Meclis Gibi Simgesel Yapılar Bile Risk Altındayken, Sahipsiz Yapı Stoğunun Başına Neler Gelir!

Eylül ayında Ankara'da yaptığımız söyleşi serisinin bir ayağını Ankara'nın mimarlık muhalefetini ve gündemini takip edebileceğimiz sivil toplum örgütleri oluşturuyordu.

Ankara’nın hem güncel mimarlık pratiğini hem de modern mimarlık mirasının geleceğini konuşmak için Mimarlar Derneği 1927 Yönetim Kurulu Başkanı Aydan Balamir ile derneğin, Cinnah Caddesi’ndeki muhteşem modernist binasında bir araya geldik. Balamir, Ankara’da Eskişehir yolu çevresinde konuşlanan TOKİ bloklarını “neoliberal düzenin, şehir mimarisi adabından da yoksun hali” olarak değerlendirirken kent hafızasının önemli parçaları olan modernist yapıların korunması için “yıkalım hepsini gitsin” diyen bir yönetimle nasıl savaştıklarını anlattı. Ankara’da hem korumanın hem de yeniden üretimin açmazlarını Aydan Balamir’den dinliyoruz.

Arkitera: Ankara’nın gündemini ve yıllar içinde oluşan muhalefeti konuşarak başlayalım isterseniz. Mimarlar Derneği 1927 Ankara’daki gelişmeleri ve gündemi takip eden kuruluşlardan biri, öyle değil mi?

Aydan Balamir: Türkiye’de olup bitenlerin, derneğin gündeminde olmaması mümkün değil. Görünürlüğü ve öncelikleri farklı olsa da, muhalefet odaklarından biri olması kaçınılmaz. Ankara’da meslek kuruluşları arasında bir işbölümü var denebilir. Mimarlar Odası Ankara Şubesi daha çok kent hukukuyla, TSMD meslek sorunlarıyla, KORDER koruma konularında öne çıkar. Mimarlar Derneği 1927 ise öncelikli olarak mimarlık kültürü üzerine yoğunlaşırdı. Şu aralar işbölümünden çok işbirliği ağırlık kazanmaya başladı sanırım.

MD1927, Türkiye’de mimarların ilk bağımsız meslek örgütü olarak, ön planda görünmeyen konuların da destekçisi olmuştur hep. 1940’larda UIA’nın kuruluşunda aktif rol almış bir dernek (10 kurucu üye arasında). Mimarlar Odası ve TMMOB’nin kuruluş sürecini de yönlendirmiş bir dernek olarak, bir çeşit “ağabey dernek” sayılır… Oda kurulduktan sonra görevini tamamlamış olarak İstanbul ve İzmir şubelerini kapatıyor. Merkezi de lağvetmek gündemde iken, “Türkiye’nin durumu belli olmaz, derneği sürdürelim” deniyor. Uzun müddet neredeyse bir daktilo ve dolaptan ibaret bir dernek; fakat az sayıda üyenin çabalarıyla düzenli toplantıları, genel kurulları yapılıp muhasebesi tutuluyor. Derneğin yeniden canlandığı 80’li yıllarda, önceleri Ankara’nın popüler bir sosyal mekanı oldu. 90’lardan itibaren ise kültürel etkinliklere yoğunlaşan bir görev tanımı edindi. Paneller, sergiler ve uluslararası ses getiren etkinliklerle sürdürdüğü düzenli bir programı oldu.

2012’de Birlik Mahallesi’nde bir apartmanın zemin katındaki yerinden, “Cinnah 19” olarak anılan, Ankara’nın modernist bir yapısına taşınmak ayrı bir görev yükledi derneğe. Modern mimarlık mirasının tanıtımı ve korunmasına yönelik çabalar ön plana çıkmaya başladı. Zamanında 19. yüzyıl yapıları nasıl mücadeleyle kabul görebilmişse, bugün de 20. yüzyıl yapılarının korunabilmesi için büyük çaba gerekiyor. Cinnah 19’daki binayı bütünüyle elden geçirip, iyi bir örnek üzerinden modern mimarlığı kamuoyuna tanıtmak hedefler arasında. Tarz olarak kavgacı olmayan, yaratıcı bir muhalefet ortaya koymaya çalışıyoruz. Yıkılan Su Süzgeci Binası için gazetelere verilen ölüm ilanı örneğin, ses getiren bir eylem oldu. TSMD, KORDER, Docomomo ve Oda-Ankara Şube’yi bir araya getiren ilan, gazete ve televizyon haberlerine konu oldu. Alışılmış bir tepki yerine, hatırda kalır bir eylem yapmak istedik.

