Mimarlık Tarihi Söyleşileri: Afife Batur

Mimarlık Tarihi Söyleşileri serimize Prof.Dr. Afife Batur ile devam ediyoruz.

Betül Atasoy: İTÜ Mimarlık Tarihi kürsüsünün kurulmasında yer alan biri olarak bu sürecin nasıl geliştiğini bizimle paylaşır mısınız? Ayrıca mimarlık tarihinin Türkiye’de farklı bir uzmanlık alanı olarak ayrılmasında rol oynayan aktörler kimlerdi?

Afife Batur: Böyle resmi bir süreç ilk olarak bizim üniversitemizde başladı diyebiliriz. Bunun öncesinde tabii ki mimarlık tarihi dersleri okutuluyordu, hatta geçenlerde düzenlenen Ali Saim Ülgen Konferansı’nda da gördük ki o dönemde de mimarlık tarihi dersleri program içerisindeydi. Kuşkusuz, Beaux-Arts modelini benimseyen Sanayi-i Nefise’nin kuruluşundan itibaren bu dersler veriliyordu. Ancak bunun bir ana bilim dalı olarak resmiyet kazanması -bunu iddia etmek çok tevazu dışı görülebilir – bizim kürsüye nasip oldu diyelim. Çünkü kürsümüzün kuruluşunda Prof. Paolo Verzone gibi tecrübeli ve yetkin bir bilim adamının birikimi ve attığı temeller vardı. Elbette Prof. Onat döneminin bilimsel ciddiyeti de göz ardı edilemez.

Lisans öğrenciliğimin son döneminde Prof. Verzone rölöve derslerine gelirdi. Rölöve-1 dersi yapısal öğelerinin çizim tekniklerinin eğitimini veren bir dersti. Rölöve-2 ise daha komplike, bina bazında bir proje olarak yapılıyordu. Bu derslerin içeriğini ve yürütülüşünü Verzone düzenlemiş olmalıydı.. Bu dersler ister istemez bazı teorik bilgilerin de derlenmesini içeriyordu. Prof. Verzone tabii Antik, Bizans, Roma, Rönesans mimarisini anlatıyordu. Ancak Osmanlı mimarisinin bilimsel bir prosedüre oturtulması bildiğim kadarıyla Prof. Doğan Kuban’a aittir.

BA: Akademideki eğitim ve çalışma yaklaşımları ekollerle mi gelişir ve değişir? Bu bağlamda Doğan Kuban’ın İTÜ’deki rolü hakkında ne düşünüyorsunuz?

AB: Tabii bilginin örgütlenmesi ve araştırma yaklaşımları, biraz ekollerin anlayışlarına paralel olarak belirlenir. Doğan Kuban, birikimi yoğun ve ilgileri çok geniş bir insandır. Toplumsal sorunlara da duyarlı ve onları tarih bilgisinin ışığında değerlendirebilen bir birikime sahiptir. Dolayısıyla mimarlık tarihine “biçimler tarihi”nin ötesinde daha derin ve daha geniş bir yaklaşım getirdi. O döneme kadar İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nde mimarlık tarihi de okutuluyordu ama okutulanlar ağırlıklı olarak biçime, biçim analizine ve sınıflandırmasına yönelikti. Toplumsal bağlamda değerlendirilmesi, düşünsel akımlar bağlamında öneriler getirilmesi ve onlara sosyo kültürel bir içerik kazandırması Kuban’ın sanıyorum başat katkısıdır. Bu açılımın benimsenmesi bizim dönemimizde oldu. Biz hatta kendimizi bu yeni yaklaşım açısından çok farklı bir yerde olduğumuzu hissederek çalıştık ve bunu yerleştirmeye ve kökleştirmeye, bunun bir çeşit ekolünü kurmaya gayret ettik.

BA: Geç dönem Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi mimarisinde uzmanlaşmanızda hangi olaylar ve kişiler etkili oldu?

