KPM'nin kurucusu Kerem Piker ile, güncel çalışmaları, İstanbul Tasarım Bienali, Karaköy ve İstanbul'un güncel durumunu içeren keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Kerem Piker: Çok hızlıca hikayeyi anlatayım. Ortağı olduğum EAA – Emre Arolat Architects’ten 2010 yılının sonunda bu ofisi kurmak üzere ayrıldım. Aslında Emre Bey’den müsaade istedim. Anlayışla karşıladı, epey de destek oldu. 2011’in başından itibaren de biraz tesadüfler sonucu Karaköy’e geldim. Tesadüflerden kastım şu; bu ofisi kurmadan önce aklımda herhangi bir yer, plan, program yoktu. Aslında biraz oluruna bırakmıştım. Yakın arkadaşlarım Selva Gürdoğan ve Gregers Tang Thomsen Superpool’u daha önce Karaköy’de kurdukları için yerleri müsaitti, onlar beni misafir ettiler. Uzun bir misafirliğin ardından, Karaköy’e alıştım ve burayı sevdim. Ofisi de burada kurmaya karar verdim. Kısaca öyküsü bu. İki yılı aşkın bir süredir de Karaköy’deyim. Küçük bir ofis. Benim de içinde bulunduğum üç kişilik çekirdek bir ekip ama olabildiğince yapıyı açık tutmaya çalışıyoruz. Dışarıdan kısa süreli, özellikle heyecan verici işler geldiği zaman çok kısa sürede ekibi genişletmek ve verimli bir işbirliği kurmak mümkün olabiliyor. Bunu da seviyorum açıkçası. Biraz o duruma göre ekip kurmak ve onların özel katkısının arttırdığı bir performansla çalışmak daha verimli oluyor. Şimdilik durum bu.
KP: Burası genç bir ofis. Ofis olarak genç olduğu gibi, çalışanlar da genç. Genç ofisler olarak aslında içinde mimari tasarım olan her türlü işi yapmaya çalışıyoruz. Ama bunu yaparken bizim tasarımcı olarak katkıda bulunabileceğimiz işlerin içinde bulunmaya özen gösteriyoruz.
Şu ana kadar yaptığımız işler hep birbirinden farklı oldu. Yenileme projesinde de bulunduk, yeni yapı da projelendirdik. Bugünlerde KPM olarak ilk yapımız, Ataşehir’de bir ofis binası, inşa ediliyor. Mimari projeler haricinde İstanbul Tasarım Bienali’ne de bir iş yaptık. Bir tür araştırma projesi diyebileceğimiz geniş kapsamlı işlere vakit ve enerji ayırmayı, bunun üzerine düşünmeyi de seviyorum. Yarışma projesi de yapıyoruz. Yarışma konusunda ilk kurulduğumuz andan itibaren bir şekilde şanslıydık, ilgimizi çeken konuların içinde yer alma fırsatı bulduk. Ödül aldıklarımız ve alamadıklarımız oldu. Kamusal tarafının da ağır basmasından ötürü mimari proje yarışmalarını değerli buluyoruzama yarışmacı bir ofis değiliz. Öyle bir birikimimiz yok, arayışımız da yok. Nasıl proje üretiyorsak aynı şekilde yarışma yapıyoruz.
KP: Bu bir tesadüfler zinciri aslında. Burada bir seneyi aşkın süre beraber çalıştığımız Yelta Köm, “Herkes İçin Mimarlık”ın kurucularından biri. Yelta’nın bizim ofise gelmesi benim daha önceden tanıdığım Erdem Tüzün vasıtasıyla oldu. Onlarla beraber kısa süreli bir çalışma döneminin ardından Yelta, Arkitera Seyahat Bursu ile dünyayı dolaştı. Geldikten sonra da bir sene beraber çalıştık. O dönem Herkes İçin Mimarlık Derneği’nin tam kurulma dönemiydi. Bu denli yakın temas içerisinde olduğunuzda tabii ilginiziçekiyor. Çok sosyal birisi olduğum söylenemez, etrafta ne olup bittiğini de biraz geriden ve mesafeli takip etmeye çalışırım. Fakat bu kadar yakınımda olunca ben de “Herkes İçin Mimarlık”ı ilgi ile izledim. Çok aktif ve bariz bir rolüm yok, bu grubun yönlendiricilerinden ya da resmi üyelerinden biri değilim. Dernek istediğinde katkıda bulunmaya ve yardım etmeye gayret gösteriyorum. Herkes İçin Mimarlık’ın varlığını ve etkinliğini çok önemsiyor ve elimden geldiğince destek olmaya çalışıyorum.
