Orhan Pamuk'un geçtiğimiz Ağustos ayı sonunda piyasaya çıkan "Masumiyet Müzesi" adlı kitabı, yazarın uzun zamandır beklenen ve merak uyandıran bir eseri olmanın yanı sıra, Pamuk'un henüz kitabına başlamadan görüştüğü Prof.Dr. İhsan Bilgin'n romana adını veren müzenin dönüşüm projesini tasarlamasıyla mimarlık camiasının da dikkatini çekti. Bir romanda kurgulanan mekanın dünyada gerçekleştirilen ilk örneği olan Masumiyet Müzesi'ni, mimarı İhsan Bilgin ile konuştuk.
Burcu Karabaş: Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi romanında bahsedilen ve kitabın sonundaki haritada işaretlenen Çukurcuma’daki ev gerçekten var mı ve müzeye dönüştürüldü mü?
İhsan Bilgin: Roman kahramanı Füsun’un ailesi ve kocasıyla birlikte yaşantısının ince ince tasvir edildiği apartman Çukurcuma Caddesi üzerindeki 24 no’lu Brukner Apartmanı. Bina, caddenin Dalgıç Çıkmazı ile kesiştiği köşede bulunuyor. Kitabın ortalarından itibaren anlatının odağına yerleşen bina 1999 yılında Orhan Pamuk tarafından bu romanın nesnesi yapılmak üzere satın alındı. Kemal’in, kitabın ikinci yarısı boyunca Füsun ve ailesiyle vakit geçirdiği ortam burası. Anlatısını bu apartmanın mekân düzenine göre, bu binada geçecek şekilde kurguladı. Sonra da, yine tıpkı romanın devamında anlatıldığı gibi, hazırladığımız mimari projelerle müzeye dönüştürüldü; apartmandan müzeye dönüşme sürecinde Kemal (adına Orhan Pamuk!) dünyadaki müzeleri görmek, ilham almak için seyahatler yaptı. Şu anda inşaatı tamamlanmış durumda. Açılmak için sergilenecek nesnelerin toplanmasını ve sergilemeye ilişkin ince işlerin tamamlanmasını bekliyor…
BK: Nasıl başladı çalışma ve program nasıl tarif edildi?
İB: 1999 yılının Ekim ayında Orhan büroma geldi. Kar’dan sonra yazmayı planladığı romanın, Masumiyet Müzesi’nin hikayesini anlattı. Saplantılı bir aşk hikayesi olacaktı bu. Gerçek zaman ve mekânda geçecek, sahnesi İstanbul, ağırlıkla da Teşvikiye ve Çukurcuma olacak, 1970’lerin ortasında başlayıp 2000’lerde bitecekti. Kemal ve Füsun kısa süren tutkulu bir ilişki yaşadıktan sonra ayrı düşecekler ve sonra roman boyunca Kemal Füsun’u saplantılı bir biçimde yeniden kazanmaya çalışacaktı. Saplantısı Füsun ile sınırlı kalmayacak, onunla doğrudan veya dolaylı gördüğü nesnelere de sirayet edecekti. İlişkinin bir yandan iyice rutinleşmiş biçimde sürmesi, öte yandan bir türlü özlenen aşka dönüşememesi nesne saplantısını pekiştirecek ve patalojikleştirecekti. Birlikte geçirdikleri zamanları hatırlatacak her türlü nesneyi almaya (“çalmaya”) başlayacak, Füsun’u tamamen kaybettikten sonra da bunlardan bir müze yaparak saplantısını maddeleştirecekti…
Henüz yazılmamış hikayenin o gün için anlatılabilecek tüm ayrıntılarını birkaç saatte anlatıp bitirdikten sonra, bu müzeyi gerçekten yapmak istediğini söyledi. Çukurcuma Caddesinde bu müzeyi yapmak üzere aldığı apartmana götürdü beni. 60 m2 taban alanı üzerine oturan, 3 katlı, 3 cepheli küçük bir 20.yy başı apartmanı idi.
BK: Apartmanı gördüğünüzde ilk düşünceleriniz nelerdi?
