“Mimar Olarak Oturup Mimarlık Eseri Tasarlayamayız”

Kreatif Mimarlık ortağı Aydan Volkan ile keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

Aslı Uzunkaya: Öncelikle kısaca Kreatif Mimarlık’tan bahseder misiniz? Ofisinizin kuruluş öyküsü nedir? Şu an kaç kişiyle çalışıyorsunuz? Nasıl bir organizasyon şeması var?

Aydan Volkan: Kreatif Mimarlık 1996’da kuruldu. İki mimar, bir inşaat mühendisi olmak üzere üç kurucu ortağız. Mühendis olan ortağımız ofisin tasarım dışındaki tüm arka plandaki işlerini toparlıyor. Şu anda 30 kişilik bir ekiple çalışıyoruz. Bir süre önce 60 kişiden oluşan bir ekibimiz vardı. Ancak ofiste çalışan sayısının artmasının bir süre sonra, tasarım, teknik ve maddi anlamda da tercih etmediğimiz bir sistem haline geldiğini fark ettik bu yüzden bilinçli olarak küçülmeyi tercih ettik. Bu tercihimizi genelleyemiyoruz ama proje üretim şeklimize bakınca, her projeyi kendi bağlamında özel kılan, tasarım odaklı ve projenin her aşamasına hakim bir çalışma içinde olduğumuzda daha mutlu olduğumuzu söyleyebilirim.

Proje yöneticisi arkadaşlarımız ve onların oluşturdukları alt gruplar var. Bizde her grubun bir projesi vardır; hep beraber masaya oturur ve hep beraber tasarım sürecini yürütürüz. İster yeni mezun ister deneyimli mimar olsun herkesin tasarım sürecine katkıda bulunmasını talep ediyoruz.

Proje üretim tercihimizi soruyorsanız, vaziyet planı ölçeğinden süpürgelik detayına kadar tasarım işini yüklendiğimiz projeler yapmayı gönülden istiyoruz. Ama bu her zaman mümkün olamıyor. Kimi zaman sadece bir yapının mimarisi, kimi zaman ise var olan bir yapının dönüşümü ve iç mekan tasarım işleri geliyor. Bizim için mimarlık bir bütün, dolayısı ile yapının kendisi ya da iç mekanı diye bir ayrımı doğru bulmuyoruz.

AU: Çalışma prensipleriniz neler? Bir projeyi ele alışınız nasıl oluyor? Tasarım süreci nasıl işliyor?

AV: Proje konusu önümüze geldiğinde, o projenin çevresindeki coğrafi, kentsel ve sosyolojik koşullarını anlamaya çalışıyoruz. Proje mahalle ya da bölge ölçeğindeyse kente bakıyor, tasarlayacağımız projenin bölge ya da mahalleye ne katacağıyla ilgili düşünsel kararlar almak istiyoruz. Benim eğitim aldığım yıllarda bizim fakültede, istisnaları ayrı tutarak söyleyebilirim ki, bu sorgulamalar yapılmadan, hemen ele kağıt kalem alınıp yapının tasarım sürecine başlanılması istenirdi. Daha etrafında ne olduğunu bilmeden bir yapı tasarlardık ve genelde o yapılar sanki o coğrafya için değil de dünyanın herhangi bir yeri için tasarlanmış olurdu. Böyle olmaması için tasarıma başlarken arkadaşlara diyoruz ki, “İlk önce bir geriye yaslanın, derin nefes alın, çevrenizde ne oluyor bakın. Yapı ve yakın çevresine dair düşüncelerimiz oluşsun, akabinde tasarım sürecine başlarız.”

AU: Farklı olmak adına bulunduğu yerle ilgisi olmayan projeler de yapılıyor.

AV: Yapılar ya da yapı kompleksleri birbirine benzemek zorunda değildir. Yapılar da insanlar gibidir. Onların da kendi kişiliği, duruşu, kostümü, kendi iç dünyası, kendi davranışları vardır. Bütün projelerimize böyle bakıyoruz. Ben proje üretiminin ilk safhasında ortaya çıkan mimarlık ürününün, yapı hayata geçip vücut bulunca, kullanıcısıyla ve yakın çevresiyle birlikte kendini eser edeceğine inananlardanım.

