“Mimarların Pazartesi Sabahlarını Cumartesi’ye Çevirecek Güçleri Var!”

Çağdaş mimarlık dünyasının başına gelebilecek en iyi şeyin "evrim" olduğuna inanan İngiliz mimar William Alsop, 27 Kasım 2007'de ARKIMEET konferans serisinin konuğu oldu.*

Konferans öncesi kendisiyle yaptığımız röportaj ile, İngiltere’den Avusturalya’ya, santralistanbul’dan Bradford Planı’na, sigara kutularındaki altın orandan Samuel Beckett ve Archigram’a uzandık.

Zeynep Alpay: Farklı ülkelerde projeleriniz var, ofisleriniz var, motivasyonunuz nereden geliyor? Stüdyonuzdan çıkıp, farklı bir ülkeye giden uçağa atlamanızı veya başka bir projeye adım atmanızı ne sağlıyor?

William Alsop: İngiltere’de genç bir mimarken, başka bir ülkede çalışmanın daha kolay olduğunu gördüm. Ek veya restorasyon olmayan ilk “tek binamı” yaptığım sıralarda, Almanya’dan daha fazla iş alıyordum. Almanya oldukça ilgi çekiciydi o sıralarda. Genç insanlara daha açıktı. Ben yarışmalara katılmayı sevmesem de, davetli yarışmaları vardı ve kaybetsem bile, para ödendiği için fazla kaybetmiyordum. Şimdi öyle değil, bunu tamamıyla değiştirmeleri üzücü. Ben de farklı ülkelerde iş yapmanın iyi olabileceği fikrine vardım, bir ülke ekonomik olarak durgunken, diğeri hareketli oluyordu. Böylece her zaman iş yapma şansınız oluyor. Bir de farklı ülkelerde farklı insanlar farklı şeyleri farklı şekillerde yapıyorlar, bunları görme şansınız oluyor.

ZA: Ve, farklı ülkelerde farklı çalışmalar yapmayı seviyorsunuz. Sadece ekonomik açıdan değil, mimari açıdan da.

WA: Çok ilgi çekici, dünya mimarlarıyla beraber olmak ve eski ustaların işlerini görmek…

ZA: Ne tarz projeler sizi mutlu ediyor? Bana kalırsa, tüm projeler bir mimar için aynı değildir.

WA: Genelde yerlerle ilgili olarak değişiyor. Uzun bir süre ulaşımla ilgili projeler yaptım, insanlar benden bunu istediler, çok da kötü değildi, hatta ilginç olduklarını düşünüyorum. Bir kere kuralları öğrenince, kaygılanman gerekmiyor. İngiltere’de birçok konut projesi var, genelde iyi projeler bunlar fakat daha ticari kapsamlı konut projelerine geçildiğinde oldukça zor olduğunu görebiliyorsunuz, hem ticari kaygıları eklemeniz hem de “gerçekten de nasıl yaşadığımız” fikrini sorgulamanız gerekiyor.

Eğer böyle projeleri denemezseniz bir yerlere ulaşamazsınız. Bazen ekonomik koşullar nedeniyle tüm projelerin fiyatları aynı oluyor; işte bunu sevmiyorum. Genel olarak konut projelerini ve tüm olasılıklara açık olduğu için “master plan” olarak kullanmak istemiyorum ama “geniş alanların” planlamasını severek yapıyorum.

ZA: “Geniş alanların planlaması” olarak tanımladığınız bu kentsel ölçekli projelere tasarım açısından nasıl bir yaklaşımınız oluyor? Diğer projelerden ayıran nedir?

WA: Farklılıkları büyük tabi. Fakat temelde sadece tasarlıyorsunuz, çalıştığınız kimse olmuyor. Tasarım açısından bir programa bağlısınız doğal olarak, bazı stüdyo problemleri ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Ayrıca bir ticari piyasa oluyor, onu da gözetmeniz gerekiyor. Bir kabuk, bir örtü içerisinde çalışıyorsunuz, bu da benim ilgimi çekiyor. Bütün birimler üzerinde çalışıyorsunuz, kafeler, peyzaj kullanımı gibi her adımda çalışmanız gerekiyor. Ama en sonunda, ben kendi hayal dünyamı yansıtıyorum. Bir yandan da şunu da aklınızda tutmanız gerekiyor, siz ancak müşteriniz kadar iyisiniz. Ben, ne yapmak istediklerini tam olarak bilmeyen işverenleri seviyorum. En iyisi onlar. Oscar Wilde’ın bir sözündeki gibi aşktan söz ederken “Sizi değil işinizi seven biriyle evlenmelisiniz”. Bir açıdan bu işverenler için de geçerli, işinizi sevdikleri sürece, herşey yolundadır. Birmingham yakınlarındaki Community Arts Project gibi, onların ne olacağı ile ilgili bir bilgisi yoktu fakat bir hisleri vardı. O proje üzerinde ve onlarla çok çalıştım. Sanat onlar için ne ifade ediyor, proje onlar için nasıl olmalı diye keşfetmek için oldukça uğraştım.

ZA: Nasıl bir proje çıktı?