“‘Şimdi yine Mimarlar Odasından tepki gelir’ beklentisi bazen caydırıcı olabiliyor”

Belki kentsel muhalefetin şeklinin değişmesi gerektiğini söyleyebilir miyiz?

Mimarlar Odası’nın verdiği mücadele özünde haklı ise de, uzlaşma yolları kapalı kalabiliyor. Uzlaşılamayacak temel konular olduğunda, Oda’nın da üyeleri olarak desteğimizi esirgemeyiz. Elliye yakın kuruluşun katıldığı “Başkent Dayanışması” içinde yer alıyoruz örneğin. Normalde Oda’nın anayasal bir kuruluş ve kitle örgütü olarak sistem içinde olması, derneklerin daha özgür muhalefete yönelmesi beklenir. Oysa dernekler sistemle daha uyumlu iken, Oda aktivist bir konumda. Bunun tamamen boşa giden bir emek olduğunu söyleyemem. “Şimdi yine Mimarlar Odasından tepki gelir” beklentisi bazen caydırıcı olabiliyor. Benzeri bir etki, Cumhuriyet Gazetesi için de vardır örneğin. Koruma kurullarında görev yapanlar şahit olmuştur; “aman Cumhuriyet Gazetesi’ne düşeriz şimdi” endişesi, yabana atılacak bir durum değil. Derneklere gelince, aynı tarzın tekrarından ziyade, her derneğin yapısına göre alternatif muhalefet tarzları oluşabilmeli.

“Yeni yerleşim tarzı, neoliberal düzenin şehir mimarisi adabından da yoksun hali…”

Ankara’da yeni bir mimarlık üretimiyle karşı karşıyayız. Yani bir yanda Eskişehir Yolu üzerinde bambaşka bir mimarlık pratiği, diğer yanda yerel yönetim tarafından dışlanmış bir modern yapı stoğu… Dengeyi bozan bir şeyler mi var? Ya da bir denge var mı?

Eskişehir Yolu üzerinde gelişen yeni yerleşim tarzı, bilinen şehir kurma biçimlerinden farklı. Otoyollar etrafında yükselip saçaklanıyor. Neoliberal düzenin, şehir mimarisi adabından da yoksun hali… Yerel yönetim tarafından dışlanan modern yapı stoğu ise, ilkesiz büyüyen şehirde yeni rant odaklarına yer açmak için olduğu kadar, temsil ettiği modernliğin ve ait olduğu dönemin izlerini silme niyetiyle de ilgili.

Ankara’da Cumhuriyet Dönemi modern mimarlığının kapsamlı bir envanteri yok. 2005 tarihli bir tezin tescilli yapılar envanteri var; o tarihten sonrasını güncellemek gerekiyor. Şimdilerde bir TÜBİTAK projesi kapsamında tescilsiz sivil mimarlık örnekleri kayda geçmekte. Bu projenin genişletilmesi için kurumlar arası ortak çalışmaya gerek var; derneğin bu konuda toplayıcı rolü olabilmesini diliyoruz. Bazı yapıların tescilden düştüğünü biliyoruz; listelere hiç girmemiş sayısız nitelikli yapının erozyonu ise hızla sürüyor. Tescil kalkanına sahip olamamış yapılar için, “nasılsa yerinde duruyor” diye gönüller rahattı. Cumhuriyet’in kuruluşuna tanıklık etmiş, Atatürk’ün ve Cumhuriyet’i kuran kadroların kullanmış olduğu yapılar genel bir maddeyle korunuyor. O nedenle, mesela Meclis binasının dahi tescili yoktu. Keza, dönemin kimi idari yapıları da tescilli olmayabiliyor. Bugüne kadar “onlara kim dokunur ki?” düşüncesi hakimdi. Oysa yasada bu madde kalktığı anda hepsi tehlike altında.

“Bina çok güzel, seviyoruz ve koruyoruz tabii ama o kapı sizce uygun mu, yeterince Türk mü?”