Çünkü biz mimar olarak oturup mimarlık eseri tasarlayamayız. Biz, insanın kullanımına yönelik iyi bir mimarlık ürünü tasarlarız. O ürün zaman içinde kendini mimari eser olarak var eder.

AU: Ağırlıklı olarak ofis, konut projeleri üzerinde çalışıyorsunuz. Bu tercih ettiğiniz bir durum mu?

AV: Aslında biz fazla konut projesi yapmıyoruz. Hatta yıllar önce çoklu konut proje furyası başladığı zaman, şöyle bir şey söylemiştim, “İyi ki çoklu konut projesi yapmıyoruz.” Çünkü o günden bugüne hatta belki yarınlar da çoklu konut projeleri kendi içlerinde mimari olarak tutarlı olsalar da kentin geleceğini ön görmeyen rant esaslı büyüklüklerde işler oldular ve olacaklar. Biz de o zamanlar tekil konut / apartman projeleri yapıyorduk ve bu durumdan çok memnunduk. Ama, son üç yıl içinde bu tip projeler bize de geldi.

Sorunuza dönecek olursak, “şu konuda ağırlıklı olarak çalışıyoruz” diyemem. Selim ile benim yıllar önce tercih ettiğimiz bir durum var, “koşulsuz sevdiğimiz işi doğru bulduğumuz şekilde yapmak.” İşveren ya da herhangi bir sebeple kendimizi kahrettiğimiz, keşke şunu yapmasaydık dediğimiz iş sayısı 20 yıl içinde bir veya iki tanedir.

Zaten iyi bir mimarlık ürünü de sadece mimarla ortaya çıkmıyor. Sürecin diğer muhatapları ile birlikte bir masa etrafında hep birlikte yapılacak ortak çalışma o kadar önemli ki. Çok iyi bir proje yaparsınız, işvereniniz ya da onu uygulayacak yüklenici projenizi anlamadıysa kağıt üzerindeki iyi bir ürün hayata geçtikten sonra sizi çok mutsuz edebilir. O yüzden mimarlık okuması ya da yorumlaması yapılırken tüm bu etkenleri dikkate almalıyız.

Son yıllarda üzerinde çalıştığımız ofis, konut, otel, hastane ve eğitim yapıları projeleri var.

Bunlar içinde beni en çok heyecanlandıranlar kamusal alan projeleri olarak gördüğüm, eğitim ve hastane yapıları. Şu an Piri Reis Üniversitesi Ana Kampüsü, Koç Üniversitesi Tıp Fakültesi-Hastanesi ile LÖSEV Onkoloji Hastanesi, Okul ve Konaklama Kompleksi projelerimizin inşaatları devam ediyor. Piri Reis Üniversitesi benim hem gönülden bağlandığım hem de çok zorlandığım bir proje oldu. Bugün hala Türkiye’de brüt beton yapı üretiminin ne kadar zor hatta imkanlı olmadığını yaşıyoruz. Kompleksin kaba inşaat işleri bitti. Ekim 2013’de kampüs hizmet vermeye başlayacak.

Bugün üretilen ofis ve konut projelerinde ise satılabilir ya da kiralanabilir alan oranı üzerinden bir mimari okuma yapılıyor ve genelde bu tip projeler birbirine benzemeye başladı. Bu benzerlik durumu özellikle ofis projelerinde kendini daha bariz gösteriyor.

Bir davetli yarışma projesinde bilinenin aksine yeni ofis planlamasında “neler yapılabilir”i denedik ve işverenin satış/kiralama danışmanından olumsuz görüş aldık. Aynı projeyi Avrupa kökenli bir araştırma fonuna sunduğumuzda Avrupa’da birçok ülkede bizim önerdiğimiz formatta ofislere talep olduğunu ifade ettiler.


Koç Üniversitesi Tıp Fakültesi-Hastanesi

AU: Piri Reis Üniversitesi açıldığında biz de Arkiv Buluşmaları düzenleyerek gezmek isteriz.