WA: Farklı bir proje çıktı. Bildiğim hiçbir yapıya benzemeyen başka bir proje. İşleyiş bakımından da. Adı “Public”, henüz bitmedi ama sürecin uzun sürmesinin böyle anlamlı bir nedeni var.

ZA: Müşterilerle nasıl iletişim kuruyorsunuz? Onlarla aranızın iyi olduğunu duydum. Üstelik projeleri doğrudan almayı yarışmalardan daha çok seviyorsunuz.

WA: Yarışmaları çok sevmiyorum; çünkü birilerinin -mimarların- bir açıklama yazdığını görüyorsunuz.

ZA: Ve projeyi tanımlıyor.

WA: Evet, bana kalırsa, projeyi işverenler birlikte tanımlamak benim işimin bir parçası. Nelerin olduğunu algılamak, bu yüzden çok da iyi olduğunu düşünmüyorum.

ZA: Çoğu mimar, belirgin açıklamaları tercih ediyor. Tam olarak neyin istendiğini bilmek istiyorlar? Tam olarak tanımlanmamış projelerden korkabiliyorlar.

WA: Ben öyle değilim; keşfetmek, hissetmek harika. Çünkü, daha önceden o yarışma şartnamesinde ve proje tanımda açık olarak yazılmamış bir şeyi de keşfedebilirsiniz. Bu yarışmaların tanımlarını yazan mimarlarla tanıştım. Nasıl yaptıklarını sorduğumda yapıyı tasarladıklarını ve yazdıklarını söylediler. (Gülüyor) Tabii ki böyle yapılacak; bu sadece yazmak değil, aklınızda yapıyı çizip tanımlamak gerekiyor. Düşünüyorsunuz, yazıyorsunuz, çiziyorsunuz ve tüm bunların bir araya gelmesi proje fikrini oluşturur.

Farklı yarışmalar var, bu da durumu bir derece güzelleştiriyor. Mülakatlı yarışmayı duydunuz mu?

ZA: Açıklar mısınız?

WA: “Biz bu projeyi yapmak istiyoruz” diye geliyorlar ve “Ne yapacağımızı bilmiyoruz” diyorlar. “Sadece ne kadar para harcayabileceğimiz hakkında fikrimiz var” diyorlar ve bir mimar olarak düşünmeyi ve yapmayı sana bırakıyorlar. Karşılıklı konuşuyorsunuz, tartışıyorsunuz, projede neler yapmanız gerektiğinden ve süreçten bahsediyorsunuz. Kendinizi anlatıyorsunuz. Bu nedenle, bu tarz yarışmaları seviyorum. Oturup biraz düşünüyorsunuz ve ortaya çıkıyor.


Ontario Sanat ve Tasarım koleji

ZA: Siz şu anda içinde yaşadığımızı mimarlık ortamını nasıl tanımlarsınız? Rekabetçi mi, reklama dönük mü, yaratıcı mı?

WA: Genel olarak konuşursak biraz hayalkırıklığı yarattığını söyleyebilirim.

ZA: Neden?

WA: Çünkü insanların keyif almadan ürettiklerini görebiliyorum. Eğer insanlar keyif alarak yapsalardı, yaptıkları şey dünyaya “doğru” görünürdü. Çoğu doğru görünmüyor, sadece başka bir yapı deyip geçiyoruz.

ZA: Tamamlanmış başka bir iş.

WA: Durumun bu olmaması gerekir. Yaparsınız çünkü yaptığınız işi seversiniz. Eminim mimarlar yaptıkları işin bir kısmına kendilerini veriyorlardır ama gerçekten sevmiyorlar. Onlar zaten 60 – 65 yaşlarına geldiklerinde emekli oluyorlar. Diğerleri ise devam ediyorlar; belki zaman zaman yavaşlıyorlar ama devam ediyorlar. Bence meraktan devam ediyorlar. Ne yapabileceklerini görmek için devam ediyorlar. Merak, mimarlık için önemlidir.

ZA: Mimarlık üretmede sizi çeken bu mudur?

WA: Mimarlıkta birçok konu var. Daha doğrusu birçok yapı var. Sadece kavram olarak mimarlığa veya yapıları öylesine üretmek değil, yapıları değer katarak hayata geçirmek önemli. Projeleri üstlenen birçok mimar da bunun farkında değil. Projeleri alıyorlar ve ne yapmaları gerekiyorsa onu yapıyorlar. Bunu söylemek kulağa biraz kendini beğenmişlik olarak gelebilir ama eğer ben bir yapı yaparsam, o binanın değeri fazla olur. Apartmanları veya ofisleri daha pahalıya satıp, kiralayabilirler. Yapıya daha fazla değer katmaya çalışırım. Aynı derecede orada yaşayan veya çalışanlar da o yapıda olmaktan mutluluk duyarlar. Başka bir boyutu da yapılar şehirlerde yaşayan tüm insanlara da aittir. O binaya hiç girmiyor olabilirler, bu nedenle yapının dışında, sokaklardan nasıl hissedildiği de çok önemlidir.


Ben Pimlott Binası

ZA: Evet, Collorium Building ya da Pimlott Building gibi yapılarınızda bu farkediliyor, sadece içinde yaşayanlara değil kentliler için de birşey katmaya çalışıyorsunuz.

