41. Yapı Fuarı - Turkeybuild İstanbul kapsamında konferans vermek ve atölye çalışmasına katılmak için İstanbul'a gelen Assemble'ın kurucu üyelerinden Maria Lisogorskaya ve Louis Schulz ile projeleri ve çalışma pratikleri üzerine konuştuk.
Bu sene 41.si düzenlenmiş olan Yapı Fuarı kapsamında Assemble‘ın kurucu üyeleri Maria Lisogorskaya ve Louis Schulz, Arkitera Mimarlık Merkezi’nin davetlisi olarak İstanbul’a geldi. Herkes İçin Mimarlık ile birlikte yürütücülüğünü üstlendikleri Yapı Unplugged atölyesinin yoğun çalışma temposu arasında, pek çok farklı disiplinden ismi bünyesinde bulunduran bir kolektif olan Assemble’ı ve yapmış oldukları çalışmaları kendilerinden dinleme imkanı bulduk.
Söyleşiye geçmeden önce, Yapı Unplugged atölyesi sonucu öğrencilerin ortaya çıkardığı ürünleri buradan inceleyebilirsiniz.
Tülay Aydın: Öncelikle Assemble’dan ve yaptığınız çalışmalardan biraz bahsedebilir misiniz? Bir tasarım/mimarlık kolektifi olarak nasıl bir araya geldiniz ve ekibinizi, çalışmalarınızı şekillendiren faktörler neler oldu?
Maria Lisogorskaya: Şu anda 15-16 kişiden oluşan bir ekibimiz var. İşe çeşitli etkinlikler için geçici kurulumlar hazırlayarak başladık. Sinemalar, film gösterimleri, tiyatro oyunları gibi çalışmaların ardından kademeli bir şekilde mobilyalardan tutun da sergilere, binalara kadar daha geniş bir yelpazede ürünler sunan bir tasarım stüdyosu halini aldık.
Louis Schulz: Ekibimizden bazıları mimarlık mezunu. Ancak benim gibi, mimarlık eğitimi almamış olanlarımız da var.
Assemble’ın çalışmaları genellikle geleneksel mekan üretimine meydan okuyan kentsel müdahaleler olarak karşımıza çıkıyor. Üzerinde çalıştığınız projeleri nasıl buluyorsunuz, birlikte çalıştığınız insanlar sizinle nasıl iletişime geçiyor, süreç nasıl başlıyor?
Louis: Projesine göre değişiyor, bazen yarışmalar oluyor ve onlara başvuruyoruz. Güney Londra’da bir sanat galerisi tasarımımız oldu örneğin, bir yarışma kazandık o çalışma ile. Bir başka çalışmamız da kendi çalıştığımız ofisimizdi: bu kendiliğinden ortaya çıkan bir proje oldu ve birçok kişi ile paylaştığımız bir binayı elden geçirerek, kendimize bir ofis yarattık. Bir yandan da birçok kişi için ortak bir çalışma ortamı sağlamış olduk.
Bir de yerel halkın da sürece dahil olduğu Granby Projesi gibi bir çalışmanız var… Katılımcı ve ortaklı projelerin günümüzde artık daha sık olarak hayata geçtiğini görüyoruz. Peki sizce günümüzdeki mimari uygulamalar ve mimarlık eğitimi de bu durumla orantılı olarak şekilleniyor mu?
Maria: Bence birçok insan şu anda kendi projelerine toplumu dahil etmeye çalışıyor. Ama günümüzde başka bir dil kullanılıyor. Şu andaki uygulamalar elbette ki elli yıl önceki uygulamalardan çok farklı çünkü endüstri gelişiyor; farklı araçlar, farklı ölçekler kullanılarak insanlar ile etkileşime geçiliyor ve toplum sürece dahil edilmeye çalışılıyor.
Louis: Granby daha çok yerel halkın projesiydi. Topluluk derneğini kuran onlardı, bizimle iletişime geçtiler ve bu konutları yeniden kullanılır hale getirdik. Bence bu projeyi de başarılı kılan bu. Bu, onların kendi projesi idi, biz ise sadece olanakları sağlayıp bunu hayata geçirdik. Projenin nereden geldiği ve odak noktasında nelerin olduğu; kimin neyi neden istediği çok önemli. Tasarımcının asıl değerlendirilmesi gereken ögeler de bunlar. Yoksa “katılım” fikri yapay bir hal alıyor.
Assemble’ın “yerel halkın kendi projesi” olarak nitelediği Granby Four Streets.
Bu gibi katılımcı projelerde aktörler arasında bilgi akışını ve iletişimi sağlıklı bir şekilde sürdürebilmek de çok önemli. Konu projenin sosyal boyutuna geldiği zaman, sizin sağlam bir ortak zemin oluşturabilmek adına izlediğiniz stratejiler neler?
Louis: Bu konuda herhangi bir standart cevap veya formül yok. Bizim tanımlanabilir bir tekniğimiz olduğunu dahi düşünmüyorum.