AV: 2014 baharında sizleri keyifle ağırlarız. Tuzla’da bir Denizcilik Üniversitesi. Diğer üniversitelerin konseptinden farklı. Piri Reis Üniversitesi’ndeki hukuk, ekonomi ya da mühendislik eğitimlerinin hepsi denizcilik ekseninde.

AU: Davetli yarışmalar sonucu gerçekleştirdiğiniz projeler yoğunlukta. Davetli yarışma projelerini nasıl bir iş alma yöntemi olarak görüyorsunuz? Bu konu ile ilgili neler söyleyebilirsiniz?

AV: Ankara’da arkadaşlarla bir projeden bahsediyorduk. Nasıl başladığını sordular. Davetli yarışmayla olduğunu söyledim. “Davetli yarışma diye bir şey yoktur çünkü ortada bir jüri yoktur. İşveren davet eder, siz de öneri tekliflerinizi verirsiniz ve sonra işveren karar verir” dediler. Kafama takıldı ve üzerine düşündüm. Bu durumdaki yarışma hali, bizimle birlikte öneri proje verenler ile bizim yarıştığımız bir durum. Benim için o bir yarışma, bir başkası için öneri teklifi olabilir. Belki de mimarlık camiası olarak bu kavramlar üzerinde tartışmamız gerekli. Davetli yarışmayla iş alma yöntemi bence kötü bir yöntem değil. Ama işverenin buradaki bakış açısını yönlendirmemiz gerekiyor. Herhangi bir proje işini işveren yarışma ile değil de sizi tercih ederek vermiş olsa; mimarlık ofisinden konsept, uygulama projeleri ve mesleki kontrolörlük olarak üç etaplı bir hizmet alacak.

Davetli yarışma süreçlerinde iki noktayı eleştiriyoruz;
birincisi, önerileri hazırlamak için çok kısa süreler vermeleri ki biz mümkün olduğunda süreci uzatmaya çalışıyoruz. İkincisi ise, yarışma sonucunda elde ettikleri proje ile hemen uygulama proje çalışmalarına geçebileceklerini düşünmeleri.

Halbuki öyle bir şey yok. Yarışma sürecinde yarışmayı açan isteklerini iletiyor ve biz de bu doğrultuda bir öneri proje hazırlıyoruz. Kendimizi ifade ediyoruz ve işi alıyoruz ya da alamıyoruz. Ama o ana kadar işverenle beraber hiç masaya oturmamışız, esasen yarışma sonlandığında işveren ve seçilen mimari ekip için proje süreci yeni başlıyor. Davetli yarışmalarda, işverenlerin şunu anlaması gerekli; yarışma ile proje seçmiyorlar kendi değerlendirme ölçülerine göre çalışacakları mimarlık ekibini ve ekibin tasarım anlayışını seçiyorlar.

AU: Aslında bu durum sadece tanıdığı kişilerle çalışmaktan ziyade, ekibi, tasarım tarzını ve çalışma şeklini öğrenip, seçenekleri biraz çoğaltmak gibi mi?

AV: Kesinlikle. Yanlış anlaşılsın istemem ama mesleki deneyim özelinde denklik gösteren grupları çağırmaları gerekiyor. Bazen onu karışık bir düzende yapabiliyorlar. Biliyorsunuz öneri projelerimizle birlikte seçim sonrası hizmetlerimiz için de bir teklif istiyorlar. Benzer deneyimde ve büyüklükte ofisleri seçmedikleri zaman sonuç gidip hizmet bedelinde takılıp kalıyor. Bizim bu aşamada, “Kusura bakmayın, teklifiniz pahalı, sizi seçemiyoruz” dedikleri projemiz olmuştur.

AU: Güncel projelerinizden biraz bahseder misiniz? İstanbul Finans Merkezi Tao Kule, Mapfre Genel Sigorta, Ormanada vs… ne aşamadalar?

