“Likör Fabrikası, Sanıldığının Aksine, Kıymeti Pek Bilinmemiş Bir Yapıdır”

Son zamanlarda üzerinde çok konuşulan, tarihi yapılara müdahale ederek galeri ve müzeye dönüştüren iki yeni proje -Tekel Likör Fabrikası ve İstanbul Resim Heykel Müzesi- hakkında Emre Arolat'tan bilgi aldık.

Heval Zeliha Yüksel: Emre Bey, Likör fabrikası tarihi bağlamında sorarak başlamak istiyorum. Eski halinden bugüne değişenler neler? Projesi nasıl gelişti? Aslında bina özünü bir dönem kaybetmişti ve bu yapılan projeyle tekrar özüne dönmüş oldu, bu konuları biraz dinlemek isteriz sizden. Proje nasıl başladı, nasıl ilerledi?

Emre Arolat: Likör Fabrikası bugünlerde görüldüğünün, sanıldığının ya da sıkça konuşulduğunun aksine, bu şehirde kıymeti pek de bilinmemiş bir yapıdır diyerek başlayayım o zaman. Cumhuriyet’in ilk dönem yapıları arasında önemli bir yeri vardır oysa. İmparatorluğun son başkentinde, üstelik yıkılışından çok kısa bir süre sonra bir likör ve konyak fabrikası yapılıyor olması zaten hayli radikal bir hamle olarak görünüyor bugünden o zamana doğru bakıldığında. Ama bununla da bitmiyor iş. Dönemin önemli yönetici aktörleri tarafından yine dönemin önemli mimarlarından biri olan Robert Mallet Stevens’e tasarlatılmış olması, bu konuyu daha da ilginç hale getiriyor. Evet, Robert Mallet Stevens Fransa’daki modernistlerin önemli temsilcilerinden biri ancak o dönemin Türkiyesi’nden bakıldığında akla gelecek ilk isimlerden biri değil. Üstelik Fransa dışında hiç yapı tasarlamamış. Yani dünyanın dört köşesinde yapıları olan bir Corbu ya da ne diyelim, bugünün starlarından olan bir Jean Nouvel değil. Ve belki tam da bu nedenledir ki çok özel bir seçim gibi görünüyor. Sadece isminin büyüklüğüyle mimar seçen değil, ne istediğini çok iyi bilen bir işveren imgesini getiriyor akla.Hala merak ederim bu kararın gerçekten hangi saiklerle alındığını. Gerçekten budenli bilinçli bir seçim miydi, yoksa çeşitli tesadüflerin arka arkaya sıralanmasıyla mı oluştu bu durum.

Fabrika, bırakınız yeni kurulan ve kültürel altyapısını henüz oluşturmaya başlayan neredeyse çocuk yaştaki bir Cumhuriyeti, sosyo-kültürel dokusu yüz yıllarca katmanlaşmış toplumlar için dahi esaslı ve yenilikçi bir yapı. Doğrusu herhangi bir üretim yapısının mimari yönelimlerinin de hayli dışında özellikler içeriyor. Konvansiyonel bir fabrika yapısında eşine rastlanması olanaksız özellikler bunlar. Geometrik kurgusundaki katıksız netlik ve simetri, yapının yatay etkisini güçlendiren açıklıklar, sizi yoldan ana kapıya doğru yönlendiren geniş alle, yol boyunca karşılıklı olarak dizilmiş çınarlar, tam karşınızda beliren anıtsal merdiven ve yapıya girer girmez karşınıza çıkarak insanı şaşkınlık içinde bırakan galerili mekan. Bir fabrikadan çok bir showroom’a, hatta küçük bir müzeye benzediğini söylesek abarmış olmayız sanırım.

