“Mimar Doğan’lar, sevilebilir, içinde insan gibi yaşanılabilir bir şehrin peşindeler”

Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından yayınlanan "Mimar Doğan’lar… Üç Doğan" kitabı üzerine Ceren Çıplak Drillat ile söyleşi yaptık, kitabın ortaya çıkış sürecini kendisinden dinledik.

Mehmet Berksan: Sizi tanıyabilir miyiz?

Ceren Çıplak Drillat. Gazeteciyim. Cumhuriyet gazetesinde ilk olarak Gezi Eki’nde çalıştım, ardından gazetenin Kültür Servisi’nde uzun yıllar kültür sanat gazeteciliği ve editörlük, aynı zamanda da bir dönem gazetenin pazar röportajlarını yaptım. 2019’da son olarak Cumhuriyet’in Paris muhabirliğini yaptım. Bugün ise mesleğe bağımsız gazeteci olarak devam ediyorum.

Gezi Eki’nde çalıştığım sırada, servisimize, Türkiye’nin ve dünyanın dört bir yanına seyahat eden rehberler konuk olurdu. O dönem profesyonel rehberlerle İstanbul’la ilgili işlere giderdim böylece İstanbul’un kimi pek bilinmeyen rotalarını görme şansım olmuştu. O yüzden kitap için bu pek bilinmeyen rotaları “Üç Doğan”a da sordum. Doğan Tekeli, bir rota verdi. Cevabı kitapta!

Mehmet Berksan: Türk mimarlık dünyasının üç önemli ismi Doğan Kuban, Doğan Tekeli ve Doğan Hasol ile söyleşi yaparak kitaplaştırma fikri, sanırım 2010 yılında yine aynı üçlü ile yaptığınız röportaj ile başlayan bir süreç. O ilk röportaj fikri nasıl çıktı?

2010’da “İstanbul’un giriş kapısı” Haydarpaşa Garı’nın çatısında yangın çıkmıştı. Büyük bir gündemin ortasındaydık, gara ne olacak, işlevini kaybedecek mi? Herkes tedirgindi, malum denetim ve restorasyon işleri bir garip yürüyor memleketimizde… Bu arada hatırlatmak gerekir ki Haydarpaşa hâlâ kapalı! İşte o dönem Yapı Endüstri Merkezi’nin etkinliklerine katılırdım. Orada, Doğan Hasol’la olan sohbetlerimizde “Üç Doğan” tabirini duymuştum. Evet mimarlık dünyası “Üç Doğan”ı biliyordu, ama bizler bilmiyorduk.. Bu tabir, tabi ki okuyucular için bilinen bir şey değildi, ve çok güzel, değerli bir hikâyeydi…

Haydarpaşa Garı’nın çatı yangınından sonra, Cumhuriyet gazetesi için söyleşi yaptım. Yapı Endüstri Merkezi’nde buluştuk. Haydarpaşa Garı çatısı yangını; Selimiye, Süleymaniye kopyası camiler ve Atatürk Kültür Merkezi (AKM) olmak üzere gündemdeki üç konuyu, “Üç Doğan”a sorduğum bir yuvarlak masa söyleşisi yaptık.

Mehmet Berksan: 2010’daki röportajdan bugün elimizde tuttuğumuz kitaba uzanan süreci anlatır mısınız?

2010’daki röportajımız ses getirdi, okuyucular, “Üç Doğan” buluşmasını çok sevdi, ancak beni takdir eden olduğu kadar kızanlar da oldu! Okuyucuların bazısı kızgındı! Evet, üç duayen bir arada ve tam sayfa, ama söyleşinin çok kısa olduğunu söylüyorlardı. Böyle bir buluşmanın röportaj serisi ya da ancak kitap olabileceği yorumları yapılmaya başlandı. 2015’te yine gazete söyleşisi için bir araya geldik. Yine geniş yankı uyandırdı ve yine benzer yorumlar aldım. Daha sonraki yıllarda da “Üç Doğan”ı, “Mimar Doğanlar”ı bir kitapta buluşturmak istedim. Kitap için teklifte bulundum, onlar da olumlu baktılar. Böylece 2019’da, kitap söyleşisi için, Hasollar’ın yalısında buluştuk ve üçüncü yuvarlak masa söyleşimizi yaptık. Modern Türkiye’nin üç büyük mimarıyla, ana konu olarak, İstanbul’un kentleşme sorununu masaya yatırdık. Bir kaynak kitap oldu, bu üç değerli isim, ne diyor, meselelere nasıl bakıyor… Güzel İstanbulla ilgili ne düşünüyor…

Mehmet Berksan: Doğan Kuban, Doğan Tekeli ve Doğan Hasol’un adları ve meslekleri dışında ortak paydaları neler?

Aynı hocaların öğrencileri, aynı şehrin sakinleri, aynı şehrin mimarları ve aynı ödüllerin sahipleri! Ve aynı zamanda üç entelektüel.

Mehmet Berksan: Kitabı okurken “Üç kişiyle birden söyleşi yapıp kitaplaştırmak, bir kişiyle söyleşi yapmaktan çok daha zor olmalı” diye düşündüm. Yanılıyor muyum?

Sanırım Üç Doğan’ın bir ortak yönünü daha buldum; İstanbul beyefendisi! Çünkü konuşurken birbirlerinin sözünü kesmiyorlardı. Bu da benim işimi oldukça kolaylaştırdı.

Mehmet Berksan: Bu süreçte “3 Doğan”a ilişkin ne gibi anekdotlar biriktirdiniz?