WA: Evet, tüm şehir için yapılıyor binalarım. Sonuçta kentliler o yapıyla yaşamak zorundalar. Şöyle bir çözüm vardır hani; gidip şehrin en çirkin binasında oturursunuz, böylece o binayı görmezsiniz. Sokaklarda neler olup bittiği, şehre nasıl bir yüzle döndüğü o yapının önemlidir. Sadece herşeye açık olmak gerekiyor. Örneğin Zaha hakkında endişeleniyorum. Bence iyi, bence çok iyi… Fakat eğer ona bir proje verilirse, ortaya nasıl bir proje çıkacağı bellidir. Ben ortaya çıkan şeye şaşırmam. Iyi aslında…

ZA: Gerçekten iyi mi? Mimari ürün sizi az da olsa şaşırtmıyorsa yine de iyi midir?

WA: İşte, Frank Gehry yapıyor ve insanlar beğeniyor.

ZA: Bir mimarın aynı yapıyı dünyanın farklı yerlerinde uygulaması hakkında ne düşünüyorsunuz? Size de böyle bir teklifle geldiler mi?

WA: Hayır bana sormadılar.

ZA: Eğer böyle bir teklif gelseydi, beğenilen bir yapınızın çok benzerini başka bir yerde yapmanız istenseydi, ne cevap verirdiniz?

WA: Büyük olasılıkla “evet” derdim… projenin içine girince bambaşka birşey çıkacağını da bilirdim. İki mekan birbirinin aynısı olamaz. İşvereni de daha iyisi olabileceğine ikna ederdim tabi. Genel olarak işverenleri severim.

ZA: Genel olarak işverenleri seversiniz?

WA: Evet… fakat çokca tehlikesi de var. Farzedelim bir ofis yapısı yaptınız, tatmin etmeniz gereken bir grup, o ofisi kiralamak isteyen acentalardır. Onların neler istediklerine ve pazarın ne istediğine dair çok net bir fikirleri vardır. Mimarlar öngörülü bir biçimde ihtiyaçları olmayan uygulamaları belirtselerde, onlar ısrarla istemeye devam ederler. Ofis tavanından aydınlatmanın gereksiz olduğunu söylediğiniz zamanlarda, ısrarla onu isterler, yükseltilmiş döşeme için ısrar ettiklerinde ise, siz mimar olarak çoktan daha çağdaş bir öneri ile gitmişsinizdir ve aksini iddia ediyorsunuzdur. Çok şaşırtıcı değil mi? Mimarlar her zaman bir adım öndedir.

ZA: Ve diğerlerini ikna etmeye çalışır.

WA: Evet çünkü biz biraz daha uzaktan bakıp, en rahat, en geçerli çözümü sunabiliriz. Daha rahattır ve bir anlamı var. Kuralları da öğrenebiliyorsunuz. Bir arkadaşım var, çok da parlak bir mimar değildir ama gerçekten iyi bir insandır. Süpermarket tasarımında uzmanlaştıklarını söyler. Bundan kastının ne olduğunu sorduğumda ise “Bilmen gerekir ki raflarla, aydınlatmayı öyle planlamalısın ki, gölgeler elde edebilesin” dedi. “Tamam” dedim, “Bunu öğrendim, başka birşeyi var mı?” Sonradan düşündüğünde de, belki ben yapsam florasan aydınlatma kullanmam ve başka bir çözüm getiririm. Bu nedenle onlar uzmanlaşıyorlar. Bunu en kötü örneği hastaneler herhalde. Çünkü İngiltere’de biz uzun süre hastanelere hiç para ayırmadık, hepsi yanlış yerlerde ve şekillerdeydi. Şimdi hepsi yıkıldı. Altı – yedi senedir yenileri yapılıyor. Hastaneler üzerine birçok önemli çalışma yaptılar. En can alıcı noktalardan biri insanları hastaneye sokmak ve çabucak çıkarmaktır. İnsanlar hastanelerde ne kadar az zaman geçirirlerse o kadar doğrudur. Üstelik tıptaki yenilikler artık buna olanak tanıyor. Önemli bir tıbbi araştırmanın sonuçlarına göre; hastanede yattığın yataktan bir manzaran varsa %20 daha hızlı iyileşiyorsun. Fakat yeni hastaneler yapılırken bu bilgi uygulanmıyor. Çünkü derin planlı -manzarası olmayan odalara sahip- hastaneler yapmak daha ucuz. Yatırılan para, işletme maliyetiyle karşılaştırıldığında çok az kalıyor. Mimari çözümle düşünülmeye başlansa kar daha fazla olacak.

ZA: Siz bu çözüme ikna etmeye çalıştınız mı?

WA: Hayır, hastane yapmadım ben hiç. Bunun için uzmanlaşan mimarlar var. Tüm ürünleri de hastane yapılarıdır.

ZA: Uzmanlaşmak hakkında ne düşünüyorsunuz?