AB: Benim alışılmış, skolastik bir çizgi üzerinde başladığım doktora tezimi Prof. Kuban, Osmanlı erken ve klasik dönem mimarlığının strüktür/biçim ilişkilerine yönlendirdi. Şanslıydım çünkü tez danışmanım olan Prof. H. Kemali Söylemezoğlu da bu açılımı benimsedi ve bir irdeleme çizgisine yöneltti. Kemerleri inceledim ama kemerleri de biraz mimar biraz statikçi gözüyle değerlendirmeye çalışarak inceledim. Doçentlik tezimde de strüktür/biçim bağlamını sürdürdüm. Bu kez geçiş öğeleri ve eğrisel örtülerde Osmanlı mimarisinin ana tasarım motiflerini ve bağlantılarını incelemeye yöneldim. Bu, tabii mimarlık fakültesinde olmanın getirdiği bir durumdu. Yani eğrisel örtüleri sanat tarihi bölümünde okutulan derslerden birine entegre etmek kolay değildi. Çünkü oradaki altyapı, eğrisel örtü sistematiğini analiz edecek birikimin dışında.
Sadece kemerler değil, yapabilseydim -kendi konseptimi kurarken Doğan Kuban’ın bana verdiği misyon doğrultusunda- Osmanlı strüktür elemanlarıyla biçim arasındaki ilişkinin deşifre edilip anlamlandırılmasını tamamlayacaktım. Tabii buna sadece kemerler ve eğrisel örtüler dahil değildi, sütunlar, sütun başlıkları ve duvarlar da dahildi. Kısacası beş ana öğeden oluşan bir kurgunun belirlenmesiyle işe başlamıştım. Bilgi birikimi şimdiki gibi yoğun değildi. Malzeme toplama açısından bile büyük zorluklar çekiyorduk. Burs sistemleri ya da destek programları da yoktu. Kendi üç kuruşluk asistan maaşlarımızla tamamen bir fedakarlık organizasyonu içerisinde çalıştım. İki sene geçtikten sonra baktım ki irdeleyeceğim malzemeyi toplamakta bile zorlanıyorum. Bunun üzerine sadece kemerleri doktora tezi olarak yapmaya karar verdik. Diğer topladığım verileri bir kenara bıraktım. Bu aşamada Turgut Cansever’in “sütun başlıkları” üzerine tez yapmış olması da bana yardım etti diyebilirim. Sütun başlıkları yapıldı, ben de sütunları incelerim dedim ama konu biraz içiçe geçmişti, ki bir mimar inceleme yapmıştı bu açıdan sütun ve sütun başlıkları konularını bıraktım. Osmanlı’da duvarları ayrı bir makale olarak yayınladım, o da sadece bir bölümüdür. İlknur Kolay bundan bir doktora tezi çıkardı. Benimkisi yüz küsur sayfalık, duvarlarla ilgili ilk niteliğinde bir yayın. En nihayetinde kemerler üzerine de doktora tezimi yapınca, eğrisel örtüleri doçentlik çalışmama bıraktım.

Çok zor şartlarda bu çalışmaları gerçekleştirdim. Asistan maaşları çok düşüktü ve ben aileden gelen bir gelire de sahip değildim. Bana yardım edecek asistanlarım da yoktu, hiçbir yerden destek alamıyordum. Nitekim doktora tezinde gördüğünüz kemerlerin bütün rölövelerini bizzat yaptım, bu sebepten doktoramı 9 senede bitirmek durumunda kaldım. Eğrisel örtüleri de çalıştım, hatta geçenlerde Aras Neftçi “Hocam neden yayınlamadınız?” diye sordu. Bizim zamanımızda yatırım yapacak parası olan birileri , kurumlar yoktu, nerede bastıracaktım? Doktora tezleri mecburi olarak basılıyordu İTÜ’nün kendi matbaasında. Ancak doçentlik tezlerini basmak gibi bir yükümlülüğü yoktu. O konuda başka hiç çalışma yok. Dedim ne yapayım artık gençler çalışsın. Yayınlanmadığı için tabii o da böyle battal vaziyette duruyor.