İB: Doğrusu bir mimar olarak karşılaşacağımı hiç düşünmediğim bir problemle yüz yüze gelmiştim. Çünkü mimarlık pratiği gerçek mekânlar üzerinde işlem yapar. Hayali mekân üzerinde işlem yaptığında da, ya ütopyalarda olduğu gibi gerçekleşmemiş bir imkânı, bir ideali temsili düzlemde maddeleştirmeyi hedefler, zorlanabilecek sınırlara işaret eder, ya da distopyalarda olduğu gibi bir endişeyi, tehlikeyi ifade eder. Kuşkusuz ütopyanın ve karşıtı distopyanın ötesinde tutumlarla, mesela sinizm vurgusuyla da mekân temsilleri yapılabilir. Mimarlığın gerçeklikle ilişkisini ne kadar zorlarsak zorlayayım, Orhan’ın önüme koyduğu problemin benzerini bulmak güç oluyordu: tanımı gereği hayali olan edebi bir üründe tasvir edilen mekân gerçekliğe taşınacaktı…
Sadece mimarlık açısından değil, edebiyat açısından da karşılaşılmasına alışık olunmayan bir durum söz konusuydu. Edebi anlatılar hayali mekânlarda geçebildikleri gibi, gerçek mekânlara referansla da kurgulanabiliyorlardı. Bir romanın tamamen hayali, yani yazarının zihninde şekillenmiş bir ortam tasviri yapmasına alışığız. Romanların –tıpkı Orhan Pamuk’un sık sık Teşvikiye için yaptığı gibi- gerçek bir yeri kullandığına da çok şahit olduk. Üstelik gerçek ile hayali arasındaki ilişkiyi istediği ağırlıkta temsil edebilir, yeri hem kullanır hem de kurgusuna göre eğip-büker vs. Bu roman da hayali bir apartmanda, hayali bir yüzyıl dönümü Beyoğlu apartmanında, hatta düpedüz Brukner Apartmanı’nın kendisinde geçebilirdi. Bu örnekte bütün bildiğimiz edebi formları alt-üst eden şey, romanın bizzat mekânın kendisine müdahale edecek olması idi: Hayali bir edebi ortamda öyle yazılmış olduğu için bir apartman dönüşecek, ev olmaktan çıkıp müze haline gelecekti…
Bu ters-yüz olma durumu edebiyat ve mimarlığın yanı sıra müzecilik pratiği açısından da geçerliydi. Bambaşka dünyalara işaret eden ulusal müzeleri ve büyük müessese müzelerini bir yana bırakıp özel müzeleri düşünürsek, bunların ya özel koleksiyonlarla ya da özel kişiliklerle ilgili olduğunu görürüz. Yani ortada ya onu toplayandan, toplayanın kendine özgü ilgisinden kaynaklanan biriktirilmiş bir koleksiyon vardır, ya da bir biçimde sergilenmeye değer olduğu düşünülen -Goethe gibi, Soane gibi, Freud gibi- özel bir kişilik. Kısacası ortada ya nesne(ler) vardır, ya da özne. Burada ise hayal edilmiş bir ortam içinde geçen yaşantılar ve olaylar ile onların maddeleşmiş şekli olan romandan çıkılacaktı yola…
Aslında hepsi aynı kapıya çıkıyor: Her biri açısından da hayal ile gerçek arasındaki ilişkiyi ters-yüz eden, çarpıtan, yamultan bir durumla karşı karşıyaydık. Kuşkusuz hiçbir koleksiyonun nesnesi (ulusal müzelerinki bile) onu toplayanın muhayyilesinden bağımsız düşünülemez. Dolayısıyla biriktirme ve teşhir işlerinde muhayyile ile madde, kurgu ile gerçek, özne ile nesne arasındaki karmaşık dolayımları akılda tutmak gerekir. Örneğin biriktirme ve teşhir tarihinin en ilginç örneklerinden olan ortaçağın Wunderkammer’leri (Ali Artun, müze tarihi konusundaki kapsamlı ve titiz çalışması olan “Müze ve Modernlik” kitabında “nadire kabineleri” olarak çeviriyor bu sözcüğü) saplantılı muhayyilelerin en esrarlı ve en çekici sahneleri olarak değerlendirilirler. Masumiyet Müzesi vakasını istisnai kılan ise, toplayan ve teşhir eden öznenin dolayımlı varlığıdır: Evet, adres eninde sonunda Orhan Pamuk’tur. Ama “eninde-sonunda”. Çünkü bu nesneleri önce hayalinde, sonra da gerçekte bir araya getirmek için -onu kendi de yaratsa- bir başkasına, Kemal’e gereksinim duymuştur. Bildiğim kadarıyla tarihte gerçek bir müze kuran ilk hayali kahraman olacaktır o…
BK: Nasıl başa çıktınız bu karmaşıklık ile?
