“Mimariyi Oluşturan Şey Hem Fiziksel Hem de Dilsel Bağlamdır”

Karadeniz Teknik Üniversitesi Eskiz Kulübü tarafından çıkarılan Oylum Dergisi'nin ikinci sayısında, ekibin Peter Eisenman ile yaptığı söyleşi de yer alıyor. Söyleşiyi burada okuyabilir, daha fazlası için de dergiye erişebilirsiniz.

Karadeniz Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü öğrencilerin oluşturduğu Eskiz Kulübü 2015 yılında, 1965 dönemi öğrencilerinin duvar gazetesi olarak çıkarttıkları Oylum’u canlandırmış ve ”yeniden” teması ile ilk yayınını yapmıştı. Dönemlik olarak çıkarılan derginin bu sayısında Oylum ekibi “bağ” temasıyla yola çıktı. Derginin tamamına buradan ulaşabilirsiniz. 

Oylum Ekibi: Mimarlık öğreniminizin ilk gününden beri aldığınız eğitim ve kazanımlar mimarlığa bakış açınızı nasıl değiştirdi? Geldiğiniz nokta ve mimari serüveninizden biraz bahseder misiniz?

Peter Eisenman: Her şeyden önce, bir öğrenci olarak büyük ofisler ilgimi çekiyordu ve mezun olduktan sonra Cambridge Massachusetts’de Gropius’un da ortak olduğu The Architects’ Collaborative’te çalışmak istiyordum. Başlangıçta, daha nitelikli bir ofiste iş imkânı bulana kadar Frank Lloyd Wright’ın bir öğrencisi ve birkaç mimarla birlikte New York’ta çalıştım. Çok tatmin edici olmadığını fark edince iyimserlik ve umut duygusu ile Cambridge’e, Gropius’un ofisine gittim. Altı ay Gropius’un ofisinde çalıştıktan sonra hayal kırıklığına uğradım; ne idealizm vardı ne de eleştiri. Bu yüzden yüksek lisans yapmak için okula geri döndüm. Öğretmek konusunda herhangi bir fikrim yoktu ama çalıştığım ofislerdeki mesleki deneyimlerimden sonra böyle ofislerde bir daha çalışmak istemediğimi fark etmiştim. New York’ta Columbia Üniversitesi’nde okuduktan sonra Cambridge’e gittim. Cambridge’e vardığım ilk gün bir öğretim üyeliği teklif edildi. Daha önce eğitim vermeyi hiç düşünmemiştim; bu süreç tamamen kazayla gelişti. Cambridge’teki mimarlık çalışmalarım esnasında şunu keşfettim: Bina inşa etmek yalnızca pratik bir eylem değildir. İnşa edilmiş bir binanın gücü, aynı zamanda ardındaki fikirlerden, görüşlerden gelir. Bu yüzden yazmaya, öğretmeye ve inşaya devam ettim.

New York’ta Kentsel Tasarım ve Mimarlık Enstitüsü’nün başındayken Manfredo Tafuri bana önemli bir şey söyledi: “Peter sürekli hatırlamalısın, eğer binalar inşa etmezsen, gerçekte hiç kimse senin fikirlerini umursamaz.” Bunun doğru olduğunu düşünüyorum. Sonuçta bir mimar sadece fikirlerinden oluşmaz, aynı zamanda bu fikirleri inşa eder; eğer bu fikirleri inşa edilmezse, mimarın mimarlık mesleği üzerinde herhangi bir etkisi olmaz.

Mimarlık tarihi genellikle -izmler üzerinden yürüyen bir süreç. Bu süreçte birbirleri üzerinden yükselen -izmleri nasıl yorumluyorsunuz? Rem Koolhaas’ın küratörlüğünü üstlendiği 2014 yılındaki Venedik Bienali’ni mimarlığın sonu olarak tanımladınız. Bu son acaba yeni bir başlangıç mı? Bu başlangıcın doğurduğu –izmler sizce mimarlık tarihine nasıl yön verebilir?