Yapı tamamlandığı 1931’den 1999’a kadar orijinal işleviyle, yani fabrika olarak kullanılıyor. Geçen bu yaklaşık 70 yıl içinde çeşitli yapısal müdahaleler olsa da bu dönem boyunca mimari kimliğinin büyük ölçüde korunduğunu söyleyebiliriz. Sonra Tekel Genel Müdürlüğü yapıyı ofis olarak kullanmaya karar veriyor ve yenileme adına çeşitli müdahaleler yapıyor. Yapının özgün niteliklerindeki ilk önemli bozulma zamanı bu. Sonrasında Büyük Mükellefler Vergi Dairesi olarak da kullanılan yapı, bu süreçler neticesinde tanınmaz hale geliyor. Hem cadde tarafından hem de arka yoldan kolaylıkla görülen niteliksiz eklerin yapılması, tüm kapı, pencere oranlarının ve aksamının değiştirilmesi, yapının en önemli özelliklerinden biri olan yataylık etkisini tamamen yok edecek şekilde toprak altında kalan kısımların, çevresindeki zeminin kazılıp yeniden düzenlenmesiyle açığa çıkartılması ve bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de yapıyı çepecevre saran uçan terasların ve rampaların altına ilave betonarme kolonların koyulması hep bu dönemlerde gerçekleşiyor. Bu ağır tahribata yapının iç bölümleri de maruz kalıyor. Özellikle az önce sözünü ettiğim merkezdeki galerili mekanın ağzı yüzüne dönüyor. Ve şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki bu yapılanlara karşı neredeyse kimsenin gıkı bile çıkmıyor.

Esas gürültünün ne zaman koptuğu malum. Ki bu bile aslında çok olumlu bir durum. Hatta bu coğrafyada kamuoyunun bu tür yapıların korunması adına göstermiş olduğu hassasiyetin ve çıkardığı gürültünün çok da yetersiz olduğunu düşünüyorum doğrusu. Ancak burada devreye benim çok önemsediğim bir durum giriyor. Ya da girmesini beklerken girmiyor. Giremiyor. Evet, toplumsal hassasiyet çok yaşamsal bir konu. Ancak benim “toplumsal incelik” diye adlandırdığım konunun da bir o kadar önemli olduğunu vurgulamak isterim. Zira incelik olmadan çıkartılan gürültünün de bir anlamı olmuyor. İncelik deyince yanlış anlaşılmasın. Sözünü ettiğim öyle çok ince bir şey değil. Sadece doğru bilgiden bahsediyorum. Etrafımızdaki bilgi bombardımanı ve kaynak bolluğuna rağmen, doğru bilgiyi edinmek için çaba gösterenlerin sayısı yazık ki çok az. Bugün insanların büyük bir çoğunluğu, ilk duyduklarına inanıyor ve sonra o kulaktan dolma bilgiyi değiştirecek, edindikleri yargıları yeniden değerlendirmelerini gerektirecek herhangi bir şey duymak istemiyor. Buna “cognitive bias” diyorlar. Bir tür bilişsel önyargı yani. İşte bu da o hassasiyet gösterdiğini düşündüğümüz toplulukları bile etkiliyor. Fabrikayı yıkıyorlar! Herkesin, ya da hadi büyük çoğunluğun diyelim, ilk duyduğu ve duyduğu anda arkasından bu duyumu meşrulaştıracak herhangi bir ilave bilgi aramadığı bir durum. Yahu dur, bir dinle. Bir defa öyle paldır küldür yıkılmayacak. Bunca tahribattan ayıklanacak ve sökülecek. Bir sor bakalım; bu seksen yıl öncesinin betonarme teknikleriyle inşa edilmiş, sonra da devletin başka kurumları tarafından ağzı yüzüne dönmüş yapıyı sökmeden, yapısal oranlarını bozmadan güçlendirmek, o niteliksiz eklerini kaldırarak restore etmek gerçekten mümkün mü. Doğruya doğru. Rökonstrüksiyon benim de restorasyon teknikleri bağlamında mümkün olduğunca kaçınılması gerektiğini düşündüğüm bir teknik. Ama bir sor, soruştur bakalım başka çaresi var mıydı bu yapıyı orijinal haline kavuşturmanın. Yok. Onun yerine gerçekten neye ettiğini bilmeden veryansın etmek, üstelik bunu da kısa sürede unutuvermek yaygın son dönemde. Dunning-Kruger etkisi, ya da sendromu diyorlar buna. Merak eden açar bakar.

