PATTU Mimarlık'tan Işıl Ünal ve Cem Kozar ile sergi tasarım sürecinde yaratıcılık, çözümler ve tekrarlar üzerine konuştuk.
İşlerinde tekrarı kolay kolay göremediğimiz bir ekip PATTU. Ekip bugüne kadar girdiği her işte mekanı ve sergi elemanlarını serginin bir parçası olarak kurgulayarak, cesaretli açılımlar yapmasıyla öne çıktı ve arayışlarını sürdürdü. Fakat sanat ile mimarlığın kesişimi hala güzel bir tartışma zemini olarak ortada. Söyleşimizde, mimarlık ve sanat mekanları ilişkisinde yeni açılımları Işıl Ünal ve Cem Kozar ile arıyoruz. Keyifli okumalar.
Cem Kozar: Çözüm her zaman bir “white box” olmak zorunda değil. Çünkü sergi dediğimiz şey artık her yerde yapılabiliyor bence. Tiyatro da öyledir mesela. Bu mekanı ele alalım (KOÇ Üniversitesi Anamed Binası’ndan bahsediyor) , sergi alanının solundan kocaman bir havalandırma borusu geçiyor, dar ve uzunlamasına bir yer. Yani aslında sergi tasarımı yapmak için pek kolay bir yer değil. Mekanları dönüştürebilmek ise mimar olmanın avantajı.
Bazı sanat eserlerinde mimarlığın geride durması gerektiği fikrine ise katılıyorum… Dolayısıyla önceden yazılmış tarif yok bununla ilgili. Her seferinde farklı bir deneyim.
IÜ: Aynen öyle. Örneğin yazlık sergisinde çok hafif vitrinler, duvarlar tasarlamak istedik. Buradaki gibi ağır elemanlar, lake vitrinler kullanamazdık. Camera Ottomana sergisinde eserler için iyi aydınlatmanın yanı sıra, yüzlerce fotoğraftan oluşan arşivi dijitalleştirip vitrin içine almaya ihtiyacımız vardı, burada da mikro projektörleri kullanmayı seçtik. Diğer işlerimize de baktığımda hepsine ayrı çözümler sunduğumuzu rahatlıkla söyleyebilirim bu nedenle. Keza Arkeoloji Müzesi’nde yaptığımız Mendel Sebah sergisinde depo fikrinden hareketle (serginin konusuna da uygun olarak), paletler ile bir tasarım yaptık. Hem düşük bütçeye sadık kalarak, hem eserlerin gerisinde durarak mekan yaratan elemanlar oldu paletler. Yani büyük kavramlardan bahsetmek yerine her işin özeline inmenin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla “biz böyle yapıyoruz” demeden, genellemeden, çalışmanın daha doğru olduğuna inanıyorum.
CK: Ama şunu da ekleyebiliriz, genelde bir whitebox varsa onu da dönüştürmeye çalışıyoruz. Eserin kendisi tek başına bir şeyler söyleyebiliyorsa, yani bir Picasso sergisi yapıyorsan, tabi kalsın “white box”lar. Fakat örneğin Giacometti Sergisi’ni Viyana’da gördük ve ben çok etkilendim. Giriş kısmı sade bırakılmamıştı, bronz renkler kullanılarak mekan yaratılmıştı. Ama tabiki çok fazla eleştiri aldılar. Burada o özgürlüğü bize tanımamışlar bu nedenle küratörler. Dolayısıyla, küratör, sergilenen eser, müzenin tutumu bunların hepsi çok hassas dengeler.
Şuanda Mavi Seyyahlar sergisi var (Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Romare Bearden eserlerinden oluşan) Yunanistan Konsolosluğu’nda çalıştığımız. Mekanın kendisi zaten ağır. Neo klasik, süslü bir mekan. Bedri Rahmi’yi oraya konumlandırsan muhtemelen “farkedilmez” olacak gibi bir durum var. O yüzden aklımızda mekanın biraz kaybolması var. Tabi bazı elemanları da kullanarak mekanı istediğimiz gibi değiştirmeye çalışacağız yine.