Bu kadar güvensiz olmak mimarlık camiasının suçu değil, öyle değil mi?

Değil tabii ki. Meclis için bazı sinyaller gelmişti. Bir grup mimar ve öğretim üyesini aralıklarla davet ettiler. “Bina çok güzel, seviyoruz ve koruyoruz tabii ama o kapı sizce uygun mu, yeterince Türk mü?” gibi sorularla şahsen karşılaştım. Daha da vahimi, “bina değerli mutlaka, ama şu planı neye benzetiyorsunuz hocam?” diye sordu bir yetkili. Yıllardır baktğım plana tekrar bakıyor ve hiçbir şeye benzetemiyorum… “Topa benzemiyor mu?” dediler. Senatonun yarım daire kütlesini ve diğer yöndeki uzantıyı şöyle çevirip baktığınızda havan topuna benziyormuş. “Siz bunu farketmediniz mi bugüne kadar?” sorusu karşısında aklıma-dilime gelebilen sadece, 12 Mart döneminde spikerin arkasındaki dünya haritasının Lenin’e benzetilişi oldu. Daha önce bir de, “Bina çok güzel de, içinde masonik işaretler var” diyen de olmuştu. Şeref Holü’nün yer döşemesine pagan desenler hakimdir; Avusturyalı bir seramik sanatçısına ait, primitivist bir çalışma. Buradan yola çıkıp, “Holzmeister zaten masondu” diye yazan bir aklı evvel gazeteciyle sert bir yazışmamız oldu. Mason olup olmaması hiçkimseyi ilgilendirmez o ayrı; fakat tamamen uydurma bir haber. Böyle efsanelerle küçük küçük yokluyorlar, birinde gerçek payı olsa bina tehlikede! “Böyle meclis girişi olmaz, güzel bir Selçuklu taç kapısı yapılmalıdır” diyen bir profesör de ortaya çıktı biliyorsunuz.

Meclis gibi simgesel yapılar bile risk altındayken, sahipsiz yapı stoğunun başına neler gelir! Bonatz’ın Sıhhiye’de güzel bir Sosyal Sigortalar yapısı vardı, fibrobetonla kaplayıp düğün pastasına çevirdiler. Geçenlerde Ankara Hastanesi’ne gittim; içi büyük ölçüde duruyor ama özgün cephesi artık yok. Modern mimarlık gramerinde bir kompozisyonu vardı, Alucobond giydirilip yok edilmiş. Bruno Taut’un Cebeci’deki ortaokul yapısı da, Altındağ Belediyesi tarafından Türk damak tadına getirildi! Ulus’ta korunmuş bir apartman dokusu var örneğin, çoğu tescilli. Altına otopark yapalım, deprem riski de var güçlendirelim, yangın merdiveni de yok derken, “yıkalım aynısını yapalım” önerisi geliyor. Bulvar Palas bu şekilde gitti. Kent hafızası açısından çok önemliydi. Orada her lisenin, üniversitenin balosu olmuştur. Ankara Oteli yapılmadan önce bütün siyaset orada buluşup orada kulis yapmıştır.

Yeni mimarlık pratiğini de sordunuz; yine ikili bir tablo var. Bir tarafta beyaz eşya görünümlü, giydirme cepheli sözde modern yapılar, bir tarafta Selçuklu-Osmanlı kırması sözde tarihselci yapılar. Her ikisi de, bir çeşit mimarlık pratiği ama büyük harflerle mimarlık değil. Nitelikli yapılar da var kuşkusuz; ama literatüre girecek yapılar nadir.

Peki burada işveren-mimar ilişkisini konuşmak gerekir mi? Sonuçta Ankara için belki yıllarca işverenin devlet olduğunu söyleyebiliriz. İstanbul’da ise çok daha çeşitli bir işveren profili…

Ankara’da devletin himayesinde ne kaldı ki? Bakanlıklar, askeri yapılar, bankalar, hemen hepsi hepsi bir doygunluğa erişti. Yeni kamu yapıları parmakla gösterilecek kadar az. Bu arada yeni sektörler gelişti; Ankara devlet kenti olmaktan çok hizmet kentine evrildi. İnşaat kalitesi olarak düzgün yapılar olsa da literatüre girebilecek vasıfta yapı üretilmiyor. Bu Ankara’ya özgü bir durum değil; Türkiye’den dünya literatürüne girebilen kaç yapı var? İstanbul’da palazlanan sermaye daha nitelikli bir mimariyi talep ediyor ise de, özgünlüğe ve ar-ge’ye ihtiyacı yok henüz.

