Mekan ile Birlikte Yaşam Şekli de Yeniden Tanımlanabilir

Gökhan Karakuş, T Buluşmaları'nın ilk konuğu Sou Fujimoto ile Arkitera.com için yaptığı söyleşide Japon mimara modern mimarlığa yaklaşımından tasarım yöntemlerine kadar çeşitli konularda sorular yöneltti.

Çağdaş mimarlığın önemli isimlerinden Sou Fujimoto, yarattığı mekanlarla çok konuşulan bir isim.

Doğal olanla yapayı birarada kullanması, “arada” mekanlar yaratması ve şeffaflık kavramlarını yeniden yorumlamasıyla çok konuşulan Fujimoto, dün akşamki etkileyici konferansından önce Gökhan Karakuş ile biraraya geldi.

Gökhan Karakuş, kendisine yönelttiği sorularla “Fujimoto mimarlığı”nın temellerine indi. 

Gökhan Karakuş: İş Sanat’ta, mimarlık üzerine konuşmak için Sou Fujimoto ile birlikteyiz. Fujimoto bu akşam, mimarlığın şeffaf yüzü ile ilgili bir konferans verecek. İstanbul’a geldiğiniz ve zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Öncelikle, mimarlığınızın başlangıcına odaklanmak istiyorum. Japonya’da eğitim almış bir mimarsınız. Bize eğitiminizden bahsetmek, nereden geldiğinizi ve eğitim sürecinizdeki sizi yönlendiren isimleri anlatmak ister misiniz?

Sou Fujimoto: Ben Hokkaidō’da doğdum. Hokkaidō Japonya’da bir ada. Üniversite için Tokyo’ya taşındım. Mimarlık eğitimi aldım. 4 senelik lisans eğitiminden sonra yüksek lisans yapmadım ya da herhangi bir mimarlık ofisinde çalışmadım. Hemen kendi ofisimi kurdum. Ofis kurarken kimse çok fazla projeyle başlamaz belki ama o zamanlar benim elimde hiçbir proje yoktu. Dünyadaki mimarlık aktivitelerinden soyutlanmış bir şekilde sadece mimarlık hakkında düşünmeye başladım. Garip bir dönemdi benim için: Hiçbir proje yoktu ve ben sadece mimarlığın kavramsal boyutu ile ilgileniyordum.

Peki bu kavramsal düşüncenin temeli neydi? Hokkaidō’dan büyüdüğünüzü söylediniz. Hokkaidō, Japonya’nın kuzeyinde bir ada. Soğuk bir iklimi ve ormanı var. Daha ilkel koşullarda yoksulların yaşadığı bir bölge. Daha sonra Tokyo’ya, büyük bir metropole geliyorsunuz. Bir sürü insan, çok yoğun… Bu ilişki sizin kavramsal yaklaşımınızda nasıl etkili oldu?

Sou Fujimoto: Bu tezatlık benim için çok heyecan vericiydi. Tokyo aslında büyük bir şehir değil, daha çok küçük bir köy gibi. Yürüyebiliyor, evinizdeymiş gibi vakit geçirebiliyorsunuz. Orada küçük bir odada kalıyordum, tipik bir Japon odası. Bu oda sadece benim özel alanım değil, aynı zamanda evimin etrafında küçük bir patikaydı ve bu yolun yakınındaki yarı kamusal ve özel alanlar da çok samimi mekanlardı. Kısacası kendi memleketimden farklı bir yaşam alanı sunan Tokyo’yu görmek, hissetmek beni çok şaşırtmıştı.

Hokkaidō’da iklim çok güçlüdür. Evler, yani mimari yaşam alanlarımızı dışarıdaki koşullardan koruma amacı güder öncelikle. Böylelikle içeri ve dışarı arasında güçlü sınırlar çizilir. Fakat Tokyo’da daha az sınırlar vardır, daha çok birleşen ya da birbiri içinde eriyen durumlar bulunur. İşte, Tokyo’ya geldikten birkaç sene sonra oradaki durumun benim memleketimin mimarisine değil, Hokkaidō’nun ormanına daha yakın olduğunu farkettim. Çünkü ormanda herhangi bir sınır yoktur. Ormanda istediğiniz alanı seçebilir, ya da dolaşabilirsiniz. Tabii ki Tokyo’nun süper yapay bir şekilde oluşturulmuş süper yapay bir yapısı var, fakat benim deneyimlediğim Tokyo daha çok ormana benziyor.