WA: Ben mimarlık üzerine uzmanlaştım. Çok kolay. Bir yapının ayağa kalkması için çalışırsınız ve sonra da mücadeleyi vermeyi öğrenirsiniz. Sonuçları bir şehrin turizmini bile etkiler.

ZA: Çağdaş mimarlık dünyasının başına gelebilecek en iyi şey nedir sizce?

WA: Evrimdir.

ZA: Nasıl?

WA: Sürekli hayal gücü ve kademeli uygulama. İşte bu gerçekten iyi yürür. İnsanların nerede olmayı sevdiklerini ve ne istediklerini görürsünüz. Bazı istisnalar var doğal olarak, mimari demokrasiden bahsediyorum. Ama eğer bir eve bakarsanız, ev bir diktatördür. Bu tür çözümler, düşünceler her zaman herşey çok net olmuyor. Diktatörlük dönemlerinde yapılmış evlerde yaşayan ve mutlu insanlar var. Galiba süreç içinde güçlü liderliğe de ihtiyacımız oluyor.

ZA: Mimarlıkta da mı? Nasıl?

WA: Birilerinin sürece hakim olması ve birilerinin “İşte bu! Bunu yapalım.” demesi gerekiyor. Bence Hollanda’da çok fazla demokrasi var, süreç çok uzun sürüyor.

ZA: Konuyu değiştiriyorum ama “aşırı-tasarım”ı (over-design) siz nasıl tanımlarsınız? Sizce “bu gerçekten farklı” ile “bu kadarı da çok fazla” arasındaki sınır nerededir?

WA: Bence yapılar çok değerli olduklarında aşırı tasarlanmış olurlar. Her eleman her malzeme, her bağlantı o kadar değerlidir ki, insanlar onları değiştiremezler. Yapı karşısında aciz kalırlar.

ZA: Bugün gezdiğiniz santralistanbul’daki değişimi nasıl buldunuz?

WA: Beğendim, bugünün kullanımına bir sanat müzesi olarak geçmesi harika. Çünkü başka ülkelerde benzer yapıların çoğu apartman olarak kulanılıyor. Bundan çokca da para kazanılıyor. O da bir çözüm tabi ama bunu tercih ederim.

ZA: Ben doğmadan önce İstanbul’a gelmişsiniz. O zamandan bu zamana gördükleriniz arasında nasıl farklar var?

WA: Çok beğenmiştim ama sokaklar berbattı. Her tarafta çöpler vardı. Elektrik kabloları havadaydı. Farklı bir karışıklılığı vardı ve arabalar 1950 Amerikan araçlarıydı. İlginç bir romantizm taşıyordu. Bugün gördüğüm ise, tepelerde çok fazla konutlaşmanın olduğu. Doğal karşılanmalı çünkü insanların yaşamak için yere ihtiyacı var.

ZA: Türkiye’de bir proje yapma şansınız olsa, nasıl bir projede yer almak isterdiniz?

WA: İstanbul’a ve İzmir’e -ki uzun zaman önce gitmiştim- gelmek rahatlık hissettiriyor. Belli ki farklı bir kültür fakat çok uçta bir farklılık da yok. Küreselleşme bazı insanları üzüyor fakat iyi bir yanı da var. İstanbul benim ilk geldiğim İstanbul değil. Şimdi daha tanıdık. Şehirde daha farkına varılacak çok şey var, yapılacak da. Burada çalışmaktan keyif alabilirim. En çok da şunu keşfetmeye çalışırım, Londra’da yapamayacağım neyi burada yapabilirim. Cevabı bilmiyorum ama ilginç bir soru olurdu. Herşey farklı olsa da bugün tam bir İngiltere gün olabilirdi. Güneş, hava sıcaklığı…

İklim mimarlıkla ilgili birçok şeyi belirliyor. Avusturalya üzerine çok kafa yordum, kısa bir tarihi var, İngiltere’nin aksine. Aborjinlere haksızlık etmek istemem ama modern Avusturalya’nın sadece 200 senelik bir geçmişi var. Bu nedenle oralı mimarlar, Avusturalya mimarlığı nasıl olur diye çalışıyorlar. Çoğunlukla başarız olsalar da buna emek harcıyorlar ve belli ki bunu güncel bir kaygı olarak taşıyorlar. Glenn Murcutt gibi mimarlar başka bir ülkede olmayacak özgün bir teknik geliştirmeye de çalışıyorlar. İşlerini çok seviyorum.


Will Alsop: OCAD, An Urban Manifesto. Yerleştirmeden fotoğraf @Canadian Centre for Architecture

Mimarların Pazartesi Sabahlarını Cumartesi’ye Çevirecek Güçleri Var!


ZA: İngiltere’ye dönerek Bradford Master Planı üzerinden konuşabilir miyiz? Proje çok kapsamlı ve sunumu da ilgi çekici. Üç parçalı bir proje ve herbirinin ayrı karakteri var gibi görünüyor.

WA: Tüm bölgeyi ele alarak ortaya çıkardık. Öncelikle anlamamız gereken, Bradford’un 19. yy’ın sonlarında çok zengin bir şehir olduğudur. Tekstil nedeniyle kalkınmış bir şehirdi ve paralarını iyi mimarlığa harcamışlardı. Çok nitelikli bir karakteri var. Belediye binasına bakarsak ne kadar özgün olduğunu görebiliriz.