“70’li yılların sonlarından beri Türkiye’de şehir kurulmuyor… Toplu konut siteleri yapılıyor!”

Bu noktada belki ölçeği tartışmak uygun olabilir. Sürekli daha büyük bir adliye binasına taşınmak, daha fazla hastane ihtiyacının gösterilmesi…Ama yapı stoğuna baktığımızda sürekli boşalan bir hastane, boşalan bir adliye ve bu yapıların geleceği de bir nevi kent içinde boşalan alanlar ve geleceğinin ne olacağı sorusunu da doğuruyor. Yani planların esnekliği belki tartışılmalı, eski plan şimdinin tekstil kenti olarak kullanılabiliyorsa… Türkiye’de sizce gerçekten bu kadar esnek plan ve program üreten bir mimarlık var mı? Biz bu kadar dönüşüm içerisinde kullanıyoruz bu planları; hastaneyken onu ilkokul yapıyoruz ya da bir belediye yapısını sonradan ilkokula çeviriyoruz. Ankara bence bunu çok hızlı yapıyor.

Bina işlevine göre şekillenir görüşünü savunan ana akım fonksiyonalizme karşı yaklaşımlar da yok mu? Tipolojiler vardır, içine her program yerleşebilir düşüncesi, ya da programın dikte ediciliğine karşı jenerik mekân kurguları ve esneklik düşüncesi yabana atılamaz. Bunun yerli versiyonu, işte bir apartman tipolojisi var, her şeye kâdir… Hastane, okul, büro, üretim mekânı ya da showroom, her şey olabiliyor. Bir AVM’ler bu tipolojiye sığmıyor!

Ankara’da kenti asıl oluşturan, küçük parsel üzerinde her derde deva tekil blok tipolojisi. Bunun dışında bir de TOKİ’ler, AVM’ler ve alt-üst geçitler üretilmekte. TOKİ’nin elinde azman boyutlarda bir sermaye ve iktidar gücü var, artık imar planlarını da tekeline aldı. Toplu konutun toplumcu bir misyonu kalmadığından, herşey ranta odaklı gelişmekte. Ankara’nın nereye gittiğini öğrenmek isteyen, akademik çalışmalardan önce belediyenin sitesine girip bakmalı. Orada dönen resimlerin birinde “uzay çağının katlı kavşağı” deniyor ve AVM’ler listesiyle övünülüyor. Kentsel dönüşüm listeleri ise ürkütücü; 30-40 liste var, “kent” olmayan yerler “kentsel dönüşüm” kurnazlığıyla gelişigüzel yapılaşmakta.

Kısacası, Türkiye’de epeydir şehir kuramıyoruz. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında şehirler merkezi idarenin yönlendirmesi ve ehil teknik kadrolar eliyle oluştu. 70’li yılların sonlarından beri ise, artık şehir kurmuyor Türkler… Toplu konut siteleri yapıyor. Kooperatifler eliyle ya da küçük sermayelerin birikmesiyle yapılan konut sitelerinin masumiyeti de geride kaldı; sektör artık devasa bir meta pazarlamasından ibaret. Sitelerin ardarda yığılmasından oluşan bir sözde kent var. Erasmus’la gelen bir İtalyan öğrencimiz, “burada ilginç bir şehir anlayışı var” demişti. Onun bildiği şehir, tren istasyonundan çıkınca bir ana cadde merkeze doğru uzanır; kamusal işlevler merkezde kümelenir, kent otoyollarla değil caddeler ve meydanlarla örülür, nirengi noktaları vardır, vs. Ankara’da Kale’ye çıkıp baktığınızda, şekilsiz bir yığılma ve saçaklı bir organizma görürsünüz.

“Sorun, sadece tercih edilen bir kimliğe ait yapıların önemsenmekte oluşu”

Aslında Ankara’daki mirası yaşatabilecek bir potansiyel varken onun üzerini örten bu kentleşme furyası, korunması gereken yapıların nasıl korunacağını bile bilmeyen bir yönetimin sonucu mu?