Başlarda çılgınca bir fikir gibi gelmişti, sonuçta iki kent de birbirinden çok farklı hatta tezat. Ama bu zıt kavramlar arasındaki benzerlik benim için çok heyecan verici. Bununla birlikte mimari çevreye dair farklı bir anlayış geliştirdim: Tokyo’yu yapay bir orman olarak ele almak ya da ormanı mimari bir kavram olarak anlamak. Ve sonra, mimarlığı ve doğayı birlikte, ayrı ayrı ya da birbiri içinde yeni bir yaşam alanı yaratırken kullanma fikri…

Öncelikle 2008’de yayınlanan kitabınız “Primitive Future” kitabınızda karşılaştığım, çalışmalarınızda hatta eskizlerinizde de yer alan bu yaklaşımınız gerçekten çok ilginç. Siz aynı zamanda mimarlığın teori kısmında da varoluyorsunuz. Sizin için fikirlerinizi bir teoriye dönüştürmek önemli mi?

Sou Fujimoto: “Primitive Future” çok basit bir kitap. Metin de gerçekten kısa ve basit. Fikirlerimi bir metin halinde yazmak benim için önemli ama yazdıklarımın bir teori olduğunu söyleyemem. Eskizler, maketler, modeller gibi ilham verici araçları kullanıyorum ve bazen ne yaptığımı, ne hissettiğimi betimleyebilmek için kelimelere, bir metne ihtiyaç duyuyorum. Bir kez büyük fikirlere basit tanımlar ya da isimler verirsem, o zaman düşüncelerim netleşiyor ve bundan ilham alabiliyorum. Yani kelimelerim ya da metinlerim, takip edilmesi gereken bir teoriden ziyade durumları açıklığa kavuşturan bir ilham aracı benim için.

Peki metninizdeki “primitivizm”e yaklaşımınız, geleceğin bir parçası olması gerçeği, sizce de modern durumun üstü kapalı bir eleştirisi değil mi? Görünen o ki, siz daha çok insanların modern-öncesi dönemde nasıl yaşadığına odaklanıyorsunuz. Yaklaşımınızdaki bu eleştirel durumu ve modernizmle ilişkinizi tarif edebilir misiniz?

Sou Fujimoto: Bir anlamda, evet. Üniversitedeki mimarlık eğitimim batı modern mimarlığı ile başladı: Le Corbusier, Mies van der Rohe vs… Japonya’da mimarlık eğitimi Japon mimarisi ile başlamıyor. Ve bence modern mimarlık çok güçlü ve iyi bir başlangıç noktası. Zaman içerisinde modern mimarlık eserlerini gezme imkanı buldum ve çok etkilendim. Daha sonra modern mimarlığın ve öncesinin ne olduğunu, hatta tüm mimarlık tarihini yeniden anlamaya çalıştım. Ve sonunda anladım ki; eğer yeni bir şeyler düşünmeye başlarsam, gerçekten esaslar üzerine temellendirmem lazım.

Peki neden fundamentalizm? Siz 7-8 sene önce bu konuya eğiliyorsunuz ama son zamanlarda sıkça kullanılmaya başlandı. Örneğin Venedik Mimarlık Bienali de aynı konu üzerinde durdu. Fundamentalizmde sizi etkileyen ne?

Sou Fujimoto: 10-15 sene evvel benim için sadece bir başlangıç noktasıydı. Tabii ki yeni ve çılgın fikirler geliştirebiliriz ama mimarlık sonuçta insanların günlük yaşamlarında kullandıkları bir yer. Bu çok temel bir şey sanırım. Ben derinden başlamayı seviyorum, “yaşam için mekan nedir”i, çiçekleri, tavanları yeniden yaratmayı, yeniden anlamayı ve yeniden tanımlamayı seviyorum. Her şey temel anlamlarıyla yeniden tanımlanabilir. Yani kısaca, benim için bir başlangıç noktası.