Elbette ki her zaman mimarlık tarihinde gündemde olma ve gündem dışında kalma vardır. Aynen Palladio’da olduğu gibi: ilk çalışmasını 16. yüzyılda yaptığında pek bilinmiyordu. 17. ve 18. Yüzyılda, özellikle 18. yüzyıl sonlarına doğru Amerika ve İngiltere’de önemli biri oldu.19. yüzyılda en çok beğenilen ve kopyalanan mimarlardan biriydi fakat sonra unutuldu; ta ki Rudolf ile Konner ve Colin Rowe tarafından gündeme getirilene kadar. Bu süreçte Palladio tekrar önemli bir şahsiyet oldu.

Şu anda Le Corbusier, Mies van der Rohe, James Stirling ve Aldo Rossi gibi insanlar, öğrenciler ve müşteriler için önemli değildir. Ünlü mimarlar kendi mesleki alanlarında acımasızca eleştirilmektedir… Dolayısıyla tarihte de modernizm, postmodernizm, sayısalcılık -izm’ler önce moda olur, sonra unutulur. Rem Koolhaas’ın sergisine atıfta bulunduğum zaman “mimarinin sonu” derken artık mimarlıkla dilin arasında bir ilişki olmadığını, başka bir deyişle mimarlıkta dil bilgisinin öneminin kalmadığını kastetmiştim. Çünkü Rem Koolhaas gösteriyor ki özneler, şeyler, merdivenler, şömineler hepsi dizimsel ya da dil bilgisel bir bağlamdan ayrılmıştır. Oysa şiir, dil ve edebiyat gibi şeylerde her zaman dil bilgisel veya söz dizimsel bağlam olduğunu anlıyoruz. Hiçbir şeyin dil bilgisi olmadan bir önemi yoktur.

Öyleyse, “bir mimarlığın sonu” dediğimde kastettiğim bir ilişki var ve bu şeylerle bağlamları arasında; isimlerle söz dizimi veya dil bilgisi arasında bir ilişki olduğunu varsayıyoruz. Koolhaas’ın sergisinde bir sorun olduğunu düşündüm; tekrar hissetim ki artık bağlam ve dilbilgisine ihtiyaç duyulmuyor. Elbette bana göre mimariyi oluşturan şey hem fiziksel hem de dilsel bağlamıdır; Le Corbusier, Mies Van der Rohe, Palladio gibi mimarların, popülerliği geçsin ya da geçmesin, ifade ettikleri bağlam kalıcı olacaktır. Sonuç olarak orada demek istediğim, mimarinin kendisinin değil; fikirsel, dilsel ve fiziksel bağlamları destekleyen mimarlığın sonuna gelmiş olduğumuzdu.

Kapitalist sistem içerisinde her şey hızla tüketiliyor. Mimarlık da kaçınılmaz bir şekilde bu hızlı tüketimin bir parçası. Çok sayıda yapı yapılıyor. Sonra tekrar yıkılıp tekrar yapılıyor. Bu hızlı yapım / yıkım sürecinin değiştirdiği kullanıcı ve yaşam pratiklerinin ‘mimari mekana’ yansımaları sizce nelerdir?

Her şeyden önce, kullanıcıyı çok fazla önemsemiyorum. Mimarlığın kültürel koşullarla ilgili olduğunu düşünüyorum; edebiyat, müzik, resim gibi kültürel sistemi yansıtıyor. Mimarlık kültürel bir eser. Mimarlığı kullanıcı için değil de mimarlık için yaptığımız zaman, kullanıcıyı nadiren görürüz. Eğer bir konut projesi yapıyorsak, bir mimar olarak bu projeyi kullanıcı için yapmıyoruz; girişimciler, mal sahipleri, yönetimler için yapıyoruz. Bizler nadiren kullanıcı ile buluşuyoruz.

Eğer bir tiyatro tasarlıyorsak, sahnede rol yapan ya da şarkı söyleyen kullanıcıya ihtiyaç yoktur. Eğer stadyum tasarlıyorsak, spor yapan bir atlete gerek yoktur. Dolayısıyla kullanıcıyı çok nadir düşünürüz. Mimarlık gibi kullanıcılarını nadiren düşünen başka kültürel disiplinler de var. James Joyce ünlü romanı “Ulysses”i yazarken kimin nasıl okuyup anlayacağını düşünmemiştir. Amerikan edebiyatının önemli ismi William Faulkner için de aynı şey geçerli. Ve beste yapan kişiler de pek çok kişinin müzik kulağının olmadığını, kültürel nüansları ayırt edecek kapasitelerinin olup olmadığını düşünmeden bestelerini yaparlar, bu konuları asla düşünmezler.