KP: Mimarlık ofisleri belki Türkiye’de çok uzun bir süre yapı yapma telaşından ve yapıları istedikleri gibi yapma telaşından bu türden bir araştırmaya gitmediler, bienallerde, sergilerde yer almak gibi bir motivasyon geliştirmediler. Ofislerde böyle bir yaklaşım yoktu, keza mimari ofislerin sergi yapması da çok alışkın olduğumuz bir süreç değildi. Ben yine şanslı olarak, içerisinde uzun bir süre bulunduğum ve sonra ortağı olduğum ofiste bu konularda epeyce üretimde bulunma olanağına sahip oldum. Çünkü eski ortağım Emre Arolat buna çok açıktı. Ortamın eksiklerini en fazla hissedenlerden biriydi ve geliştirilmesine de epeyce emek harcadı. Geçen yıl ilk kez düzenlenen bienale gelince, Tasarım Bienali içerisinde mimar bir küratör olduğu zaman tasarım denilen konunun mimari ve kentsel tasarım üzerinden okunuyor olması çok büyük bir süpriz değil. Bir tarafından baktığımız zaman aslında bu çok da şanslı bir durum. Çünkü Tasarım Bienali’nin ardından farklı bir potansiyelin olduğunu, genç mimarların/tasarımcıların kent üzerine üretimde bulunmaya hazır olduğunu görebiliyorsunuz. Bizim de aslında Bienal için ürettiğimiz iş, “Bomba”, hayali bir senaryo. Etrafımız hakkında, içinde bulunduğumuz fiziksel çevre hakkında bir spekülasyon yaratmak, bir soru sormak üzerine… Yoksa “En iyisini biz biliriz ve en doğrusunu biz tasarlarız” diye çıktığımız ve “Bu şehir böyle olmalıdır” dediğimiz bir tasarım çözümü değil.
“Bomba”, İKSV 1. İstanbul Tasarım Bienali, Musibet Sergisi
KP: Evet uydurma aslında. İçinde bulunduğumuz fiziksel çevrenin öyle çok da planlanmış bir şey olmadığına dikkat çekmeye çalışıyoruz. Bu biraz da tesadüfler sonucu çıkmış bir çevre. Farklı yönlendirilseydi pekala farklı sonuçlara da olanak sağlayabilirdi. Biraz da üzerinde çok keskin fikirlere sahip olduğumuz yapıları, mahalleri, çevreleri, enstrümanları, bir kez daha düşünmemizi sağlar bu fırsat diye düşündük. İyi de bir süreç oldu. Bizim atölyede bir dönem bu iş için çalışan sayısı 14 kişiye kadar yükseldi. İTÜ ağırlıklı olarak, farklı üniversitelerde öğrenciliğini sürdüren ve o dönemde staj yapan arkadaşlarımız uzun bir süre boyunca bu işin üretiminde bulundular ve ciddi katkıları oldu. Bu vesileyle onlara da bir kez daha teşekkür ediyorum.