Siz çok seyahat ediyor ve insanların nasıl yaşadığını gözlemliyorsunuz. Açıkçası, mimarlığınız mekanları ve yaşam tarzlarını yeniden formüle etmek için bir girişim gibi. Bugünlerde mimarlıkta sosyal bileşen pek bulunmuyor. Ama sizin çalışmalarınız tam olarak bunu ima ediyor. Örneğin, projeniz NA House’da yaşamak belki çok zor ama orada yeni yaşam olanakları sunuyorsunuz. Sizce neden yaşamak için yeni mekanlara ihtiyacımız var? Böyle bir mimari girişimin yaşam tarzları konusunda etkisi nedir?

Sou Fujimoto: Anlatmaya çalışayım. Şu anda bir çeşit çağdaş yaşam ortamına sahibiz ve tabii ki mevcut mimari çalışıyor. Fakat ben daha zengin koşullarda nasıl yaşayabileceğimizi görmek istiyorum. Zengin kelimesi belki biraz sorunlu. Ama herneyse. Rahatlık, iletişim gibi temel duygular düşünülerek tasarlanmış yeni yerler ya da mekanlar üzerlerindeki hayatı belki de uzatabilir. Bu nedenle her ikisini de yeniden tanımlamak istiyorum. Mekanı ve hayatı. Ve her ikisi de birbirini tanımlayabilir. Bazen bir mekan ya da bir form gelir aklıma, sonra içinde nasıl bir yaşam vaadedeceğini düşünmeye başlarım. Ya da tam tersi…

Peki, çalışmalarınızda da sıkça kullandığınız “arketip” kelimesi sizin için ne ifade ediyor?

Sou Fujimoto: Evet, bazen kullanıyorum “arketip” kelimesini. Yeni bir form gibi, ama bu yeni form yeni bir yaşam tarzını beraberinde getirmeli. Aksi takdirde, formun bir oyunu olabilir sadece. Eğer yeni bir yaşam tarzına bağlı yeni bir form, mimarlık için yeni bir tanım bulabilirsek, o zaman yaşamak çok heyecan verici olabilir. Son zamanlarda, hayatımızı değiştiren en büyük yenilikler internet, bilgisayar ve yeni iletişim ağları oldu. Peki bunlar nasıl bir yaşam tarzı sunabilir? Bu çok heyecan verici bir soru.

Birkaç senedir, sizin tasarımınız olan Final Wooden House ya da NA House’da ev sahipleri tarafından kullanılıyor. Tasarımınızdaki niyetinize dönersek, insanların mekanı kullanış biçimiyle ilgili sizi şaşırtan bir şey oldu mu?

Sou Fujimoto: Açıkçası mekanın yaşamları, yaşamların da mekanı nasıl değiştirdiğini görmek çok güzel. House NA projesinde örneğin tasarım süreci müşteri işbirliğinde yürütülmüştü. Temel fikirler, müşterinin hayat tarzını betimlemesiyle ortaya çıkmış, ben de ona göre modellerimi şekillendirmiştim. Daha sonra süreç içerisinde platformların boyutlarını tartışmalar sonucunda değiştirerek yol aldık. Tam bir iş birliği vardı. Şimdi, yılda 2-3 kez ziyaretlerine gidiyorum ve farkediyorum ki o ev tüm olasılıklara izin veren bir ev. Ev sahipleri hala kompakt yaşam tarzlarını sürdürüyorlar ve evi çok temiz tutuyorlar. Fakat, benim için temiz tutmaları önemli değil, çünkü orada mekan ana konu değil. Yaşam tarzı, platformlar daha önemli.


House NA

Yani mimarlık başka yaşam tarzları için bir araç olabilir. Evin aynı zamanda çevresine, kente karşı da çok şeffaf bir yüzü var. Bu “şeffaflık” kavramını evin mahremiyeti ile birlikte düşünürsek, “kamusal ve özel” kaşıtlığı projelerinizde nasıl çalışıyor?

Sou Fujimoto: Bu tarz bir “açıklık” müşterinin kendi isteğiydi. Duvarlarla çevrelenmiş bir evden ziyade açık bir ev istediler. Projeyi tamamladıktan sonra mahremiyeti nasıl sağlayacağımızı konuştuk elbet. Bazı yerlere perde astılar ama bu perdeler sadece dışardan bir gözü engellemek için değil, aynı zamanda evin içerisinde daha rahat ve daha özel alanlar yaratmak içindi. Ev bir sürü küçük platformdan oluşuyor ve bu küçük platformlar daha rahat, daha gevşek alanlar yaratmayı sağlıyor. Perdeler de bunun bir parçası.