Şehir, 1950’lerden sonra inişe geçti, 1970’lerde Bradford’un başına gelen ise, çok ucuz olan inşa faaliyetlerine girmeleri oldu. İnsanlar paralarını yeni yapılar yapmaya harcadılar ve şimdi ortaya çıkan şehre bir bakın. Projeyi yaparken önce farklı insanlardan oluşan gruplarla çalıştık. Herkes aynı şeyi söyledi: “Biz sonradan yapılan bu binaları sevmiyoruz”. Biz de tüm bu yapıları yıkarsak Bradford neye benzer diye düşündük ve cevap “daha iyi bir şehre benzer” oldu. Boş kalan alanları nasıl değerlendireceğimiz ise detaylı bir program çalışmasının sonunda oldu. 500.000 kişilik bu şehirde ulaşım da büyük problemdi, ihtiyaç duymadıkları üç ana yol aksı vardı, biz bunlardan birini çıkardık. Merkezdeki hattı çıkararak, ortada oldukça geniş ve değerli bir alan kazandık. Orta alanı parka dönüştürerek, yeni oluşan mimarlığı parktan yola çıkarak ortaya koyduk. İyi bir başlangıç noktasıydı. Kentsel Dönüşüm firması ile birlikte yapıldı. Şimdi de hayata geçiyor.

ZA: Mimarinizde kullanıdığınız formlar nedeniyle projeleriniz yer yer “yuvarlaklar ve kutular” birlikteliği olarak anılıyor. Projelerinizin sadece bu formlardan ibaret olmadığını öğrencilerinize, işverenlerinize veya herhangi birine nasıl anlatıyorsunuz?

WA: Evet öyle diyorlar değil mi? (Gülüyor) Ne deniliyorsa deniliyor tabii. Fakat bu sorunun daha önce sorulduğunu sanmıyorum. Bence insanlar binalarımda eğleniyorlar ve bu bulaşıcı bir şeklilde yayılıyor. Eğlenince soru da sormuyorlar. Muhteşem bir gün geçirirken, nedenini sormazsın. Fakat çok ilginç bir soru… “Kutu” mantığından bahsedelim. Basit bir cevabı var aslında, çok eski moda bir formu kullanıyorum, artık okullarda fazla üzerinde durulmayan “altın oran”. Bu sigara kutusuna bakın, tam bir mükemmellik örneği. Tüm oranları kusursuz. Daha önce ölçtüm ve karşılaştırdım. Altın orana uyuyor.

ZA: Gerçekten mi? Ölçtüğünüzü tahmin etmeliydim.

WA: Evet, bu sigara kutusu tam olarak bu formları neden farklı şekillerde de olsa kullandığımı açıklıyor. Doğru oranlara sahip olmayan bir bina rahatsız edicidir. Romalılar, Yunanlılar’ın tüm ömürlerini almış bunları bulmak, kullanılmış, denenmiş ve doğru. Rönesans tablolarında da görürsünüz, müzikal ölçüler ve tüm oranlarla birlikte, ne kadar doğal durduğunu görürsünüz. Bu nedenle, bilmiyorum, müdahale etmek doğru değil sanırım.

ZA: Büyük kitlelere sahip kamu yapıları kadar küçük ölçekli tren istasyonaları da yapıyorsunuz? Bu farklı ölçeklerdeki projelerde oran kadar başka neler öne çıkıyor?

WA: Kent söz konusuysa ölçeğin değişmesi doğal. Tren istasyonundan biraz bahsedersek, örneğin North Greenwich Tren İstasyonu’nda bir katedral yaratmaya çalıştım. Geç dönem rönesans ressamlarından Piranesi’den etkilendim. Karanlıkta kaybolan merdivenler resmeder, mekanın sonunu göremezsiniz, “Evet, ben de yer altındaki tren istasyonunda bunu yapabilirim” dedim. Bu nedenle çok iyi çalışmasa da, yaptım. Eğer Ocak ayında İngiltere’de sabah sekizde işe gidiyorsanız, sizi neşelendirecek bir öğe bulmalısınız o tren istasyonunda. Mavi camdan aynalar ve mavi bir istasyonu bu nedenle yaptım. Mimarlar bunu yapabilirler; Pazartesi sabahlarını Cumartesi gününe çevirecek güçleri var.

ZA: Çalışma şeklinize bakacak olursak, Londra ve Toronto’da ofisleriniz var. Başka hangi şehrilerde ve kaç kişilik ofisleriniz var?

WA: Şu anda Londra ofisinde 50, Toronto ofisinde 7, Singapur’da 40 veya 50, Şangay’da 15, Pekin’de de 9 kişi çalışıyor. Yakında belki Viyana’da bir ofis açacağım. Uygun koşullarda farklı şehirlerde olmak güzel.

ZA: Bütün bunların yanında bir de sanat projeleriniz var. Sanatın mimarlığınıza nasıl yansıdığını düşünüyorsunuz?

WA: Bence aralarında bir fark yok, benim sanat projelerim yok, sadece sanatım var.