KP: Tasarım Bienali ilk kez yapıldığı için eleştirisini veya karşılaştırmasını yapmak çok zor tabii ki. Tasarım Bienali akıllara hep tasarım objeleri ile birlikte geliyor. Dolayısıyla yadırganmasını anlıyorum. Çünkü bu ülkede mimari tasarım hiçbir zaman bir tasarım işi olarak kabul edilmiyor, yapı yapma işi olarak görülüyor. Halbuki tasarım dünyasının içerisinde “mimari tasarım”, “kentsel tasarım” denilen meseleler de var. Tasarımın farklı boyutları var. Bu demek değil ki plancılar gelecekler, bir şeyleri çizecekler ve o zaman herşey düzgün olacak. Ama kentin, tasarım süreçlerinin bu kadar da uzağında durması anlamlı değil.
Bu yüzden Tasarım Bienali’nin kentsel dönüşümün kendisi de dahil olmak üzere tasarım süreçleri ve sonuçları üzerine düşünmeyi önermesini, önemli buluyorum.
Aslında bana tuhaf gelen, mimarlik bienalindeki işlerin bizzat kendilerinin eleştirisinin yapılmayışı. Bienal üzerine eleştiri çok genel bir çerçevede yapılıyor, içinde yer alan işlere yönelik üzerinde çok fazla düşünülmüş bir eleştiri yazısı okuyamıyoruz. Ağırlıklı olarak mimarlık medyasını eleştiriyorum bu açıdan, yoksa bienal kendisine gündelik basında epeyce yer buldu. Kimisi beğendi, kimisi beğenmedi. Öte yandan beğenip beğenmemenin ötesinde, bu işlerin sorduğu sorular çerçevesinde çok dişe dokunur bir analize de rastlamadım. Bu mimarlık ortamıyla ilgili bir problem aslında, salt Tasarım Bienali’ne özgü bir durum da değil, zira Türkiye’de bina eleştirisi de yok denecek kadar az.
KP: Yapılabilirdi. Genelde bu işi eleştirenler veya izleyenler bir anda anlamsız bir şekilde küratörün tarafında olanlar ve karşı tarafta olanlar diye ikiye ayrılıyor. Sonrasında da bu iki grup arasında bir tartışma başlıyor. Halbuki orada bir sürü ekip iş üretiyor. Bu işlerin her biri kendi başına doğru ya da yanlış, eksik ya da tam bir iddiada bulunuyorlar. Bunlar hakkında verimli bir konuşma yapmak hiç bir zaman mümkün olmuyor maalesef. Onun eksikliğini görüyoruz. Ama bu alıştığım bir şey benim. Binalar ve mimari projeler hakkında da böyle bir eksiklik var. Eleştirel bir ortamın yeterince kendini geliştiremediğini görüyoruz. Peki bizi eleştirseler ne olacak? Biz bu eleştirilerden bir şeyler öğreneceğiz, yaptığımız iş üzerinde bir kez daha düşünme ve başka türlü düşünme imkanı bulacağız, ama yok… Her zaman böyle oldu, galiba böyle de gidecek. Açıkçası bu durum biraz canımı sıkıyor ama yapacak pek bir şey de yok galiba. Kimseye zorla eleştiri yaptıramazsınız. Demek ki bir kesim bu işi, üzerine konuşmaya değer bulmuyor.
KP: Bence Tasarım Bienali’nin onuncusu yapılsaydı da böyle olabilirdi. Çok fazla bina yapılıyor ama mimarlık medyasında bina eleştirisi de görmüyoruz. Herhalde bunları konuşmayı ve tartışmayı bilmiyoruz. Bugün pek çok bina sosyal medyada eleştiriliyor ama bu eleştiri “beğendim”, “beğenmedim”, “çirkin”, “güzel” gibi bir eksende gündeme geliyor. Halbuki bir bina hakkında konuşacaksak söyleyeceğimiz, konuşacağımız en son şey bunlar belki de.