Astıkları perdeler ışığı geçiriyor ve 2-3 katmanda kullanıldıklarında mekanda derinlik yaratıyorlar. Bu geçirgenlik, şeffaflık sağlamaktan öte samimi, korunaklı bir ortam yaratıyor. Mekanları tanımlayan duvarlar yerine şeffaf bir çözüm, içeri ve dışarının ilişkisini koparmıyor, hayatın zenginliğine yeni anlamlar katıyor.


House N

House NA ya da House N projelerinde platformlar ya da kutular bir anlamda şeffaflık sağlarken, aynı zamanda korunduğunuz hissini yaratıyor. Ve bence, mimarlık bu tezat düşünceleri birarada bulundurmalı. Açıklık-kapalılık, yaşamımız için temel kavramlar. Sadece bir tanesi ile yaşayamayız. Ama duygularımıza, ne kadar korunaklı yaşamak istediğimize göre hangisinden ne kadar kullanacağımıza karar verebiliriz. Ve bu kavramlar arasındaki bu pozitif belirsizlik bence mimarlık için çok heyecan verici.

Sizin işleriniz ile ilgili genelde konuşulmayan bir soru sormak istiyorum. Siz yaşam tarzlarınının mekanlarla ilişkisini gündeme getirdiniz. Ama bunu yaparken her projede benzer ama farklı yöntemler izliyorsunuz. Örneğin Final Wooden House’da ahşapları istifleme, Serpentine Pavyonu’nda çelikten bir grid sistemi gibi… Bu mimari yaklaşımınız çok açık ve etkileyici. Strüktür ve malzeme ile olan ilişkinizi nasıl tanımlarsınız?

Sou Fujimoto: Entegrasyon demek; yaşam tarzının, formun, malzemenin, strüktürün, kısacası mimarlığın tüm elemanlarının bir araya gelmesi demek ve bunu başarabilmek çok heyecan verici. Serpentine örneğinde, grid strüktürü çelik ince kolonlar oluşturuyordu ve öyle bir bütünleşme vardı ki mekanla ilgili fiziksel deneyiminiz ve ilişkiniz kesinlikle strüktürel sistemle bağlantılıydı. Ve tabii ki, mekanın açıklıkları, büyüklüğü ve tanımı yine strüktürün formunun bir sonucuydu.

Böyle bir entegrasyon, bir anlamda modern bir tavır ama benim için hala çok heyecan verici. Mimari eğitimimden önce fiziğe ilgi duyuyor, kompleks durumların basit açıklamaları çok hoşuma gidiyordu. Aynı şekilde, farklı projelerde farklı çözümlerle benzer deneyimler elde etmeye çalıştım.

Kullandığınız ızgara sistemi ile ilgili mimarların eleştirilerini hatırlamak çok önemli bu noktada. Izgara sisteminin, gridin bir tuzak olduğunu, bu kartezyen mekanın sınırlardan oluştuğunu söylüyorlar ve gridi kullanmak istemiyorlar genelde. Fakat siz onu kucaklıyor, belki de daha doğulu bir yaklaşımla enerjinizi veriyorsunuz. Kariyerinizin başında küçük ölçekli projelerde çok kullandınız bu sistemi. Hala bu sistem sizi motive ediyor mu ya da mimarlığa ilk yaklaşımınızın bir parçası mıydı?

Sou Fujimoto: Serpentine’deki gibi bazen çok güçlü bir eleman olarak kullanıyorum gridi. Ama, diğer yandan gridden bağımsız olmayı da çok seviyorum. Aslında, her ikisine de sahip olmayı istiyorum sanırım. Izgara sistemi bir güce sahip. Sanırım devam edip, gridin yeni potansiyellerini bulmak istiyorum.

Yani, ızgara sistemi ile devam edeceksiniz?

Sou Fujimoto: Evet, devam edeceğim. Ama sadece gridin kendisine odaklanmaktan öte, daha çok serbest formda gridi kullanmayı istiyorum.