Doğan Tekeli ve Doğan Hasol daha sakin soruları cevaplarken Doğan Kuban, haklı bir öfkeyle ve biraz da umutsuz bir şekilde yaklaşıyordu. Kuban, toplumun düşünme yapısının ve değerler yargısının değişmeden şehrin de değişemeyeceğini, bu nedenle yakın bir tarihte İstanbul adına ya da ülkemizdeki mimari bakış adına olumlu gelişmelerin olamayacağını biliyordu. Ve söyleşimiz boyunca bunu tatlı öfkeli çıkışlarla hissettirdi.

Hasollar’ın yalısında, karşımızda deniz ve İstanbul uzanırken ve onlar konuşurken şunu anladım, Mimar Doğan’lar, sevilebilir, içinde insan gibi yaşanılabilir bir şehrin peşindeler… Zaten o yüzden sordum: Bir şehir nasıl sevilebilir olur?

Mehmet Berksan: Kitapta, adları ve meslekleri aynı olan üç isme aynı soruları sordunuz. Sizce bu üç ismin kitapta değinilen konulara yaklaşımları da benzer mi yoksa birbirlerinden çok farklı düşündükleri konular da var mı?

Elbette konulara yaklaşım yöntemleri farklı. Mesela, Kuban, “İstanbul’u kurtarmak hayal, Suriçi’ni kurtarın. Suriçi 1.440 hektardı, İstanbul 600 bin hektar” diyor.

Doğan Hasol, plan odaklı. Yöneticilerin, buyurgan bir anlayıştan çıkıp uzmanlarla görüş alışverişinde olmaları gerektiğini vurguluyor. Hasol’un yöntemi bir anlamda, paylaşımcı bir anlayışla, uzmanlarla beyin fırtınası yapmak.

Doğan Tekeli ise mimarlığın, müteahhitlere teslim edilmiş olmasından yakınıyor.

Mehmet Berksan: “Üç Doğan”ın isim hikâyesi nedir?

Doğan Kuban, Doğan Tekeli ve Doğan Hasol elbette mesleki ortamlarda sık sık bir araya geliyor ancak “Üç Doğan” deyişi ilk olarak Prof. Mimar Muammer Onat’ın “Yine 3 Doğan’dan biridir” demesiyle ortaya çıkıyor. Muammer Onat, bir gün görevli olduğu Güzel Sanatlar Akademisi’nde Doğan Hasol’la karşılaşıyor. Hasol’a, “Biliyor musun ne oldu geçen gün?” diye sorup, “Akademi’de konferans var dediler, sormadım bile kimin konferansı olduğunu… Nasıl olsa Üç Doğan’dan biridir diye düşündüm… Kuban, Tekeli ya da sen” diyor… Böylece, “Üç Doğan”ın isim babası Muammer Onat oluyor. İlginçtir… İstanbul Serbest Mimarlar Derneği’nin iki yılda bir verilen Mimarlığa Katkı Ödülü’nü 2012’de Doğan Kuban, 2014’te Doğan Hasol, 2016’da da Doğan Tekeli kazanıyor. Bu süreç, üyeler arasında, “Doğanlar bitti, bundan sonraki ödülü kime vereceğiz” şeklinde esprilere kaynak oluyor…

Mehmet Berksan: Şimdi Paris’te yaşıyorsunuz. İki şehir arasında, mimari yaşam olarak ne gibi farklar var?

İstanbul, karşı konulamaz bir çekicilik ve güzellikte… Hem bu şehir seni baştan çıkarıyor hem de sen şehri baştan çıkarabiliyorsun! Ve bu şehrin kuralları yok! Şehri istediğin gibi kullanıyorsun. Bu yüzden şeytan da İstanbul’u çok seviyor! Ve binlerce şeytandan daha şeytan, bu şehri hâlâ yemeye devam ediyor… Halbuki şehrin “kutsal” kuralları olmalı, istediğin gibi kullanamazsın. Paris’te, şehri istediğin gibi kullanamazsın, kontrol mekanizması var, denetim var. Paris’in bir ruhu var ve o ruh çok iyi korunuyor. Şehirlerin özellikle belli bölgelerinin bir ruhu vardır. Mesela, İstanbul’un tarihi yarımadası çok kültürlü bir ruha sahip ve o ruh, çağa uygun olarak tazelenecekse bile öyle bir incelikle yapılmalı ki “değiştirmeden değişim” gibi olmalı…

Paris’te sokakla ilişkin çok güçlü; bu yüzden yürüme şehri de deniyor. Kafelerin terası sokakla, düz ayak şeklinde. Zaten Paris’te kafelerin önündeki alana teras deniyor. İstanbul’da ise sokağa, neredeyse, sadece ulaşım araçlarına binmek için çıkıyoruz, yürümek için düzenlenmiş bir şehir değil, araçların hâkimiyetinde. İstanbul’da “dışarı çıkmak” sözü, aslında dışarıdaki başka bir kapalı mekânda buluşmak oluyor çoğunlukla. Paris’te dışarı çıktığında, dışarıda kalabiliyorsun; sokaklarda yürüyebiliyorsun, kafeler sokakla doğrudan ilişkili, parklarda piknik yapıyorsun…

Paris’te, Sen Nehri, şehirlinin en çok vakit geçirdiği yerlerden biri. Sen Nehri, maksimum şekilde kullanılıyor. Tekne gezileri yapılıyor, köprüler var. Etrafında yürüyüş yapabilirsin, bisiklete binebilirsin, piknik yapabilirsin… Paris, bir nehir yoluyla, suyla iç içe yaşıyor… Bir deniz şehri olan İstanbul’da ise denizle iletişimimiz ise neredeyse yok! Böyle bir planlama gayreti de yok ki asıl vahim olan bu. Üzülerek bir kez de ben söyleyeyim İstanbul insan odaklı bir şehir değil…

Etiketler

Bir yanıt yazın