Bilmiyorlar ama koruma kurullarına gelip oturuyorlar ancak bilmek de istemiyorlar. Ankara’da görev yaptığım Koruma Kurulu’na “Melih Gökçek Kurulu” diyorlardı. Ankara’da çok sayıda tarihi mescit olduğunu bu kurulda öğrendim. Mahalle arasında kalmış, yarı yıkık, mimari bir özelliği bulunmayan mescitlerin ihyasında ciddi belgeleme ve onarım çalışmaları yapılmakta. Vakıflar son 15 yıldır kapsamlı bir onarım hamlesine girişti. Nevşehir Kurulu’nda iken de, restorasyon seferberliğinden en ücra köyün yararlandığına tanık oldum. Bunlara bir itirazım yok, elde ne kalmışsa korunup ortaya çıkarılmalı. Sorun, sadece tercih edilen bir kimliğe ait yapıların önemsenmekte oluşu. Oysa kültürel mirasın dini, milliyeti ve zamanı olmaz, hepsine eşit mesafede olunması gerekir. Tarihi mirasın önemi iyi kötü farkedilmeye başlarken, modernin nefret objesi haline gelişi ise, başta konuştuğumuz gibi, mimarları çok uğraştıracak olan yeni bir sorun alanı.

“Başkenti yok etmek için yazılı bir eylem planı var mıdır bilemem ama görünen köy kılavuz istemiyor”

Ankara’nın modern mimarlık mirasının 2023’e kalabilecğini söylemek mümkün mü?

Apaçık bir toplum mühendisliği olduğu gibi, başkente yeni bir kimlik inşası da gözle görülür halde. Ankara bir yandan Osmanlı şehri, Selçuklu mirası diyerek dönüştürülüyor. Bir yandan da aynalı şirket mimarisiyle yükseliyor. Bu arada Atatürk Orman Çiftliği yok ediliyor; üstüne bir saray kondu, bir de Disneyland kuruluyor. Başkenti yok etmek için yazılı bir eylem planı var mıdır bilemem ama görünen köy kılavuz istemiyor. 2023’e taklit ecdat mimarisi ile avaraj Dubai silüeti damgasını vuracak şehire. Yakınımızdaki Beyrut’da, Telaviv’de, Rusya’da modernist miras nasıl yıkıma ve tarihi kostüm felaketine uğradıysa, burada da aynı tahribat olmakta. Nedenlerini tekrara gerek yok sanırım; kimlik siyaseti ile neoliberal ekonominin, alternatifsiz olduğuna inandırılan kapitalizmin, ve nihayetinde, küresel cehaletin hükümranlığında başka bir dünya hayal edilemez oldu.

Sadece erken modern değil, 1950’ler modernizmi de erimekte. Melih Gökçek’in Ulus’ta yıkıp, yerlerine devasa bir meydan/park ve devasa bir kapalıçarşısı yapmak istediği yapılar 50’li 60’lı yıllara aitti. Dışı Osmanlı içi AVM olan proje, Ulus Planı ile birlikte iptal edildi, binalar tescillendi. Bundan sonrası ne olur bilinmez. Melih Gökçek neyi yok etmeye çalıştığının farkında değildi. Erken moderni sevmiyor, o kimliği yok etmek istiyor da, Demokrat Parti’nin izlerini niye yok ediyor acaba? İçlerinde Ulus İş Hanı örneğin, tarihi han yorumu da olan bir yapı üstelik. Bir yandan ecdat edebiyatı yaparken, çifte ecdat yıkıyor. Ve ecdadını korumak da yine bize kalıyor!

Şimdi yeni bir plan yapıldı, bekliyoruz. Uzun süre plansız kalmaya özen gösterildi. Plansız kalmak belediyelerin en sevdiği şeydir; geçici yapılaşma koşulları ile her şey yapılabilir. Raci Bademli planı devam etseydi önemli bir şehircilik deneyimi yaşanmış olacaktı. Donmuş, katı bir imar planı değil, paydaşların biraraya gelip esnetebileceği, çağdaş bir plan yönetimi söz konusuydu, pek çok yönden öncü idi. Şimdi gelecek olanın, nazım imar planı anlayışında olması bekleniyor. Ezcümle, Mehter takımı gibi ilerlemekteyiz ve hiçbirşeyi biriktiremeden, sürekli harcamaktayız.

Etiketler

Bir yanıt yazın