AV: Güncel projelerimize baktığımızda beni tanıyanlar bilir; Aydan Volkan için en önemli proje Piri Reis Üniversitesi’dir. Tasarımıyla brütal bir yapı. Denizcilik Üniversitesi olduğu için biraz tersanelerdeki, gemilerdeki gibi sadece fonksiyon sebebiyle yapılmış kadar da rafine. Yapı kendini en çıplak haliyle, bütün hatalarıyla ve güzellikleriyle birlikte gösterecek. Proje için işverenlerle ilk bir araya geldiğimizde, işverenler Antalya’daki o tuhaf oteller gibi gemi formunda bir bina istemişlerdi. Birebir böyle bir şey yapmanın doğru olmadığını, imgesel anlamda çok yanlış olduğunu anlattım. Bir gemi gemidir, bir eğitim tesisi eğitim tesisidir. Biri deniz üstündedir, birinin ayakları toprağa basar. Böyle bir aldatmacanın doğru olmadığını ama gemi ya da tersanelerin hafızlarını bu kampüse başka yöntemler ile aktarabileceğimizi söyledim. “Gemilerde ve tersanelerde hiçbir şey saklanmaz, tüm detaylar, fonksiyon ve kullanım gereği görünür. Gelin kampüsümüzdeki yapıları da böyle kurgulayalım. Gemilerde döşemeler ahşaptır, dış mekan sert zeminlerimiz de ahşap kullanalım; gemilerin ana strüktürü ve gövde kaplaması korten çeliğinden yapılır cephelerdeki güneşliklerimizi kortenden yapalım” dedim, ikna oldular ve işverenle ortak paydada buluştuğumuz bir proje oldu.


Piri Reis Üniversitesi


Piri Reis Üniversitesi

Finans Merkezindeki projemizse şu an tamamen değişiyor. Biz bundan önce Emlak Konut’un görevlendirmesiyle Tabanlıoğlu, Tago, UrasxDilekçi, DB Mimarlık ile birlikte İFM master planını çalıştık. O zaman parsellerin mülkiyetindeki konum ve alan büyüklüklerini değiştirmeden bir çalışma istemişlerdi. Masterplan üzerinde çalışırken TAO Gayrimenkul’un yarışma daveti geldi ve bizim projemiz seçilerek bir sonraki süreçte uygulamaya değer görüldü. Master plan ön çalışmaları bittiğinde Emlak Konut’a teslim ettik ve devletin kurumları ile parsel sahiplerine sunduk. Bir yandan da TAO Gayrimenkul’un projesini yürütüyorduk. O dönemde TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar, Şehircilik ve Çevre Bakan’ı oldu ve bizi Ankara’ya davet etti. Masterplan ön çalışmamızı kendisine sunduk. Bir yıl boyunca bu çalışmayı bilabedel yapmış olmamızı hayretle karşılayıp bizimle topluca fotoğraf çektirdikten kısa bir süre sonra Finans Merkezi’nin master planını Gengsler Grubu’yla çalışmaya başlayıp HOK ile sonlandırdılar. Bir master planın ötesine geçen bir planla karşımıza geldiler. Yapımızın taban alanının, yüksekliğinin, kütle boyutlarının nasıl olacağına kadar herşey tariflenmiş. Tabi zor bir durum ama ben mimarlıkta problem çözmeyi severim. Bazen köşelerimize sıkıştırılmaktan çıkacak enerjilerden çok iyi sonuçlar alınabileceğini düşünürüm.

Mapfre Genel Sigorta bu sene WAF’ta finale kalan bir projemiz. Bugünkü birbirini tekrar eden kat planları ile oluşan ofis planlamalarından çok farklı bir çalışma yaptık. Mapfre Kampüs diye adlandırdığımız proje çalışmasında, yapının içindeki çalışma ortamının sınırlarını geçirgen kurgulayarak dış mekan ile entegre duruma getirdik. “Ofis hastalığı” denilen birbirine benzeyen mekanlarda tüm mekanik koşullar sağlansa bile doğramaların açılamadığı dış mekandan izole olma halinden doğmuş bir hastalığa dikkat kesilerek bu projede ne yapmamamız gerektiğini sıralayarak tasarıma başladık. Çok ilginç bir süreçti. Fakat Mapfre İspanyol kökenli bir vakıf şirketi. İspanya’daki ekonomik kriz sebebiyle araziyi satışa çıkardılar. Arazinin yeni mülkiyeti bizim bir başka işverenimize geçti. Yeni dönemde aynı araziye ikinci defa yeni bir proje tasarlayacağız. İlginç bir deneyim olacak.


