kusurluluk”un, İstanbul gibi “enformel” bir kentte yaşayan insanlar olarak bize hiç de yabancı olmadığı söylenebilir. Musibet sergisinin ele aldığı konular bağlamında neredeyse tüm işlerin zaten ister istemez bu temanın kurduğu dünyanın içerisine düşmesi kaçınılmaz görünüyor.

Bienal kapsamında iki farklı sergi yer alacak. Biri sizin küratörlüğünüzde “Musibet” diğeri Joseph Grima’nın küratörlüğünde “Adhokrasi”. Gelecek ürünlerin hangi ortak platformda buluşup hangi bağlamda farklı söylemleri olmasını bekliyorsunuz?

İki ayrı mekanda gerçekleştirilecek olan bu iki sergi, gerek konu ettikleri tasarım nesnesinin varoluşsal koşulları, gerekse bu nesneyi konu ediş şekilleri ile birbirinden ayrılıyor. Bu anlamda önceden planlanmış ortak bir platformdan söz etmek mümkün görünmüyor. Öte yandan ürün tasarımı, mimarlık ve kentsel tasarım; kabaca “kullanım değeri olan bir ‘artifact’ üretmek” olarak tanımlayabileceğimiz ortak bir “tasarım” disiplini içerisinde bulunuyorlar. Bu gözle bakınca bir bardak ile bir binanın tasarım süreçleri, özünde birbirine benzer mekanizmaları içeriyor. İki alanı farklı kılan temel etmenin, tasarlanan nesnenin ölçeği ile birlikte o nesnenin yer ile kurduğu ilişki olduğu söylenebilir. Örneğin İsveç’te tasarlanıp Çin’de üretilen bir bardak dünyanın herhangi bir yerinde kullanılabilirken, bir yapının yapıldığı yerden kaldırılıp başka bir bağlama taşınmasına imkan yok. Bulunduğu coğrafyanın iklimi, kent içindeki konumu, zeminin niteliği, parsel özellikleri, imar koşulları gibi veriler göz önüne alındığında bir yapının ulaşması beklenen tekillik, onu ister istemez o yere özgü kılar. Bu türden bir bağlamsal kaygı, bir endüstri ürününün tasarım girdileri arasında bulunmaz. Benzer bir şekilde, herhangi bir ekonomik, ideolojik ya da sosyolojik değişimin kentsel mekândaki tezahürü ile ürün tasarımı üzerindeki etkisi de oldukça farklı mecralarda ilerler.

Öte yandan, bazı tikel durumlar için iki farklı tasarım alanının koşullarının birbirine yakınlaştığını söyleyebiliriz. Örneğin içinde oturacak aile tarafından “tasarlanmış” bir gecekondu ile sıradan bir kullanıcı tarafından tasarlanmış bir sandalyenin üretim süreçleri, hemen hemen aynı yolu izler. Fakat ilkinin kaderi, kullanıcısı dışındaki iktidar sahibi aktörler tarafından belirlenmeye açıkken, ikincisinin yaşamı onu kullanan kişi dilediği sürece devam eder ve genellikle bir iktidar ya da mülkiyet ilişkisinin konusu olmaz. İki serginin tasarlanmış ve önceden öngörülmüş ortak platformları olmasa bile bunun gibi kesişme anlarının olacağı ve dikkatli bir izleyicinin bunları yakalama şansı bulacağına şüphe yok.

Türkiye’nin en ünlü mimarlarından birisi bienalin küratörü, bienalin adı da “tasarım bienali” olunca, bienalden beklenti büyüyor ve farklılaşıyor. Ayrıca tasarım, endüstri ürünlerinden mimarlığa kadar birçok dalı kapsadığı için insanlar çıkacak ürünlerin ölçeğini merak ediyor. Farklı dallara yaklaşımınız nasıl olacak? Ürünlerin nicelik olarak seçiminde bir dengeleme yapacak mısınız?

“Musibet” sergisi kapsamında farklı disiplinlerden kişileri ve onların üreteceği farklı medyumlardaki işleri bir araya toplamayı amaçlıyoruz. Serginin bu anlamda oldukça heterojen bir yapıya sahip olmasını bekliyoruz. Bir tarafta İstanbul ve Türkiye’nin farklı yerlerinde düzenlenmiş yarışmalarla elde edilen kentsel dönüşüm projeleri çizim ve maketleriyle yer alırken diğer yanda örneğin İstanbul’un çeşitli bölgelerindeki dönüşüm süreçlerini farklı aktörlerin gözünden anlatan bir çizgi roman, bir sanatçının kentsel gelişme alanlarının arka planındaki ilişkileri görselleştirdiği üç boyutlu bir enstalasyon ya da kentin nasıl üretildiğini simüle eden interaktif bir oyun yer alabilecek. Sergilenecek işler, izleyicinin giderken yanında götüreceği bir nesneden içine girilecek bir mekana varıncaya kadar, katılımcıların seçtikleri temsil yöntemine göre farklılık gösterebilecek. Araştırmaya dayalı informatif işlerle yoğun bir deneyim içerisinden damıtılmış, sanatsal nitelikler taşıyan işlerin aynı mekanda deneyimlenebilecek olması, konuyu farklı yönlerden görebilmek açısından anlamlı görünüyor.

Sergi için açık çağrı yaptınız ve başvurular 2 Haziran’da sona eriyor. Katılımdan memnun musunuz? Katılımcılardan tam olarak ne bekliyorsunuz?

Katılımcılardan, bienal metninde tarif edilen konuları omurgasına alan bir sorunsallaştırma dizisi bekliyoruz. İstanbul’da son dönemde gündemde olan “kentsel dönüşüm yasası” ve bu yasanın yürürlüğe girmesiyle birlikte hayata geçen dönüşüm projelerinin ve yine benzer bir iktidar alanı tarifiyle devletin himayesinde inşa edilen büyük toplu konut projelerinin, kentsel ve mimari tasarım bağlamında irdelenmesi serginin ana konularından biri olacak. Bir yandan planlama aşamasındaki tahayyüller ve dönüşümün cisimleşmiş sonuçları ortaya koyulurken diğer yandan bu harekete birebir maruz kalan her türlü toplumsal kesim üzerinden çok katmanlı okumalar yapılmasını önemli buluyoruz. İstanbul’da da gün geçtikçe yaygınlaşan anti-bağlamsalcı tasarım pratiklerine ışık tutarak ağırlık merkezinde İstanbul’un bulunduğu bir coğrafi palette, katı olan her şeyin hızla buharlaşmaya yüz tuttuğu bir dönemde farklı kentlerde geliştirilen güncel projeler ve bu projelerin toplum tarafından algılanma şekli üzerinden bu yönelimin incelenmesi de serginin gündeminde yer alacak.

Katılımcılar, bienal için hazırladıkları önerilerini anlatan başvuru dosyalarını 2 Haziran’a kadar bize iletebilirler. Bu dosyada konunun hangi çerçevede ele alınacağı, kullanılacak teknik ve araçlar, ihtiyaç duyulan sergileme alanı ve yaklaşık bir bütçe öngörüsü olmasını bekliyoruz. Bienalin kavramsal çerçevesi ile ilişki kurması ve konuyu yetkin bir şekilde temsil edebilmesi koşuluyla katılımcının tercih ettiği her tür tekniğin kullanılabileceğini yineleyelim.

Etiketler

Bir yanıt yazın