Evet, sözünü ettiğim araştırmaların hepsini yaptık. Herbirine tek tek çok güvendiğim uzmanlardan oluşan bir takımla çalıştık. Önce yapının yıkılmadan nasıl restore edilebileceğini tartıştık aramızda. Feridun Çılı, bu tür yapıların taşıyıcı sistemleri konusundaki en yetkin isimlerden biridir. Onun önderliğinde bir sürü analiz ve modelleme yapıldı. Taşıyıcı sistemin cepheden okunduğunu ve doluluk boşluk oranlarını da belirleyen bir durum olduğunu gördük. Çok özetle, yapıyı bugünkü sağlamlık koşullarına ulaştırmak ve aynı zamanda orijinal görünüşlerine sadık kalmak olanaksızdı. Gülsün Tanyeli ve Erkan Kambek de takımın diğer uzmanlarıydı. Onlar da bütün bilgi ve donanımlarını yansıttılar süreç boyunca.Tabii bu arada Kurul Süreçleri de işledi. Gereken belgelemelerle birlikte rölöve ve restitüsyon projeleri hazırlandı. Konuyu enine boyuna değerlendirdikten sonra, sökülerek yeniden inşa edilmesinin en doğru yol olacağına kanaat getirdik. Şu anda ortada gördüğünüz yapı, yıllarca büyük emekler verilerek ve büyük bir titizlikle yapılan teknik çalışmaların ürünüdür. Şubat ayında, yapının az önce sözünü ettiğim galerili merkez holünde, bu süreçleri ayrıntılı bir biçimde ortaya koyan bir sergi yapacağız. Hayli sade ve kronolojik bir kurguyla ele alınacak ve tam anlamıyla “meraklısına” gerçek bilgileri aktaracak. Köşelerinde durup attığı taşların arkasına saklanan bir sürü insan oldu bu süreçte. Akademisyeni, gazetecisi, az bileni, çok bileni, hiç bilmeyeni. Onlar da bilgilenebilirler bu bağlamda. Likör Fabrikası hiç kuşkusuz bu etkinliğin ana aktörü olacak ancak sergi aslında biraz daha geniş bir çerçevede, çeşitli coğrafyalarda ve tabii ki içinde yaşadığımız ülkede, farklı saiklerle de olsa gözden çıkartılarak yıkılan benzer dönem yapılarını ve bu rövanşist iklimi sorunlaştıracak. Bizim uzun yıllardır farklı coğrafyalarda gerçekleştirdiğimiz yenileme ve yeniden kullanım projeleri de küçük küçük roller üstlenecekler.

Likör Fabrikası bir galeri olarak kullanılacağı için projede buna uygun düzenlemeler yapıldı mı, yapıldı ise ana kararlar nelerdi?

Yapı, kendisi ile birlikte inşa edilen Quasar projesindeki diğer yapılarla birlikte zaten büyük oranda tamamlanmıştı. Bir süredir de boş duruyordu. Biliyorsunuz Pilevneli Galeri’nin Dolapdere’deki yapısını da biz projelendirmiştik. Nitelikleri ve yaklaşımı çok farklı da olsa o da bir yeniden kullanım -reuse- projesidir. Galeri’nin bu sefer de Likör Fabrikası içinde konumlanması olasılığının beni çok heyecanlandırdığını söylemeliyim. Zira Kurul kararı yapının kültür amaçlı olarak kullanılmasını öngörüyor, ki bu da bizim çok desteklediğimiz bir durumdu. Pilevneli’nin bu çerçevede çok uygun bir ortam oluşturacağını düşünüyordum. Doğrusu daha önce de birkaç dostumuz müze ya da galeri olarak düzenlemek üzere bizim aracılığımızla devreye girmiş, ancak mal sahibi ile anlaşma gerçekleşmemişti. Murat Pilevneli sanat alanında olduğu kadar mimarlık alanındada hassas biridir. Ben bu işin bu noktaya gelmesine çok sevindiğimi söyleyeyim.Galeri oluşturulurken yapılan bütün düzenlemeler, yapının özgün niteliklerini bozmayacak şekilde ele alındı. Doğrusu bizim bu aşamada teknik anlamda bir tür yönlendirici olmanın ötesinde çok önemli bir katkımız olmadı. Zaten olabildiğince az malzeme ve az müdahale ile, olabildiğince yapıyı incitmeden yapıldı bütün düzenleme.