ZA: Ne zaman resim yapmaya başladınız?

WA: Tüm hayatım boyunca yaptım.

ZA: Peki neden mimarlığı seçtiniz?

WA: Çünkü tüm hayatım boyunca mimarlık yapmak istedim. Mimarların ne iş yaptığını bilmeden önce de mimar olmak istiyordum. Annem öldüğünde, eşyalarının arasından 6 yaşında yaptığım bir ev resmini gördüm. Annem için bir ev çizmişim. Çok da güzel değildi. Mimar olmak istemediğim bir anı hatırlamıyorum. Bu kadar basit. 15 yaşımdayken babam öldüğünde New Hampton’da yatılı okula başladım ve ve tüm notlarımı A getirmeye çalıştım. Çünkü mimar olmak istiyordum. Bir ofiste asistan olarak çalıştım -aslında fena değildi birçok şey öğrendim. Mimarlık okuluna girmek için gerekli dereceleri alınca, sanat okuluna gitmeye karar verdim. Sadece kendimi yeniden programlama hevesine kapılmıştım. O zaman mantıklı geliyordu. Gittiğime de sevindim, çok fazla şey öğrendim. Tam heykeltraş olmak üzereyken, üniversite başvurularını yapma zamanı gelmişti. O zaman biliyordum ki, birçok okulun arasında mimarlık okumak için en iyi okul AA’di (Architectural Association – Londra). Eğer beni kabul etmeselerdi, gidip heykeltraş olmak için okuyacaktım. Son senemi Roma’da geçirdim. Lisansımı bitirdiğim zaman Cedric Price’da çalıştım. Orada çalışmak istiyordum ve bu konuda şansım yaver gitti. Orada yarı zamanlı çalışırken, bir yandan da bir okulda heykel dersleri verdim. Heykel dersleri verme işini de kazara aldım. Bir arkadaşım üniversitedeki o pozisyona sürekli başvuruyor ve kabul edilemiyordu. Başvuru mektubunu gösterdi ve düzeltmemi istedi. Baştan bir mektup yazıp, model olsun diye ona verdim. Arkdaşım benim başvurum olarak göndermiş ve kabul edildim. Ardından onun da kabul edilmesi beni mutlu etti. Çok komik bir hikayedir.

Bir bakıma sanat ve mimarlık çevrelerinde çalışmak birbirlerine çok yakındır. Cedric Prize’ı bitirdikten sonra Amerika’ya gittim ve İngiltere’ye geri döndüm. Uzmanlık alanı tiyatro yapıları olan mimar Roderick Ham ile birlikte çalıştım. Çok ilginçti. Onun bir proje için desteğe, benim de paraya ihtiyacım vardı ve altı haftalık bir süre için onunla çalışmaya başladım. Sonradan neredeyse iki sene birlikte çalıştık. Öğretmenliğe de devam ettim.

ZA: Ofisinizi ne zaman açtınız?

WA: Riverside Studios’dan bir projesi teklifi geldi. Onlara “Ofisim yok, eğer ücretimin bir kısmı olarak bana bir ofis verirseniz neden olmasın?” dedim, böylece 1971’de kendi ofisimi açmış oldum.

Riverside Studios çok ilginç bir yerdi; o üç sene boyunca çok moda bir sanat merkeziydi. Dansçılar, kareograflar, mimarlar orada buluşuyor ve saat altıdan sonra aşağıdaki barda içiyorlardı. Samuel Beckett da oradaydı. Yaptıklarından değil, sadece kriketten bahsederdi. Ofisimi yeni açmıştım ve kendimi böyle bir çevrede buldum. 5 sene Riverside yakınlarındaki ofisimde kalıp, sonra daha büyük bir ofise taşındım.

Şunu söyleyebiliriz, sanat her zaman işlerimin temelinde, arka planında yerini aldı.

ZA: Bütün bu tecrübeleriniz sonunda, 42 yaşınızda da ilk bağımsız binanızı yaptınız.

WA: Kendimi yaratan bir mimar olduğumu söyleyebilirim. AA’ye gittiğim zamanlarda tamamen farklıydı. Archigram etkisindeydi ve neredeyse bütün üyeleri hocamız oldu. Benim dönemimde Rem (Koolhaas), iki dönem ardımdan da Zaha (Hadid) geliyordu. Oldukça sağlam bir dönemdi. Başta da söylediğim gibi mimarlık okunabilecek en ilginç yer AA’di o zamanlar. Peter Cook ayrılıp başka üniversiteye geçtiğinde, gittiği üniversite farklılaştı.

ZA: Peter Cook mimarlığınızı etkiledi mi?

WA: Archigram etkiledi. Peter Cook’un ders verdiği sene ben Roma’daydım. (Gülüyor) Son sene hiç hocam yoktu, Roma’nın kendisi dışında.

Diyelim Dünyanın Herhangi Bir Yerinde Bir Okul Kuracak Oldum…

ZA: Şimdi dünyanın farklı ülkelerinden öğrenciler için değişim programları var. Sizde 11 senedir Viyana Teknik Üniversitesi’nde ders veriyorsunuz. Bir okul veya bir atölye çalışması yapsaydınız nasıl bir kurguya giderdiniz?