Mapfre Genel Sigorta / detaylı bilgi

Ormanada bir kapalı konut yerleşkesi. Kentte yaşamayı tercih eden biri olarak, benim yaşam tarzıma çok uygun değil ama bugün Ormanada’daki konut satışlarına baktığım zaman çok tercih edildiğini görüyorum. Kent yaşantısından farklı, kendilerini kırsalda hissettikleri ve aynı zamanda kente yakın olmak isteyenlerin tercih ettiği yaşam şekline iyi cevap veriyor. Ama dediğim gibi ben bugün orada yaşar mıyım bilemem, daha çok kentte yüksek devinimde yaşamayı seven bir insanım.

AU: Kapalı konut sitelerinin içlerinin doldurulmuş olduğunu düşünüyorum. Proje olarak söylemiyorum tabii kavram olarak, vaadettiği şeyleri aslında sunmuyormuş gibime geliyor.

AV: Aslında o kadar da sunmuyor değil, bunu Ormanada sürecinde gördüm. Eczacıbaşı GYO projenin başında bizden beklentilerini ve nasıl bir hayat vermek istediklerini çok iyi açıkladılar. Bugün bakıyorum, o tarif ettikleri durum gerçekleşiyor. Tercih edenlerin tahayyül ettikleri durum birebir hayata geçiyor. Tekil konut yaptığım işverenlerime hep şunu söylerim. “Ben size ev tasarlamıyorum size içinde kendi özgün yaşamınızı iyi kurgulayacağınız yapı/ mekan tasarlıyorum”. Çünkü ben mimarın ev yapabileceğine hiç inanmıyorum. Mimar iyi bir mekan/yapı yapar, onu ev yapan içinde yaşayan insanlardır. Eczacıbaşı yatırımcı, biz de mimar olarak ne kadar bu durumu iyi kurgulamış olsak da, bence oradaki 220 konutta yaşayacak olanlar Ormanada’yı Ormanada yapacaklar. Kendi yaşantılarını oraya aktarabildikleri sürece bunu yapabilecekler çünkü bir sınır içerisinde beraber yaşamayı tercih ediyorlar. Bu ortak yaşamı birlikte geliştirebilirler, iyi yönde de gidebilir, dediğiniz gibi çok olumsuz ve sevimsiz bir boyut da kazanabilir. Herkes kendi öznel sınırları içinde yaşayacaksa sadece güvenlik için bu yapılaşmaya ne gerek var? Umarım Ormanada’yı ya da benzeri projeleri tercih edenler hayatı beraber kurgularlar. O yaşantıya bir katkıda bulunamadıklarında bahçelerinde, parklarında hiç kimsenin gezmediği, kimsenin sokakta birbirine günaydın demediği siteler içinde yaşayabilirler.

AU: Kreatif Mimarlık olarak pek çok uluslararası ödül aldınız. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Ayrıca Türkiye’deki mimarlık ortamı sizce dünyayı yakalıyor mu?

AV: Ödüllerin uluslararası ya da ulusal olmasından ziyade niçin verildiği, gereksinimi yıllar içinde çok düşündüğüm şeyler. Ödül bir ofisi ve kişiyi motive eder, etmemesine imkan yok. Ama ödül sarhoşluklarına da çok dikkat etmek gerekiyor. Yıllarca gayrimenkul yarışmalarına proje göndermemek için direndik. Sadece bir kez işverenin talebi ile katıldık ve bir daha da işverenden yoğun bir talep olmadığı sürece katılmayı düşünmüyoruz. Gayrimenkul yarışmalarının suni, şişirilmiş durumlar olduğunu düşünüyorum, benim için hiçbir gerçekliği yok. Ormanada ile European Properties’de iki,üç ödül aldık. Ödül töreninde proje değerlendirme kriterlerini öğrendiğimde mimarlık adına çok fazla bir şey bulamadım. Yıllar önce Sahra Apartmanı projemiz vardı. Çok gençtik, 3-4 yıllık bir ofistik ve o projemiz Ağa Han Mimarlık Ödülleri’ne nomine edilmişti. Ödül alamadık ama İsviçre’de nükleer savaşa dayanıklı Ağa Han Vakfı’nın arşivinin içinde o projenin bulunması, geleceğe bir imza bırakmış olmak, güncel bu kadar tüketilen ödül enflasyonundan daha kıymetli benim için.