İB: Öncelikle şundan emindim: Bu ters-yüz olmalarla, yamulmalarla başa çıkmak için mimarinin gücünden yararlanmak gerekiyordu. Hiçbir şey yokmuş gibi davranmak, yani sanki o hayali insanlar orada yaşamış gibi davranıp binayı olduğu düzeniyle muhafaza edip, içine toplanacak eşyaları yerleştirmek cazibe yaratmaya yetmeyecekti. İki nedenle: Birincisi, bina oldukça sıradan bir apartman yapısıydı. Odaları, merdiveni, sofası zaten içinde yaşamakta olduğumuz evlerinkinden farklı değildi. İkincisi ve daha önemlisi burada yaşamış olanların hayali olması ile ilgiliydi. Biz Edgar Allan Poe’nun veya Anna Frank’ın müzeye dönüşmüş sıradan yaşam mekânlarını ziyaret ediyorsak, bu onların yaşamını ilginç bulmaya hazır olmamızla ilgilidir. Onlar hakkında bir şekilde merakımızı uyandırmış şeyler biliyoruzdur ve yaşadıkları yerlerde, değdikleri eşyalar üzerinden daha fazla keşif yapabileceğimizi umuyoruzdur. Yani onlar hakkında hem merakımız bir kere uyanmıştır, hem de geride bilmediğimiz, hiç bir zaman da tam olarak bilemeyemeceğimiz şeyler kalmaya devam edecektir. Merak, ilgi, esrar bu aralıkta oluşur. Oysa en dikkatsiz okur bile bir roman kahramanının kitapta yazılanlardan ve imâ edilenlerden öte bir yaşamı olmadığının farkındadır. Zihnimizde kurmaya devam edebiliriz kuşkusuz, ancak onun nesnel, bizim zihnimizin dışındaki hayatı yazılanlarla başlayıp bitmiştir. Dolayısıyla o muhayyel hayatı temsil eden nesneler de, zaten o yaşantı hakkında bildiklerimizin tekrarından öte bir şey olma şansına sahip değildir. Dolayısıyla ister istemez kapalı bir devrenin içinde hareket etmek durumunda kalacaktık bu projede…
Kuşkusuz tek bir hamle ile üstesinden gelinebilecek bir problem değildi bu. Ama mimarinin gücünün bir başlangıç olabileceğini düşündüm daha işin en başında. Mimarinin gücü ile şunu kastediyorum: Öyle bir proje yapılmalıydı ki, bina hem sınırları, ölçüleri ve sentaksı ile bildiğimiz sıradan apartman yapısı olmayı sürdürmeliydi, hem de bu ilk göze çarpan özelliklerinden beklenmeyecek, onları zorlayan bir hamle yapmalıydı. Tansiyon bu özdeşlik-farklılık aralığında oluşabilirdi ancak. Orhan başta mekân düzeninin olduğu gibi muhafaza edilerek “enstelasyon”larla müzeye dönüştürülme fikrinde olmasına rağmen, bu kaygılara hak verdi. Daha ilk karşılaşmada konuştuk bütün bunları. Sorun “mimarinin gücü” olarak adlandırdığım bu hamlenin ne olacağı idi. Toplam 3 katlı 5×12 metrelik bir binanın sınırları içinde yapılması gerekiyordu bu hamlenin üstelik.