KP: 40 under 40 ödülü 2010 yılında EAA-Emre Arolat Architects’te bulunduğum süre içerisinde proje müellifi olduğum ya da tasarımına katkıda bulunduğum üç projenin değerlendirilerek uygun bulunması sonucunda, bana ve benzer değerlendirme ile ofisin diğer ortağı Gonca Paşolar’a verildi. Elbette böyle ödüller genç tasarımcılara güven veriyor. Öte yandan ödüller konusunda bir takım tartışmalar dönüyor; mimarlık hakkında çok fazla ödül verildiği, bu ödüllerin niteliği gibi… Evet bunların bir kısmı hakikaten tartışmalı ödüller, bir kısmı da daha saygın ödüller. Ödülün şu tarafını önemsiyorum, bu ödüller bizim bir dönem milletçe çok önemsediğimiz Türkiye dışında kendini var etme konusunda çok da kötü bir yerde olmadığımızı gösteriyor. Kimse size durduk yerde bir ödül vermez, demek ki doğru düzgün işler de yapılıyor burada. Onun ötesinde çok da fazla söyleyebileceğim bir şey yok. Ödül mekanizması gibi konular bence şu an mimarlık konusundaki en berbat mesele değil.
KP: Karaköy garip bir yer. Karaköy hakkında fırsat buldukça atölyede konuşuyor ve fikir üretmeye çalışıyoruz. Burası şu anda çok hızlı bir şekilde dönüşüyor ve bir şekilde bizler de bu sürecin bir parçasıyız. Çok özel bir yer; kentin uzunca bir dönem en prestijli iş merkezi olup sonrasında bu özelliğini kaybetmiş ve yıllarca atıl kalmış eski liman bölgesi. Şimdi bir anlamda yeniden keşfedildi ve gittikçe ivmelenen bir hızla dönüşüyor. Bizim bu dönüşümün içindeki rolümüz nedir diye sorarsanız, Karaköy’de, içinde bulunduğumuz handaki varlığımız diğer komşularımızdan pek de farklı değil. Yani çevreyi tümden değiştirecek baskın bir tarafımız yok. Hidrofor parçası satan dükkanın yerine açılan tasarım dükkanı biz değiliz, bir bistro da açmadık, ofisin kapısını kapatırsanız işhanındaki herhangi bir ofisten bir tanesiyiz. Dolayısıyla bizim buradaki yaşantıya müdahalemiz epeyce çekingen diyebilirim; Bu türden bir varoluş biçiminin de çok problemli olmadığını düşünüyorum. Yani gittiğiniz yere uyum sağlıyorsunuz, yeni alışkanlıklar da getiriyorsunuz ancak bunlar tolere edilebilir alışkanlıklar, belki biraz daha uzun çalışıyorsunuz ancak herkesin gittiği esnaf lokantasına gidiyorsunuz, arabayı herkesin park ettiği yere park ediyorsunuz, baklavayı Güllüoğlu’ndan alıyorsunuz… Bunun ötesinde çok marjinal bir durumumuz yok. Fakat Karaköy’deki esas dönüşüm aslında başka türlü oluyor. Burası bir daha geri dönüşümü olamayacak bir biçimde başka bir şeye dönüşüyor. Dönüştüğü şey ise varolan hayatı süpürüyor. Buradaki binaları da yaşantıyı da o arzulanan yeninin bir parçası haline getirmeye başlıyor. O zaman tereddütle yaklaşmaya başlıyorsunuz. Çünkü burası kentin çok özgün bir yeri. Çok uzun süre liman olarak kalmış, bütün yapısını liman bölgesi olmak üzerine kurmuş, genelev de burada, ticaret merkezi de burada… Bütün bunlar bir kenara atılıp “turizm” salt bir dönüştürücü güç haline geldiğinde, mekanlar bu yeni dünyaya dekor olacak şekilde yenilendiğinde varolan bütün sosyal ve fiziksel yapı siliniyor ve ortaya bir sorun çıkıyor. Aslında bu bir kentsel dönüşüm meselesi. Kentsel dönüşüm o kadar büyük ölçekli ve farklı mecralarda devam eden bir durum ki buradaki dönüşüm neredeyse hiç tartışılmıyor. Salt olumlu bir durum olarak görünüyor, çünkü herkes buranın yeni bir Soho olmasını arzu ediyor. Ancak ne uğruna diye biraz düşünmek lazım. Bu dönüşümün içerisinde ne kadar payımız vardır bilmiyorum, kendimi başta söylediğim sebeplerden ötürü rahatlatabiliyorum ve mevcut yapının içerisine yıkıcı olmadan adapte olabildiğimizi düşünüyorum. Ama bölgedeki genel tavrın bu olmadığını görüyorum. Burada çok uzun vadede mimarlık ofislerinin veya tasarım ofislerinin daha da önemlisi turizm dışında herhangi bir iş kolunun varolabileceğinden emin değilim. Karaköy bir başka şeye dönüşmek üzere. Bu dönüşüme tabii ki karşı duramayız ama yönlendirmek pekala mümkün.