Dünyada güzel ve doğru yapılan mimarlığı yakalama konusuna gelirsek, bir ülkenin mimarlığı o ülkenin birçok bileşeniyle birlikte gelişiyor. İşverenlerin kültürü, mimarların kültürü ve eğitimi, toplumun sosyoekonomik yapısı, güncel siyasi durum… Herhangi bir ülkeden güzel ve doğru mimarlık tek başına çıkmıyor. Tek başına iyi bir yapı yapılmıyor, tek başına iyi mimar olunmuyor. Türkiye her anlamda dünyanın neresinde duruyor? Türkiye’nin dünyada durduğu yerle mimarlığının durduğu yer paralellik gösteriyor. Eğer bir gelişimden söz edilecek ise bu durum sadece ekonomi ile açıklanamaz. Başarılı mimarlık ürünlerinin sayısı üzerinden niceliksel bir değerlendirme yapılabilir yoksa güncel siyasi ve ekonomik söylemler üzerinden proje sayısının çokluğu ile mimarlığımızın geliştiğini iddia edemeyiz.

Bugün mimarlık görünür ve albenisi yüksek ürünler üzerinden konuşuluyor. Görünür olma hali bir süre sonra, mimarlık ürünü mü mimar mı görünür olmalıya kadar gidiyor. Halbuki bazı yapılar dingin halleri ile tüm öğretilerin doğru uygulandığı ve yakın çevresiyle iyi ilişki kurarak tam da mimarlık bu olmalı dedirtiyor. Görünürlük meselesi de bizi altın kafesin içinde tutuyor. Görünür olmayan kafesin dışındaki konularla, düşüncelerle, mekanlarla, coğrafyalarla ilgilendiğimizde ortaya çıkan iyi mimarlık ürünlerimiz var ancak sayılarını arttırabilmek için Türkiye’deki mimarlar olarak altın kafesin dışına çıkmayı daha fazla göze almalıyız. O zaman başka dünyaları yakalamak zorunda kalmadan daha çok nitelikli mimarlık ürünleri ile var olacağız.

AU: Türkiye’deki güncel gelişmeler içinde mimarlığın nasıl algılandığını düşünüyorsunuz? Mimarlık ya da mimarlar kentlerdeki dönüşüm projeleri ile ne kadar ilgilenebiliyor? Kısaca fikirlerinizi alabilir miyim?

AV: Geçen gün bir arkadaşımın medya danışmanıyla konuşuyorduk. “O kadar güzel projeler yapıyorlar ki basında yer almasında hiç zorlanmıyoruz.” dedi. Ama bence önemli olan şu: Türkiye’de mimarlık bir gündem oluşturuyor mu? Siz mimarlıkla ilgili yazılı veya dijital basında bir haber yayınladığınız zaman Türkiye’de kim bununla ne kadar ilgileniyor ya da ne kadar gündemi etkiliyor? Türkiye’de de özellikle İstanbul başta olmak üzere, tüm kentlerde büyük kentsel dönüşüm hareketleri var. Mimarlar olarak bu dönüşüm hareketlerinin neresindeyiz? Bence olayın sadece şikayet eden tarafındayız. Şikayet etmeyi yanlış bulmuyorum, etmeliyiz de ama sadece bu kadarını yapabiliyoruz. Görüşlerimizi bildiriyoruz ama ondan sonrasında bir adım gidemiyoruz. Başbakan’dan Cumartesi Toplantıları’ndan bir tanesini mimarlığa ayırması ile ilgili her fırsat bulduğumda basın yoluyla talebimi yineliyorum. Sanatçı edebiyatçı ve düşünürler ile toplantı yaptı ama hala mimarlarla yapmadı. Biz mimarlar kentlerin kaderini, yaşantısını ve görüntüsünü olumlu yönde değiştirebiliriz. Büyük söz hakkımız olduğunu düşünüyorum.