Birkaç görüşmeden ve binayı içten dönüştürme fikrinin Orhan tarafından benimsendiğinden emin olduktan sonra, bina kabuğunu tüm unsurlarıyla ayakta tutup iç düzenini ters-yüz edecek mimari strateji zihnimde oluştu. Yapısı gereği farklı dairelere ve odalara bölünmüş apartman binası, iki yeni unsur aracılığıyla, binayı dikine kesen bir galeri ve bir merdiven ile içten bütünleştirilecekti. Parçalı bir mekân kurgusundan yekpare bir mekân kurgusu türemiş olacaktı böylelikle. Merdiven sağır dördüncü cepheye yaslanacak, dairelerin ortasındaki servis grubu da boşaltılıp binayı merdivenden sonra bir kez daha dikine bütünleştiren bir galeriye dönüşecekti. Böylelikle küçük birimlerin artikülasyonu ile kurgulanmış apartman mekânı birbirine bağlanacak, yekpareleşecek, apartman müzeleşecekti. Kabuğun imâ etmeye devam ettiği apartman olma hali ile iç mekânın apartman düzenini imha eden yekpareliği arasındaki tansiyonla kurgulanmış oldu böylelikle yeni mimari tasarım…
BK: Bu süreçte Orhan Pamuk’un düşünceleri ne yöndeydi?
İB: Orhan da severek benimsedi bu yeni kurguyu. Projeyi çizdik ve gerekli prosedürleri tamamladıktan sonra inşaata başladık. Proje bina kabuğunun ayakta tutularak içinin tamamen yıkılmasını gerektiriyordu. Yığma bina olduğu için cepheleri geçici desteklerle birbirine bağlayıp ayakta tutarak içini boşalttık. İçi boş bir kabuk kaldı geride. Sonra içine yeni kurguya göre Zihni Tekin tarafından yapılmış statik projeyle yeni bir çelik iskelet inşa ettik ve ayakta kalan cepheleri yeni iskelete bağladık. 2003 yılında tamamlandı kabuğun restorasyonu ve içerideki iskeletin inşaatı…
Binanın içi böylelikle galeri etrafında dönen ve merdivenle birbirine bağlanan yekpare bir sergileme alanına dönüşmüş oldu. Çatı katı Kemal’in müzeyi kurarken yaşadığı ve zeminindeki camdan müzeyi seyrettiği bir odaya, parselin arkasındaki küçük bahçeye açılan bodrum katı da müzenin kahvesine dönüştü.
BK: Nesneler nasıl sergilenecek?
İB: Sergileme konusu Orhan’la aramızdaki bir başka gerilime işaret ediyor. Her şeyden önce ben bu işin mimarıyım. Sürecin kurucusu, yaratıcısı ve küratörü o. Benim rolüm, belki de bir daha hiç tekrarlanmayacak bu senaryonun gerçekleşmesine uygun zemin oluşturmakla sınırlı. Ancak tahmin edilebileceği gibi sergileme konusuna hiç kafa yormadan ilerlemem de mümkün değildi. Bir noktada, projenin tamamlandığı ve inşaatın başlamasına yaklaşıldığı bir noktada bir sergileme stratejisi önerdim. Oldukça radikal bir öneriydi. Zeminler, duvarlar ve tavanlar içeriden kumlanmış camlarla kaplanacaktı ve nesneler şeffaf/ince sicimlerle tavanlardan sarkıtılacaklardı. Böylelikle x, y ve z koordinatlarının birbirine karıştığı, ışığın kumlanmış camların süzgecinden kontursuz olarak süzüldüğü, keskin çizgilerin eridiği uzaysı bir mekânda izleyiciler nesnelerle birlikte yüzeceklerdi. Yerçekimini, ağırlığı, koordinatları askıda bırakan bir alımlama dünyası oluşacaktı. Nesneleri izleyicilerden olduğu kadar birbirlerinden de koparacak bu öneriyi fazla soyut buldu Orhan. Vurgunun nesnelerden ziyade mekâna yapılmış olması rahatsız etti onu. Fazla estetize edilmiş buldu. Nesneler tesadüfileşiyor, herhangileşiyor, aralarındaki romanda ince ince işlenen örüntüler askıya alınmış oluyordu. Kahramanını, onun tek tek nesneler aracılığıyla yaşadıklarını ciddiye almamakla suçladı beni. Kendi açısından haklıydı. Ben kendi kurguladığım mekân senaryosunu izleyerek, senaryoyu sonuna kadar zorlayarak çözmeye çalışıyordum sorunu.