Doktora sırasında dışarıdan dersler aldım. İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’ne gittim, Oktay Aslanapa’nın derslerine katıldım. Orayı tanıdım. Beni en çok şaşırtan şeylerden biri, etrafımızda İstanbul’u oluşturan mimari birikimin neredeyse yarısı olan 18. ve 19. yüzyıl binaları yok sayılmasıydı. “Dejenerasyon… Dejenerasyon…” Acaba nasıl bir dejenerasyon? Dejenere olmak için bile bir felsefi dayanak lazım. Bu hiçbir zaman dile getirilmiyordu. Bu dejenerasyon ifadesi o zamanki milliyetçi ideolojiye dayanan bir sınırlandırma olmalıydı. O dönem strüktürel anlamda mimariyi çözümlemek çabasındaydım ancak bu ifadeler ilgimi çekmişti. “Bu bölümü bitirdim öbür tarafa geçeceğim” dedim kendi kendime. Çünkü bakir bir alan. Kimse çalışmamış bu konuda. Bir tek Doğan Kuban’ın yeterlik tezi olarak – o da Prof. Verzone’in önerisi olmalı- yazdığı ‘Osmanlı Barok Mimarisi’ vardı. Böylece geç dönem Osmanlı mimarlığı üzerine çalışmaya başladım. Bu alanda devam etmeye karar verdikten sonra ilk çalışmamı, ‘dejenerasyon sisteminin !’ ilk olarak görüldüğü Lale Devri üzerine yaptım. O zamanlar “Lale Devri’nde başladı her şey” deniyordu. Tabii Oktay Bey de giderek yaklaşımını değiştirdi. Tam o sırada İstanbul’a Amarikalı bir hoca geldi. Beni onun asistanlığına verdiler. İstanbul’un Antik dönemden başlayıp günümüze kadar olan tarihi yapılarını dolaştırdım. Bu sırada Beşiktaş’daki Şeyh Zafir Türbesi dikkatimi çekti. “Gelmişken şuraya da bakalım, her ne kadar önemsenmiyor ise de böyle bir yapı var ve ben bilinçsizce de olsa bir ilgi duyuyorum” dedim. Çok heyecanlandı görünce. “Niye çalışmıyorsun bunu?” dedi. Sonra İstanbul’daki 8-10 tane Art Nouveau yapıyı tanıtan ilk derlemeleri yaptı. Ve beni Art Neuveau’ya yöneltti. Böylece Lale Devri’ne başlarken Art Neuveau’ya sıçradık. Art Nouveau’nun Osmanlı mimarlığının geç dönemiyle tarihsel bağlarını araştırmaya giriştim. Araştırırken gördüm ki Art Nouveau her ülkede kendine özgü bir model ortaya çıkarıyor. İstanbul’un da farklı bir modeli olduğunu fark ettim. O modelin Osmanlı geç dönem mimarisi ile olan bağlarını birer birer keşfetmeye giriştim. Benim için çok heyecan verici bir bulguydu. Bu konudaki ilk çalışmamı 1975 yılındaki Uluslar arası Türk Sanatları Kongresi’nde verdiğim bir bildiri ile lanse ettim. Şimdilerde herkes son dönemle ilgileniyor. O Kongrede 150 katılımcı içinden geç dönem mimarisine yönelik yalnızca 3 kişinin bildirisi vardı. Yıldırım Yavuz Mimar Kemalettin’i anlatıyordu, ben Art Nouveau’yu anlatıyordum, diğer konuşmacı da Batı Anadolu’daki Barok camiler üzerine bir bildiri vermişti.

Sonra tabii başka talepler oldu. Örneğin ünlü hırsızım geldi (gülüyor) ve benden Balyan yapıları ve geç dönem mimarisi ile ilgili ansiklopedi maddeleri istedi. 2 yıl çalıştım. Dolmabahçe Sarayı başta olmak üzere kimsenin kafa yormadığı, gidip görmediği, bilmediği bir yığın yapıyı inceledim. Dolmabahçe Sarayı ile ilgili popüler birkaç yayından başka bir şey yoktu. Fakat aynı kişi benim yalnızca Balyan dönemi için verdiklerimi alarak “Osmanlı Mimarlığında Balyanlar” diye bir kitap yayınladı. Benim bilgimi başlarına uydurma tarih bilgileri ekleyerek yayınladı. Bu katastrofik olay, benim için önemli bir deneyim oldu. Dürtü yarattı bende. O itki, benim elimde çok önemli bir bilgi birikiminin oluşmasını sağladı. Balyan olmayan bir yığın yapı da bana verilen listede vardı ve ben onları da çalışmıştım. Ancak kitapta hemen hemen hepsi Balyan yapısı olarak tanıtıldı. Emrime fotoğrafçı verilmişti. Ben fotoğraflarını çektiriyordum. Filmler alınıyor, baskılar bana veriliyordu. Elimde bir tek Balyan yapıları ile ilgili foto baskı koleksiyonu var şu anda. Birikim böyle olunca Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi yayına hazırlanırken ben onun yayın kuruluna alındım. Orada sanıyorum 160-170’den fazla madde yazdım. Bu çalışma benim için bir külliyat oluşturdu.