Kentlerimiz bugün hafıza ve yaşanmışlıklarını yok sayan, entelektüel kaygı gütmeyen, görgü ve deneyim eksiklikleri ile salt ekonomiye lokomotif olacak bir inşa hareketini yaşıyor.

Taksim Gezi Parkı’yla ilgili projenin durdurulma kararı beni çok memnun etti. Taksim Platformu ve benim de içinde olduğum Derdimizİstanbul grubu gibi birçok sivil toplum örgütü Taksim’de yapılanlara tepki gösterdi. Umarım siyasi irade bizlerin verdiği bu tepkileri sadece -karşı olmak- olarak algılamaz. Bu bir karşıtlık durumu değil. Derdimizİstanbul grubu olarak hep şunu anlatmaya çalıştık: Biz salt karşı değiliz, anlamaya çalışıyoruz. “Birtakım problemler var ve gelin beraber konuşarak çözmeye çalışalım” diyoruz. Sivil toplumu işin içine katmadan, kent ölçeğinde bu tip hareketleri “Karar verdim ve yapıyorum” şeklinde dikte ederek yapamazsınız ya da yapmamalısınız.

Zaman içinde İstanbul bu tip uygulamalardan çok zarar gördü. Örneğin Aksaray’da Vatan Caddesi ya da Tarlabaşı Bulvarı’nın açılması tek sesli irade kararlarıdır. Kentte ve o bölgede yaşayanların fikri alınmadı ve bugün Tarlabaşı’nın büyük bir suç mahalli haline geldiğini söylüyorlar. Bunları söyleyenler Tarlabaşı’nın ne zaman bu hale geldiğini düşünmüyor ya da dile getirmek istemiyorlar. Tarlabaşı Bulvarı açıldıktan sonra bu mahalle suç mahalli haline gelmiştir. Beyoğlu gibi hafızası ve yaşanmışlığı olan bir bölgeyi merkezinden tek bir hamleyle ikiye bölerseniz, bir taraf hafızasını kaybedecek ve eksik kalacaktır.

Tam da bu noktada yeni tek sesli siyasi irade geçmişte yapılan hataları örtme çabası ile Tarlabaşı bölgesini kültürel ve sosyolojik veriler ile değil ekonomik rant verileri ile ele aldı. Bölgeyi otel ve yeni lüks konut projeleri ile elitleştirme sürecine soktu. Umarım Taksim’de bugün yapılmaya çalışılan büyük hatadan dönülür. Çünkü İstanbul için hatta Türkiye için hem fiziki açıdan hem de geçmişin hafızasını bugünlere taşıması bakımından önemli bir kamusal mekan.

AU: Türkiye’deki güncel mimarlık ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz, kısaca fikirlerinizi alabilir miyim?

AV: Türkiye’de bugün geçmiş ile kıyaslandığında çok daha fazla mimarlık üretimi var. Çok fazla çalışıyor, çok üretiyoruz. Bazen bu hızlı üretim beni rahatsız ediyor, tasarım kalitesinden taviz vermemek içinde koşturmacada olma halini kişisel olarak sevmiyorum. Ben biraz daha rafine, yavaş ve sindire sindire tasarım yapmayı severim. Ama Türkiye’de genel olarak böyle bir şey yok. Her şeyin dün bitmesi gerekiyordu ve her şey çok hızlı isteniyor. Proje üretimi de, inşaatı da bir o kadar hızlı. Ama an içinde bir yandan işimiz olduğu için olumlayacağımız, bir yandan süreçlerin çok hızlı olması sebebiyle olumsuzlayacağımız iki farklı ruh halini bir arada yaşıyoruz.

Bu görüşlerim mimarlığın üretim kısmı içindi. Mimarlığın düşünsel kısmında yeterince gelişemiyoruz diye düşünüyorum. Mimarlık hakkında çok az yazılıyor. Akademisyenlerin yaptığı akademik çalışmalardan bahsetmiyorum, onların dışındaki mimarlığın düşünsel boyutundan bahsediyorum. Mimarlık felsefesi ya da mimarlığın felsefe ile olan ilişkisi üzerine az yazıyoruz. Mimarlık dergilerine ya da Arkitera’ya bakıyorum, her ne kadar köşe yazıları olsa da, genelinde proje tanıtım ya da yorumları yapılıyor. Ama ben “Mimarlık dünyası olarak proje üretimleri dışında ne düşünüyoruz?”u bilmek isterdim. Mimarlık üretimini yapan bizlerin sadece yapılarını anlatmaktan ziyade düşüncelerini paylaşmaları gerektiğine inanıyorum.