Mimarlıkta üretim şeklinin teknoloji ile birlikte insan hakimiyetinden çıkıp bilgisayar kontrolüne girdiği bir dönemi yaşıyoruz. Bu durum bizi seri üretilen bir “mimari” ile karşı karşıya bırakıyor ve bize bağlamdan kopuk mekanlar sunuyor. Mimarlığın böyle bir noktaya evrilmesi sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz ve bu sürecin paydaşları kimler?

Daha önce de söylediğim gibi, bağlamın gerçek ya da dilsel olmasına bakılmaksızın, “bağlamın kendisini” gündeme getireceğiz. Her zaman bir bağlam olmak zorundadır. Bir bilgisayarın, çelik kolon, beton temel, pencere veya kapı gibi bir öğeden fazlası olduğuna inanmıyorum. Öyle bir teknoloji ki, üretici seri çalışıyor. Ama bu, daha önce hiç görülmemiş bir şey ürettiği anlamına gelmiyor. Bilgisayarın bizi daha iyi bir varlığa, bağlamdan bağımsız bir varlığa götürme ihtimalini anlamakta zorlanıyorum. Dijitale her zaman şüpheci yaklaşıyorum.

Bir röportajınızda Guggenheim Helsinki yarışmasının sizin için hayal kırıklığı olduğunu belirtmişsiniz ve mimarlık ortamındaki bu tür hayal kırıklıklarının, başarısızlıkların mimarlık eğitiminin bir sonucu olduğunu dile getirmişsiniz. Bu durumda mimarlık için çıkış noktası sizce nedir? Akademisyen ve öğrencilere çözüm önerileriniz nelerdir?

Öncelikle yarışma için jüri seçiminde hayal kırıklığına uğradım. Kazanan projelerin; Frank Lloyd Wright’ın New York’ta Guggenheim binasının radikal ifadesinden çok uzakta, bağlamdan ve ifadeden yoksun olduğunu düşünüyorum. Frank Lloyd’un Guggenheim New York’ta yaptığı şeyi yapma konusundaki fırsatın kaybedildiğini güçlü bir şekilde hissediyorum. Sonuçta müze temelli herhangi bir radikalleşmenin orada olduğunu sanmıyorum. Öğrencilere bu nasıl etki eder? Uygulamada ve akademide mesleki disiplin ya da mesleki otoritenin olmadığı bir durumdayız. Öğrenci ve hocanın birbirine saygı duyduğu çok az durum var. Çok az sayıda hoca var ki sınıfta oturup öğrenciye 6 farklı seçeneği çizer; çünkü hocalar öğrencilere nasıl yardım edebileceklerini anlamalarını sağlayacak eleştirel tarihle ilgili yeterli altyapıya sahip değildir ve öğrenciler de eleştirel tarihe ilgi duymuyorlar. Durum böyle olunca da herhangi bir eleştiriyi dinlemek zorlaşır. Disiplinin tarihi ile önceki mimari fikirlere saygı duymayan öğrencilerin günümüzdeki istekleri arasında bir mesafe vardır.

Fakat geçmişi, başlıca mimarların önemini, mesleki disiplinin kritiğini ve otoritesini anlamadan mevcudun ötesine geçmenin bir yolu olduğunu düşünmüyorum. Size küçük bir olayı anlatmak istiyorum. Michael Graves ve ben Princeton’da hocalık yaparken, Ağustos 1965’te Le Corbusier’nin öldüğünü öğrendik. Bütün öğrencilerimizle sabahlayarak okulun galerisinin duvarlarını Oeuvre Complete’in 6, 7 cildinden sayfalarla kapladık, üzerlerine ölümü temsil etsin diye siyah grafon kağıdı astık ve saygıyla geçmişe baktık. Son 10, 15, 20 yıldır hiçbir mimar yoktur ki günümüzde öğrencileriyle böyle bir şey yapsın. Çünkü bu tür bir olasılığın yarattığı duyarlı ve duyusal ifadelerini kaybettiler. Mimarlar, öğretim üyeleri, öğrenciler artık mesleki disiplin ve de kahramanları hakkında bu tür bir tutkuya sahip değiller.

Etiketler

Bir yanıt yazın