WA: Eğer birşey yapsaydım, bunu Viyana’da yapabilirdim. Üniversite çok büyük ve sistem ağır işliyor fakat öğrencileri çok seviyorum ve sanırım onlar da beni seviyorlar. Diğer hocalar umrumda değil pek. Diyelim dünyanın herhangi bir yerinde bir okul kuracak oldum; fazla büyük yapmazdım, sanat ve mimarlık öğrencileri birarada bulunurdu ve onlara aynı şekilde davranırdım.


“Image Overcoat Cloud of Comfort Climatic”: Conceptual Painting for OCAD, Toronto @Canadian Centre for Architecture

ZA: Bu yaklaşımınız yaptığınız eğitim yapılarına da yansıyor.

WA: Evet, oldukça. Bence ideal olarak, genç mimarlar ve genç sanatçılar bir arada olmalı. Sonuçta herkes sanat ve mimarlıktan bahsediyor fakat erken yaştaki bu etkileşimin önemini farketmiyorlar. Ancak sanatçı mimarı, mimar da sanatçıyı tanırsa ideal ortam yaratılabilir. Ortak bir saygı ve anlayış gelişir. Eğer dünya bunu önemli bulursa, o zaman bu dalların gençken iletişime geçeceği bir platform yaratılır, okulu açılır. Olması gereken budur.

ZA: Türkiye’de pek etkileşimde sayılmayız ama istisnalar dışında birçok üniversitede mimarlık bölümleri, mühendislik fakültelerine bağlı, yani bu bölümler birbirlerine yakın olarak algılanıyor.

WA: Mühendisler değerli insanlar ama aynı şekilde onlar da diğer mesleklerle birlikte eğitim almalılar. Böylece birbirlerini anlayacak şekilde çalışmayı öğrenebilirler. Düşünün ilk sene farklı dallardan 50 öğrenciniz varsa, her sene bir elli daha katılacaktır. On senede 500 öğrenci eder; birbirlerinin dilinden anlayan, çalışmayı bilen 500 öğrenci. Bu çok kıymetli bir birliktelik. Eğer İstanbul’da veya herhangi bir yerde mimarlık uygulamalarını veya kent çehresini değiştirmek isityorsanız, bu başlangıç için iyi bir nokta. Bu da sizin göreviniz.

*Bu söyleşi ilk olarak 05.07.2012 tarihinde Arkitera’da yayına açılmıştır.

Etiketler

3 yorum

  • simla-sunay-ozdemir says:

    Başbakan: “Terör, milleti dizayn etmenin aracı oldu. Öyle bir tezgah kurmuşlar ki terörle korkutup siyaseti dizayn ediyorlar. Korkutup bölgeyi dizayn ediyorlar” dedi.(Muhalefete yönelik)

    Günler sonra… Bugün…

    Başbakan: “Taksim de miting alanı olmayacak. Kadıköy’de de mitinge izin vermeyeceğiz. Burası hukuk devleti” dedi.

    Başbakan hukuku dizayn etti!

  • tulay-demirci says:

    Size herseyden once, bu hukumetin de bu cumhuriyetin bir urunu oldugunu soylemek isterim.

    Basbakan Istanbullu.

    Istanbul ve Turkiye, bana sorarsaniz mimari acidan dunyanin en cirkin, evet EN CIRKIN sehirlerinden ve ulkelerinden biri.

    Nicin mimarlar olarak bu cirkinlikten hic utanmiyorsunuz? Nasil oldu da simdiye dek bundan hic utanmadiniz?

    Turk bir mimar olarak once, yasadiginiz, sokaktaki evlerden, sehirlerin korkunclugundan utanmalisiniz.

    Peki, bu ulkede/sehirde yillardir kesilen agaca, yok edilen ormana simdiye dek nicin hic sesinizi cikarmadiniz? Turkiye/istanbul, yukaridan bakilinca koca bir col gibi, kahverengi, gri ve sari. Yesili yok edilmis.

    Bu hukumetten once de yakilip, kesilip yok edilmedi mi ormanlar, yesil alanlar?

    Bu duruma onyillardir nicin ses cikarmadiniz da simdi bas bas bagiriyorsunuz? Nicin ses cikarmadigizi soyleyeyim: bilmediginizden, farkinda olmadiginizdan…

    …sizi ideolojik olarak rahatsiz eden bir durum/hukumet olmadigindan… ucu size dokunmadigindan (halbuki dokunuyor cok yakindan)…

    …Severek ve %100 katilarak okudugunuz dergi ve gazetelerden beselendiginiz bilgilere ahkam kesmekten baska hic bir seyi beceremediginizden.

    Politik olarak benimsemediginiz bu hukumetin yaptiklari, sizin yapamadiklariniz aslinda. Ofkeniz buna.

    Siz hic havaalani yapilacak bolgeye gittiniz mi? Bogazdaki degil de diger Arnavutkoy neresidir bilir misiniz? Orada kimler yasar, nasil bir yerdir?

    Orasi da Istanbul. Sadece sizin bildiginiz Istanbul degil.