IÜ: Tabiki bizim önceliğimiz tasarım bir pazarlama ögesi olarak kullanılması olmuyor. Serginin sadece profesyoneller için olmamasını istiyoruz. Yani hiç birşeyi bilmeyen bir ziyaretçiyle bile iletişim kurabilmesine öncelik veriyoruz. Belki küratörün böyle bir kaygısı olmayabilir, fakat bizim oluyor. Çünkü çoğu zaman onların gözünde “bilinen”i çoğu kişi bilmeyebiliyor. Bu yüzden içeriğe dair her zaman önerilerimiz oluyor. “Şundan da bahsedelim, bunu da öne çıkaralım,” gibi.
Tüm sergi konseptlerini tasarlarken ise dediğim gibi ziyaretçi ile iletişim kurabilmesini önemsiyoruz; bazen bu müze girişine 150 tane simit asmak da oluyor (Yazlık sergisi, SALT), cephelerde süpergrafik kullanmak da (KATI OLAN HERŞEY yerleştirmesi, YAP İstanbul Modern), Vitrin içine 400 tane buğday dikmek de (Anadolu Ağırlıkları Koleksiyonu Sergisi, Pera Müzesi). Bu pazarlamanın işine yarıyorsa ne güzel.
CK: Bence bahsettiğimiz bu ilişkiden kaynaklanan bir durum. Yani eğlenceli şeyler yapmaya çalışıyoruz bir kere. Sıkıcı sergiler bizim de içimizi sıkıyor… (Gülüşmeler) Her sergimizde enstalasyona dönüşen bir eleman olabiliyor. Serginin kurgusu dışında, ziyaretçinin dikkatini çekmek bu nedenle bizim yoğunlaştığımız alanlardan biri oluyor. Camera Ottomana’da kullandığımız fotoğraf makinesi şeklindeki vitrinler bunun güzel bir örneği. Vitrinden bakanları içeriye çekiyor. Mendel sergisinde kartlardan yaptığımız enstalasyon ziyaretçileri yukarıya davet ediyordu…
IÜ: Ama sadece davetkar olmak için yapılmış bir durum değil bu. Bir ihtiyaçtan doğan da bir durum. Çünkü orada yaklaşık 100 sene önce titizlikle hazırlanmış bir müze kataloğu vardı, bundan bahsetmemiz gerekiyordu ama yerimiz çok kısıtlıydı ve sadece 10 tane eser üzerinen bunu anlatmamız gerekiyordu.
CK: 1.413 tane fotoğraf vardı.
IÜ: Ama muazzam bir çalışma vardı sunulması gereken. Bu kadar büyük bir arşivi nasıl sunarsın? Merdiven boşluğuna asarsın! Kataloğu vitrine koysan o aynı etkiyi yaratmaz. Tabii küratörün de doğru bir şekilde yolu çizmesi de sizi yönlendiriyor her zaman, Edhem Eldem ile ortaya çıkardığımız küçük ve zevkli bir sergi oldu.
CK: Evet aynı çözümlerin yaygınlaştığı durumlar oluyor. Keşke biz de bu kadar kolay, aynı çözümleri uygulayarak devam edebilsek (Gülüşmeler).
IÜ: Biz biraz risk almayı da seven bir ekibiz sanırım. 200 tane fotoğrafı dikey olarak astık bu sergide mesela… Çünkü vitrinde dikey olarak yer alınca incelemesi daha kolay bir masaya yan yana dizmekten. Ama bu yaptığımız da fazlasıyla riskliydi bu sergide, çünkü hem eserler çok düz değil hem de mekandaki klima ortamı stabil olamayabiliyor, bu da asılı durmalarını etkileyebiliyor. Biz de deneyip geliştiriyoruz kendimizi her sergide.
Kesinlikle…(Gülüşmeler)
Biz teşekkür ederiz.