Maria: Varsayımlar ile de yaklaşmamak gerekiyor. Her bir projenin kendi sorunları, zorlukları var. Her bir projeye benzer şekilde yaklaşıp, çalışmalara başlamadan evvel varsayımlar ile hareket etmemek önemli. Bir alana keşif çalışması için gittiğiniz zaman belirli kalıplar ile yaklaşmak kolay. Okulda öğrencilere de anlatmaya çalıştığım bu idi.
Peki bu kalıp yaklaşımlar ve standart hale gelmiş çözümler sizce bize akademik eğitimin getirdiği bir şey mi?
Louis: Ben mimarlık eğitimi almadım, ancak benim bakışım şu yönde: mimarlık bir şeyleri yapabilmek için sadece bir araç, bir sonuç değil. “Bu insanların şuna ihtiyacı var, insanlara şunu verin.” denildiği an bir bina yapıp onun içini dolduruyorsun. O binayı yapmanın bir sebebi oluyor, ondan sonra mimarlık devreye giriyor.
Maria: Açıkçası bu konuda benim biraz kafam karışık, biraz da bu sebepten ötürü eğitmenliğe şimdilik ara verdim. İngiltere’de insanlar bina yapımı konusunda gerekli becerileri yeterince öğrenemiyorlar; bir diğer taraftan bakarsak, işin sosyal tarafına odaklanan okullar da oldukça fazla. Bu durum, politika ve toplum ile ilgili biri olduğum için bana ilgi çekici geliyor. Eğer mimarlık okuyorsan, mimarlığın araçlarını da öğrenmen gerekir. Mimarlık ve politika arasındaki ilişki biraz karmaşık; mimarlığın zor tarafı da bu. Mesela bir park yapıyorsan insanlara sunabileceğin en iyi parkı yapmalısın; o park insanların hayat kalitesini yükseltmeli ancak tüm sosyal sorunları yalnızca bir park ile çözemezsin.
Louis: İnsanlara bir park yapmanızın nedeni, onlara dışarıda vakit geçirebilecekleri bir yer vermek. Politik açıdan bakınca yalnızca bir alan açarak da insanlara bu alanı sağlayabilirsin, ancak o alanın kalitesini düşününce mimari işin içine dahil oluyor. Bunu bizim konuşmamız biraz tuhaf gelebilir, çünkü biz kendimizi mimar olarak tanımlayamıyoruz. Oluşum içerisinde her birimizin farklı görüşleri var ve yapmak istediğimiz şeylerde mimarlığı yalnızca bir araç olarak kullanıyoruz. Çalışmalarımızda mimari sürekli işin bir parçası olsa da, mimarlık çalışmalarımızın tek odağı değil. Örneğin insanları sinema projemizden haberdar edebilmek için web sayfasını kendimiz hazırlamıştık. Ayrıca bu sinemada hangi filmin gösterileceğinin programlanmasını da kendimiz yaptık. Kısacası mimari bizim hedeflerimize ulaşmamız için kullandığımız bir araç, ancak bu işlerin farklı boyutları da var. Projeleri yürütürken bütüncül bir yaklaşım ile hareket ediyoruz.
Maria: İşin içinde yalnızca yapı yoktu; yemekleri de düşündük, giyilecek kıyafetleri de… Her şeyi detayları ile farklı açılardan ele almaya çalışıyoruz. Bu noktada mimarlık okulları biraz teorik kalıyor.
Cineroleum projesi ile, Londra Clerkenwell Road’daki bir benzin istasyonunu sinemaya dönüştürmek amaçlanıyordu.
Pratiğinizde el emeğine değer veren bir yaklaşım izliyorsunuz. Yapı Unplugged atölyesi de bunun örneklerinden biri. Bu gibi çalışmalarda size ilham veren şeyler nedir?
Maria: Tasarım sürecinde bilgisayar kullanmak beni artık usandırdı. Bu süreçte farklı yöntemler izlemek, materyallerle oynamak hoşuma gidiyor, zihin açıcı oluyor. Farklı çözümler yaratabiliyorsun ve kağıt üzerinde çalışmaya kıyasla farklı olasılıkları görebiliyorsun. Sonuçları daha eğlenceli ve daha tatmin edici oluyor.
Louis: Tarihi süreç içerisinde iş gücü sürekli bölünmeye uğramış. Aynı anda hem taş ustası hem de usta bir marangoz olamazsın. Bir işte ustalaşabilmek için bir ömür boyu emek vermen gerekiyor, yapı tasarımı söz konusu olunca da aynı şey geçerli. Bu nedenle pratik çalışmaları sürdürmek önemli. Endüstriyel tasarıma bakalım örneğin: eskiden bir sandalyeyi tasarlayan ile imal eden kişiler çoğunlukla aynı idi, ya da en azından aynı oluşumun içerisindeki insanlardı. Ama şimdi işler biraz daha ayrılmış durumda: yalnızca tasarımcı da olabiliyorsun. Bence bu zor bir görev, çünkü o sandalyeyi tasarlayan insan malzemeler ve süreçler hakkında da bilgi sahibi olmalı. Bütün bu süreçlere hakim olmak çok zor. Bir nesneyi anlamadan, onun nasıl üretildiğini bilmeden onu tasarlayamazsın.