Haftasonu Kalebodur’la Mimarlar Konuşuyor programı kapsamında Kapadokya’daydık ve farklı disiplinlerden katılımcılar ile Cami mimarisi üzerine konuşuldu. Mimarlığın başka disiplinlerle birarada yaptığı mimarlık üzerine konuşmaların ortamımıza çok daha faydalı olacağını düşünüyorum. Çünkü mimar-mimara konuştuğumuz da kendi meslek dilinde konuşuyoruz ve bu konuşma sadece mimarlık ortamının anlayabileceği bir dil oluyor. Bence mimarlık ortamı sadece mimarlardan oluşmamalı. Mimarlık bir kültür ve onu üreten bir meslek grubunun elinde kalmamalı. Onu kullanan, düşünen, hayatının pratiği içine alan herkesi ilgilendirir. Çok içine kapalı bir grubuz. Çıkan haberleri sadece kendi dünyamızda konuşup, bunun toplum için çok büyük bir ses getireceğini düşünüyoruz. Halbuki onu toplumla paylaşsak, çok daha kalıcı olabilir. Gazetede bir mimarlık haberi çıktığında, insanlar dursun, okusun ve üzerine düşünsün isterim.

AU: Bizde de tasarıma kullanıcı katılımı hakkında çalışmalar var ama daha çok makalelerde kalıyor sanırım.

AV: Biz bu kullanıcı katılımını Piri Reis Üniversitesi’nde sertifika alma sürecinde yaptık. Projenin ilk aşamasında tasarıma başlamadan önce öğrencilere, öğretim görevlilerine, lokal belediyeye ve kampüsün yakınındaki komşulara projenin kapsamını anlattık, mükerrer toplantılar yaptık, anket formları ile kapı kapı dolaşıldı, taleplerini aldık ve neleri isteyip istemediklerini sorduk ve sonuç olarak projemize bariz katkıları oldu. Biraz zorunlu bir çalışma oldu, birileri bize sertifika almamız için yapmanız gerekli dediği için yapıldı. Ama bu çalışmayı çok kıymetli buldum ve bundan sonraki proje çalışmalarımızda da aynı yöntemi kullanmayı çok isterim.

AU: Son olarak Türkiye’ deki mimarlık eğitimi hakkında düşüncelerinizi alabilir miyim?

AV: Mimarlık eğitimi ile ilgili sürekli hatta bugünlerde ivedilikle konuşulması gerekli. Her yıl okullardan yaklaşık 700-800 mimar mezun oluyor. İstanbul’da yaklaşık 30.000 mimar var. Türkiye’nin bu kadar mimara ihtiyacı var mı? Soruyu başka türlü sormak daha doğru olur belki de: bu kadar tek tip eğitimden gelen mimara ihtiyaç var mı? Yıllar önce Türkiye de 39 adet mimarlık fakültesi olduğu sırada bir toplantıda en kısa sürede 20 adedinin kapatılması gerektiğini söylediğimde tepki almıştım. Güncel mimarlık fakültesi sayısı benim takip edebildiğim kadarı ile 82 adet. Bugün hala aynı tezimi savunabilirim. Mimarlığın çok fazla katmanı var. Herkes tasarımcı mimar olmak zorunda değil. Birileri konsept tasarımında çok iyidir, birileri düşünsel ya da akademik ortamda, kimi uygulama projesinde, kimileri de şantiyede çok iyidir. Mezun olduktan sonra çok mutsuz olan arkadaşlarımız var, çünkü hepimiz okullarda salt tasarım yapmak üzerine yetiştirildik. Eğitimin süresi ile birlikte tek tip mimar yetiştirme yönteminin değiştirilmesi ve mimarlığın pratiğindeki çok katmanlı üretim hayatının eğitim ortamına taşınması gerektiğini düşünüyorum.

Etiketler

Bir yanıt yazın