    Taksim’i de yapsinlar, Emek sinemasini da yeniden insa etsinler, sehirin gobeginde mitingleri yasaklasinlar, havaalani, kopru yapsinlar…

    Helal olsun, yapsinlar. Siz yapamadiniz, yapmadiniz, onlar yapiyor. Bravo! Yapsinlar, otesine bile gecsinler.

    Eski ve simdiki Kokusmus, yanlis, bozuk ve kohnemis, kuflenmis ama israrla kaniksanmis herseyden iyidir.

    Sizin bile hergun kufrettiginiz, hep gitmek istediginiz, nefret ettiginiz bu ulke ve bu sistemden hersey cok daha iyidir.

    Cok pardon ama bu ulkede onyillardir tarihi binalar yok ediliyor, sesiniz bir tek Emek sinemasi, Inci pastanesi icin mi cikiyor?

    Bu ne koyunluktur? Siz ne bicim mimarsiniz?

    Asil cahil olan sizsiniz, siz. Bu ulkenin mimarlari da bu ulke gibi eski ve islevini yitirmis.

    Yeter artik, herkesi, ama sizden baska herkesi cahillikle suclamaktan vazgecin, once kendinize bir bakin.

    Kesilecek agaclara feryat etmek yerine, nicin yeni ormanlar yapilmali demiyorsunuz?

    1 kesilirse 1000 dikilmeli diye bagirmiyorsunuz?

    Nicin yapici, uretken, olumlu yonde hic bir faydaniz yok yapilan hicbirseye?

    Daha akilli, daha iyi, daha ucuz, daha guzel bisey yapin koyun onlarine bas bas bagirmak yerine.

    Utanan bir mimar olarak yazinizi okuduktan sonra bu ulkenin mimari olarak nicin bu kadar cirkin oldugunu cok daha iyi anladim.

    Bana kalirsa, bu ulkede varligini ‘degismeden’ ve gelismeden devam ettirmek isteyen bir baska kurum da mimarlar odasidir.

    TD

    Not: “Allah’in izniyle” tabirini mecazi anlam ve soylenis bicimi/manasini manupule edip, dogrudan ifade ettigi sey olarak alarak, yazinizin cikari, temek tasi ve espirisi olarak kullanmaniz, sizin sadece kotu bir yazar degil, ayni zamanda art niyetli biri oldugunuzu da gosterir.

    Bir baska deyisle, yaziniz, baslik ve giris itibariyla onyargili, manupule edilmis ve olumsuz.

  • simla-sunay-ozdemir says:

    Sayın Tülay Demirci,

    Her yazı tartışmak için yazılır. Tartışmak ne güzeldir. Bu yüzden ya da sebepsiz yere sizi anlıyor ve serzenişinizi önemsiyorum. En önemli eleştiriniz neden geçmişte değil de bugün itiraz ettiğimize yönelik. Etmediğimizden nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz? Daha yakında Dalan dönemi yıkımları için pek çok itiraz yapıldı. Ama bu da bir cevap değil. Çünkü bugünü geçmişte yapmadıklarımızla yok göremezsiniz. Ne iyi ki şimdi itiraz ediyoruz(henüz). Sandığınızın aksine son 15 yılda olduğu kadar İstanbul talan edilmedi. Uydu fotoğraflarına bakınız. Geçmişteki itirazlarımıza verdiğiniz not düşük diye şimdi bu hakkı elimizden almak istiyorsunuz. Burada özgürlüğe müdahale çabası var. Sus diyorsunuz. Ama bunu yaparken siz rahatça Mimarlar Odası’na sert eleştiri getirebiliyorsunuz.

    Velev ki ideolojik nedenle itiraz ediyorum. Velev ki topyekun karşıyım mevcut iktidarlara.

    Tartışmak ne güzeldir.

    Allah’ın iznini isteyen ben değilim. Allah’ın iznini isteyenlere bir sorun önce kendi rant kavgaları, petrol, inşaat, nükleer enerji hırslarının kaynağını. Mimarlar tetikçidir evet sorumludur ama benim itirazım aynen ve netçe “baş”a dır. “Emek” gündemin simgesi daha önce AKM için çok mücadele verdik ve kazandık. Gerekçelerimiz vardı hepsini size burada anlatamam.

    Muhafazakarlardan “muhafaza” etmesi beklenir. Sizin manüpüle dediğiniz yazı bu paradoksu açığa çıkarmak için yazıldı. AKP muhafaza etmiyor peki nasıl muhafazakar olarak tanımlanıyor? “Allah’ın izniyle” ifadesi kimsenin tekelinde değildir. Başbakan’da tapusu yok. Ama sizde de yok. Başbakan projelerini halka kabul ettirmek için Allah’ın adını eksik etmiyor ama biz söyleyince sakınca oluyor.

    Başbakan İstanbullu değil Rizeli. İstanbullu olsaydı Çengelköy’deki Vahdettin’in Köşkü ve çevresini talan etmezdi Boğaz’ın değerini bilirdi. Belediye başkanı olması bunu değiştirmez.

    Tartışmak ne güzeldir.

    Ama…

    Saygı ve sevgilerimle…

Bir yanıt yazın