Kavisli ya da çok serbest formlar görmüyoruz aslında çalışmalarınızda. Fakat siz bunu daha atmosferik yollardan elde ediyorsunuz. Örneğin “weak networks / zayıf ağlar” tanımınız benim için akışkanlığa belirli bir yaklaşımı anlatıyor. Siz bunu formla değil, deneyimle yakalıyorsunuz.

Sou Fujimoto: Evet, ama ben “henüz değil” demek istiyorum. Ne zaman önceki işlerimizde farklı bir şey yapmaya çalışsak ve “zayıf ağlar” hakkında konuşsak, internetten ilham alıyorum ve evet bir ızgara sistemi olmasa da olur diyorum. Daha serbest bir form olmalı, şekil olarak serbest ama form olarak güçlü. Bu anlamda yeni bir şeyler denemek istiyorum. Ama diğer yandan, gridin komibnasyonlarını ve boyutlarını değiştirdiğinizde de bambaşka şeyler elde edebiliyosunuz. Ve benim için aynı anda farklı konuları takip etmek çok doğal. Bir projede gridi kullanırken, başka bir projede başka yaklaşımlar, başka yollar kullanıyorum. Çünkü farklı yaklaşımları temel kavramsal fazda aynı köklere sahip. Böylece son görünüm bazen grid, bazen serbest bir form bazense başka bir şekle bürünebiliyor. Açıkçası son form hakkında çok da endişenmiyorum.

Son soru. Siz dünyayı geziyor, kentlere, mimarlığa ve şehirciliğe önem veriyorsunuz. 2014’te, bu dönemde küresel bir bakış açısıyla kentlerin nasıl oluştuğunu, şekillendiğini düşünüyorsunuz? Şehirlerdeki kentleşmeyle ilgili gözlemleriniz neler? Şehirlerin artık çok zengin insanların alanları haline geldiği, kamusal alanların yokolduğu ve sınırlandığı konuşuluyor. Kentleşme hakkında Sou Fujimoto’nun bakış açısı nedir?

Sou Fujimoto: Aslında şehirlerdeki bu yeni gelişmeden ben de pek memnun değilim. Farklı ülkelerdeki farklı alanlar artık bir şekilde aynı gözüküyor ve çekici değiller. Ben daha çok İstanbul, Tokyo, Paris gibi tarihi şehirlerden etkileniyorum. Eski İtalyan şehirleri ve Dubrovnik de güzel mesela. Böyle şehirlere hayran olmamın sebebi mimari ile sokağın biraradalığı belki. Sokaklar mimarlığın bir parçası gibi buralarda, insanların toplandığı, vakit geçirdiği veya başka şeyler yaptığı alanlar olabilirler. İşlevleri var tabii ki ama sadece yol olması değil, başka aktivitelere de izin vermesi değerli.

Ölçekler, uyumlar, çeşitlilik… Özellikle çeşitlilik bence çok önemli. Doğayla uyum, iklimle uyum… Böyle bir bütünlük, böyle bir uyum tarihle, uzun yılllar sonucunda katmanlarla oluşmuş. Peki şimdi biz bu gerçek zenginliği nasıl çağdaş kentsel gelişim projelerinde gerçekleştirebiliriz? Belki de modern ya da çağdaş yollarla oluşturulmuş stratejilerle değil. Çünkü modern kentsel gelişim stratejileri işlevli sokaklar, büyük bloklar ve engeller tasarlamak demek. Bu benim için çok rahatsız edici. Farklı bakış açıları biraraya getirilmeli. Kent dediğimiz şey dünyadaki en kompleks yapılardan biri. Ve zengin bir yolla böyle bir kompleks yapı oluşturma düşüncesi oldukça zor ama büyüleyici.

Eğer bir şehir içerisinde küçük bir alan için iyi bir strateji belirleyebilirseniz, bu bile heyecan verici bence. Son zamanlarda “mimarlık ile kent arasındalık” çok ilgimi çekiyor benim. Ne sadece mimarlık, ne de şehir planlama, ikisinin arasında bir şey üretmek. Mimarlık ve kent arasında ölçek, mimarlık ve kent arasında mekan ya da mimarlık ve kent arasında deneyim… Benim için çok heyecan verici.

Zamanınız ve söyleşi için çok teşekkür ediyoruz.

Sou Fujimoto: Ben teşekkür ederim.

Keyifli söyleşiyi izleyebilirsiniz.

Etiketler

Bir yanıt yazın