Fotoğraf: Cemal Emden

Mimarlık sergisi yapmak üzerine de yeri gelmişken biraz konuşmak isterim. Mimari üzerine sergi yapıldığında nelere dikkat etmek gerekiyor? Dünyadaki örnekleri nasıl oluyor? Beğendiğiniz örnekler oldu mu? (Sizin yıllar önce Tophane i Amire’deki serginiz hala aklımızda)

Tophane Sergisi Nil Aynalı’nın önemli katkısı ile gerçekleşmişti. Bir anlamda EAA’nın günlük mutfağını açıp sergilemiştik. Mimarlık sergisi yapmanın öyle spesifik bir yöntemi yok kanımca. Pek çok farklı coğrafyada, çok çeşitli yaklaşımları olan sergiler yapılıyor. Önemli olan sergi yoluyla izleyiciye neyin ya da nelerin aktarılacağı. Kimisi çok daha derinlikli bir epistemolojik kurgu içerirken bir çoğu ise salt imgeler üzerinden ve daha enstalatif bir tatla gerçekleştiriyor aktarımını. Bir yandan bienallerin artık modası geçmiş etkinlikler olduğu iddia edilse de kuşkusuz bu sergilerin toplu halde en geniş şekilde görülebileceği ortam hala Venedik Bienali. Ancak onun da giderek daha da görsel ve imgesel bir gösteriye dönüştüğünü kabul etmek gerekir. Ben kişisel olarak mimarlığın arkasındaki fikrin ve üretim süreçlerinin açığa çıkartıldığı sergileri daha besleyici buluyorum. On beş yıl önce Paris’te bir Oscar Niemeyer sergisi gezmiştim. Orada yapılar mimarın zihinsel imgelemine paralel bir izlekle sergileniyordu. Sekiz-on yıl önce Londra’daki Design Museum’da bir Louis Kahn sergisi olmuştu. O da benzer bir yöntem kullanıyordu. Aklımdan çıkmayan sergilerdir her ikisi de.

Dolapdere’deki galeri mekanından da biraz bahsedelim. Nasıl bir galeri kurguladınız? Mimari tasarım ve fonksiyon olarak biraz anlatabilir misiniz?Kullanıma açıldıktan sonraki durumundan memnun musunuz? Yurtdışında beğendiğiniz bu ölçekteki bir galeri mekanı var mı?

Daha önce de söylediğim gibi, Dolapdere Pilevneli Galeri de bir dönüştürme ve yeniden kullanım projesidir. Ancak oradaki mevcut yapıda Likör Fabrikası’nda olduğu gibi nitelikli bir mimari yapıdan söz etmek olanaksızdı. Biz de temel olarakyapının tasarım özelliklerini değil, üzerinde biriktirdiği zamanın izlerini korumayı ve onları galeri mekanının güncel ihtiyaçlarının ortaya koyduğu yeni durumla iç içe geçirerek korumayı hedefledik. Murat Pilevneli’nin sergileme konusundaki püriten yaklaşımının eski ve dökük bir manken üretim tesisinin renkli ve düzensiz katmanları ile bir araya getirilmesi pek de kolay değildi ancak neticede sanırım ortaya hayli özgün bir durum çıkardı. Kullanıma açıldıktan sonraki halinden de çok memnunum doğrusu. Sahip olduğu yapının değerini bilen ve onu korumak içinçaba gösteren bir kullanıcı, sanırım herhangi bir mimarın en önemli şanslarındandır.Yurtdışında beğendiğim galeriler var tabii. Esasen sanat alanı, özellikle modernsanat alanı, başından beri zaman zaman değindiğim yeniden kullanım reuse meselesi ile kolay ve doğrudan bir ilişki kurabiliyor. Ancak orada da devreye mimari nitelik ve incelikler giriyor. Söz gelimi New York Chelsea galerileri içinde bu anlamda en fena ve en nitelikli örnekleri bir arada görmek mümkün.