KP: Şu anda İstanbul’la ilgili olarak fikir oluşturmak zor. Çünkü ilginç bir dezenformasyon durumu var. Aslında en büyük problem de kent hakkında gelecekle ilgili kurulmuş senaryolara ilişkin doğru düzgün bilgi sahibi olamamak. Yani bu kanalların açık olamaması, ya da verilmiş kararlardan çok geç, neredeyse faaliyet başlarken haberdar olmak. Şu anda bir şeyler oluyor ve ne olduğunu bilmiyoruz. Bir yerlerde yeni şehirler kurulacak deniliyor, öbür tarafta havaalanı inşaatı başladı deniliyor, başka bir yerde kanal açılacak deniliyor, öbür tarafta bir yerde apar topar bir kentsel dönüşüm seferberliği var. Bu işin sadece ölçekle de ilgili olmadığını düşünüyorum. Evet İstanbul çok büyük bir şehir ama her şeye rağmen bunlar hakkında bilgi sahibi olmak bu kadar zor olmasa gerek. Dolayısıyla sürecin bu kadar dışında kalmak, ne olduğunu bittiğinin bu kadar geç farkına varıyor olmak bence başlı başına bir sorun.
KP: Bu işlerin içerisinde illa bir mimari proje ofisi veya tasarımcı ofis olarak yer almamız gerekmeyebilir. Siz pozisyon olarak bunun içinde yer almayı seçersiniz veya seçmezsiniz. Açıkçası bu bir noktada o ofisin veya tasarımcının kararıdır. Ama olan bitenden bu kadar bihaber olmak başlı başına bir problem bence.
KP: İçerisinde yalnızca karar alanların ve o karara tabi olanların bulunduğu bu kadar keskin bir süreç çok sağlıksız, bunu hepimiz söylüyoruz ama bu neyi değiştirir bilemiyorum. Öte yandan gerçekten neyi tartıştığımızı bilmeden kendimizi garip bir şekilde pozisyon almak durumunda buluyoruz. Taksim üzerine çok fazla konuşuluyor. Cami ayrı bir tartışma, kışla ayrı bir tartışma, yayalaştırma projesi ayrı bir tartışma… Bunların içerisinde ciddi bir süreç problemi var. Kararlar tepeden inme uygulanıyor, bu işin böyle yapılmasına da hepimiz itiraz etmeliyiz. Ama bunun ötesinde projelerle ilgili de bazen kendimizi tuhaf bir tartışmanın içerisinde buluyoruz. Öyle bir fotoğraf görüyorsunuz ki mesela, Taksim’deki bütün ağaçların kesildiğini zannediyorsunuz bir anda hezeyan halinde yeni bir tartışma doğuyor. O yüzden o dezenformasyon durumundan kurtulup biraz sakin bir şekilde bu işi tartışmak lazım. Benzer bir durum Ağaoğlu projesiyle ilgili yapılan tartışmalarda da var mesela. Ben Ağaoğlu’na karşı imza toplanmasını hala anlamıyorum. Bir müteahhite karşı niye imza toplarsınız ki? Kentsel planlama kararlarını onaylamayabilirsiniz ve bunlara ilişkin imza toplamak da, hesap sormak da en doğal hakkınızdır, ancak hesap soracağınız kişiler karar alıcılardır. Öte yandan bir yatırımcının, eğer ki kanunsuz bir iş yapmıyorsa, protesto edilecek bir şeyi de yoktur. En fazla oradan ev almazsınız.