BK: Kemal’in müzeyi kurmaktaki amacı “zamanı mekâna dönüştürmek”se (s.564), bu “soyutlamak” ve somuttan uzaklaşmak anlamına gelmiyor mu?
İB: Evet, ben de öyle düşünmüştüm başlangıçta. O zaman roman henüz yazılmamıştı. Roman yazıldıktan, Kemal’in ne yaşadığı belli olduktan sonra anladım ki, Kemal öyle yaşamıyor. O tek tek nesnelere işaret ettikleri hatıralar üzerinden anlam vermekten vazgeçmiyor hiç bir zaman. Füsun’a olan saplantısından özgürleşip, onun üzerinde işlem yapıp başka bir faza geçmiş olmuyor. Sanatsal yaratıyı kışkırtacak bir epiphany yaşamıyor. Bir aşık olmaktan sanatçı olmaya doğru evrilmiyor. Yaşadıklarının sanatsal temsilini Orhan Pamuk’a devretmesi tesadüf değil bu bakımdan. Müze yapma sürecini, saplantısını pratik bir faaliyete dönüştürme olarak yaşıyor. Sözünü ettiğin “..tek tek eşyaları değil, mekânın derinliğini geceleri içinde hissetme..” ve “zamanın mekâna dönüşmesi” ile ilgili sekans da zaten müzeyi kurmaktaki amacı değil, müze bittikten sonra nesneleri yukarıdan seyrederken hissettikleri…
BK: Kemal’in eve değil, eşyalara bakmaya ihtiyacı var. O halde bu müzeyi kurarken kendi ihtiyacını mı, ziyaretçinin ihtiyacını mı gözetmesi gerekiyor? Ziyaretçi için ne öngörüyor, kendi hissettiklerini algılamasını mı, yoksa sadece objeleri izlemesini mi?
İB: Yaşadığı obsesyonu, saplantıyı ebedileştirmeye çalışıyor. Bunun için dünyada erişebildiği tüm müzeleri geziyor. Özellikle de tuhaf ve saplantılı olanlara odaklanıyor. Bununla da kalmayıp meczupluğun sınırında dolaşan koleksiyonerleri buluyor. Yani müze kuracak imkânı bulamamış olanlarla da ilgileniyor. Kendine benzettiği herkesle, kendi yaşadığına benzeyen her şeyle ilgileniyor. Dolayısıyla müzesindeki objelerin yaşadıklarından bağımsız objeler olarak değil, saplantılı dünyasını ebediyen dışa vuracak aracılar olarak izlenmesini isteyecektir kuşkusuz.
Kemal’in yaratıcısı Orhan Pamuk’un roman tamamlandıktan sonraki kararı da bu yönde oldu zaten. Objeler romandaki anlatıya ve bölümlenmeye sadık kalarak sergilenecekler. Birbirleriyle romanda anlatıldığı şekliyle ve sırayla ilişki kuracaklar. Tabii bina çok küçük ve toplanan eşya çok fazla olduğu için bölümler ve bölümlerin içerdiği eşyalar anlamlı istifler teşkil edecek şekilde sergilenmek zorunda. Boyutları nedeniyle veya anlatı içindeki konumları nedeniyle bu gruplanmadan kopacak olanlar da ya tavana asılacak, ya da dolaşılan zemin üzerinde konumlanacaklar. Perspektiflerde temsil edilen sergileme düzeni buna göre hazırlanmış jenerik bir kurgudur. Orhan Pamuk tarafından belirlenecek nesne gruplarının sıralamasına ve kaplayacakları büyüklüklere göre yeni bir uygulama projesinin hazırlanması gerekiyor.