Fotoğraf: Cemal Emden

İstanbul Resim Heykel Müzesi’nden de biraz bahsedelim istiyorum. İstanbul’un en önemli yerlerinden birinde bir müze yapısı tasarladınız. Sizi duruşunuzdan ötürüde çok kutlarım. Eskiye saygı gösterdiğiniz bir proje geliştirdiniz? Biraz anlatmak ister misiniz? Ayrıca sona yaklaşıldığını biliyoruz. Süreçte nasıl zorluklar yaşandı? Şu anda inşaat ne durumda? Projede nasıl ilerleniyor?

Teşekkür ederim. İRHM üzerinde yaklaşık 8 yıldır büyük bir titizlikle çalıştığımız bir proje. Yakında tamamlanarak kullanıma açılacağını umuyorum. Uzun ve çok katmanlı bir hikayedir. Kısaca; o bölgede bulunan antrepoları kent hafızası adına çok değerli bulduğumu, bu anlamda yapıyı yıkarak bambaşka bir kimlikle ortaya çıkmayı ilk günden itibaren doğru bulmadığımı, her ne kadar telif anlamında ortada bazı karışıklıklar olsa da, hem antrepo yapısının hem de cadde yönünde ona bitişik olarak inşa edilmiş olan ofis yapısının Sedad Eldem tarafından tasarlanmış olan haline çok yakın bir biçimde inşa edilmiş olduğunu ve bu gerçekliğin benim bu yapıları önemsemem için bir başka neden daha oluşturduğunu, yaptığımız tasarımın bu anlamda bir tür yeniden kullanım projesi olarak ele alınmış olduğunu söyleyebilirim. Şu anda süreçteki zorluklardan söz etmek yerine sona yaklaşan yapım işinin nasıl en nitelikli biçimde tamamlanabileceğine odaklanmayı daha doğru buluyorum. Bugüne kadarki sürecin benim için esas kahramanı ve bu zorlu hikayenin bu noktaya kadar getirilebilmesinin esas aktörü hiç kuşku yok ki Rektör Yalçın Karayağız idi. Onun görev süresi doldu. Şimdi yeni rektörün bu işe aynı samimiyet ve dirençle sarılacağına inanıyorum. Zira bu yapı sadece İstanbul için değil, ülke için de büyük önem taşıyor.

Amerika’daki yeni durumunuzdan ve takip ettiğiniz / devam eden projelerinizdende biraz bahsederek kapatabiliriz.

Evet, New York’ta bir ofis açtık yaklaşık bir yıl önce. Florida’da ve New York’ta süren işlerimiz var. Bunlar konut ve otel ağırlıklı işler. Bir yandan da özellikle kültürel konularda yeni işler için çalışmalarımız sürüyor. Biliyorsunuz yaklaşık dört yıldır Londra’da da bir ofisimiz var ve orada da süren birkaç projemiz bulunuyor. Hatta birisinin inşaatına dahi başlandı. Ancak İstanbul ofisi bizim halen ana ofisimiz. Geçtiğimiz günlerde bizim İstanbul’dan ayrılacağımız yönünde bazı haberler okudum. Bunu sosyal medya üzerinde konuşan, “kesin bilgi” olarak yayanlar vardı. Ve tabii bir de buna sevinenler. Tuhaf bir topluluk mimarlık dünyası. Alın size daha önce de değindiğim bilişsel önyargının bir örneği daha. Gülüp geçiyorum. Kızıp darılmamak için…

Verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederim.

Editörün notu: Heval Zeliha Yüksel tarafından yayına hazırlanan söyleşi İstanbul Art News Şubat 2019 sayısında yayınlanmıştır.

Etiketler

1 Yorum

Bir yanıt yazın