Sağlıklı bir tartışma yürütemiyoruz. Çünkü nasıl tartışma yürütülür onu bilmiyoruz. Bunun nasıl aşılabileceğini bilmiyorum ancak yapa yapa herhalde olacak, zamanla taşlar yerine oturacaktır diye ümit ediyorum. Genel olarak sorun kente ilişkin kararlardan bihaber olma durumu. Ama onun ötesinde pozisyon almak gerektiği zaman da çok sağlıklı tepkiler veremediğimizi düşünüyorum.
KP: Önce kitap tarafından başlayayım. Literatür Yayınevi ile beraber 2005 yılında Emre Arolat monografisini hazırladık. O proje için önce sadece görsel malzemenin temini ve tasnifi ile sorumluydum. Fakat bir noktada yapılan iş içimize çok fazla sinmedi ve tasarımcı olarak da işin içerisine girerek kitabı tamamladık. Kitap macerası öyle başlıyor. Sonrasında ofisin “Nazaran” sergisini yaptık. Sergi kitabının da ofis içerisinde tasarlanması gündeme geldi, o da ikinci macera… Başka bir kitap ise başlayıp sonrasında askerlik yüzünden yarım bırakmak zorunda kaldığım, Gonca Paşolar’ın Emre Arolat’la beraber tamamladığı “Dalaman” kitabı. Belki biraz eski kafalıyım, bu internet dünyasında bir türlü aradığını bulamayanlardan ve bulduğunu da doğru düzgün kullanamayanlardanım. Dolayısıyla kitaplar daha kullanışlı geliyor bana. Başı sonu belli, neyin nerede olduğu belli, takip etmesi de daha kolay. Bu ofisin bir kitabı olur mu? Nasıl bir kitap olduğuna bağlı. Monografiden bahsediyorsak, bu zaman içerisinde biriken bir bilgidir, bu ofisin o kadar uzun yaşadığını görürsem eğer, elbette ki yapmak isterim. Ama onun dışında aslında şöyle bir dert var. Mimar olarak bizler çok fazla yazıp çizmiyoruz, yani malzeme üretmiyoruz, dolayısıyla aslında bir yayın problemi değil içerik üretme problemi var. Bu konuda en çok da kendime kızıyorum; yayın yapılacağı bir an geldiğinde de internet üzerinden yapmanın elbette ki kolaylıkları var, bunu kabul ederim ama kişisel olarak basılı yayını kendime daha yakın buluyorum. Nasıl yaparız şu an kestiremiyorum ama mutlaka peşine düşeceğim, bunu söyleyebilirim.
Üniversiteyle olan ilişkiyi de seviyorum. Şimdiye kadar farklı dönemlerde hem konuk jüri üyesi olarak, hem de stüdyo yürütücüsü olarak farklı okullarda bulunma şansına sahip oldum. Bir dönem Emre Arolat’la Bilgi Üniversitesi’nde beraber yüksek lisans stüdyosunda yürütücü olarak yer almıştık. Geçtiğimiz dönem YTÜ’de Mimari Proje 4’te proje stüdyosunu genç bir ekiple beraber yaptık. Bu dönem de İTÜ’de diploma jürisinde yer alıyorum. Üniversitede olmak sürekli kendi yaptığınız işi gözden geçirmenizi, bir kez daha düşünmenizi sağlıyor. Çünkü orada çok daha fazla taze fikir var. Dolayısıyla üniversiteyle ilişkimi de onlardan talep geldiği sürece olabildiğince sıkı tutmaya çalışıyorum…
KP: Ben teşekkür ederim.
Kerem Piker Mimarlık projelerini Arkiv’de incelemek için tıklayınız.