Arkasından Tarih Vakfı benden Habitat 2 konferansı için “Dünya Kenti İstanbul” diye bir sergi istedi. Aşağı yukarı 1.5 yıl süren geceli gündüzlü bir çalışma ile o sergiyi de yaptım. Benim için sadece mimarlık değildi, aynı zamanda küratörlüktü. Sergiyle İstanbul’un sanat tarihi, musiki tarihi birikimi ile coğrafi, biyolojik, medyatik özelliklerini belgeleyerek –bence- görkemli bir birikim oluşturduk. Kısa metraj 12 belgesel yaptık. Birkaç tanesi dışında konsept yazılarını da ben verdim. Bu filmler, Tarih Vakfı sergisinde, her reyonda biri olmak üzere gösterime girmişlerdi. Bu sergi kamuoyunun büyük ilgisini çekmişti. Kamuoyu ilk kez İstanbul’un tarihi ile birebir karşılaşıyordu. Çok öğretici bir sergi idi. Çok sayıda bilim adamı katılmıştı. Prehistoria’dan günümüze kadar her alanın uzmanlarının içinde yer aldığı bir birikimdi. Tümünü ben organize ediyordum. Küratörlük birimi 3 kişi idi. Ben, Ayla Ödekan ve Stefan Yerasimos. Hepimiz marrka isimler olduk (şaka tabii). Bu Sergi ve yayınları, bana inanılmaz bir birikime sahip olma olanağı verdi. Çok yorucu ve yıpratıcı bir çalışmaydı. Sonunda yüz akıyla çıktığımıza inanıyorum.

BA: Peki Cumhuriyet dönemi üzerine çalışmaya nasıl başladınız?

AB: Bu kadar yakın dönemle çalıştıktan sonra Mimarlar Odası “Biraz da Cumhuriyet dönemi çalışır mısınız?” dedi. Mimarlar Odası için Cumhuriyet dönemi bilgilerini toplayan yayınlar ve bir İngilizce kitap hazırladım. Çok çeşitli kongreler düzenledik. Özellikle mimarlık ödül sistemi kurulurken kuruculardan biriydim ve ilk 2 dönem orada jüri üyeliği yaptım. Cumhuriyet mimarlığının nasıl ve hangi stratejilerle ele alınacağının, üzerinde nasıl çalışılacağının temellerini attık diyebilirim. Yıldırım Yavuz’la beraber çalıştık. Bu vesileyle söyleyeyim, doğrusu çok iyi arkadaşlarım ve dostlarım oldu. Bugün Stefan Yerasimos’un adı her geçişinde yüreğim sızlar. Büyük kayıptır bizim için. Ayla Ödekan desen öyle. Doğan Kuban ekolünün gözüyle, derinlemesine ve kapsamlı inceleyen bir Bizans ustasıdır.

BA: Gerçi bakıldığında Doğan Kuban’ın mimarlık tarihi alanında yönlendirmediği, etkilemediği bir insan yok gibi görünüyor…

AB: Biz onun dibinde, elinin altında yaşayan insanlardık. Ben ömrümün sonuna kadar onun asistanı olarak kalacağım. Profesör de olsam asistanıydım. Doğan Kuban’ın Türkiye’deki diğer anabilim başkanlarında görmediğim bir yanı vardı. Olağanüstü bir şekilde eleştiriye açık biriydi. En sert eleştirileri bile ona yapabilirdik. Kendisi başkalarına da yapardı. Dolayısıyla eleştirinin en sertine bile açıktı.

BA: Bu kadar eleştiriye açık olmak zor olsa gerek.

AB: Ama doğru da bir şey. Onu zenginleştirdi bu. Hele benim eşim (Selçuk Batur) çok dobra biriydi. “Doğan Abi” derdi ve istediğini söylerdi. Siyasi, kültürel ve bilimsel konulardaki her şey için istediğimizi söylerdik ona. Bu karşılıklı diyalog, bizi, hepimizi çok zenginleştirdi.

Bir de benim Paolo Verzone ile İtalya’da bir dönemim oldu. Torino’ya gittim. Onun kurucusu olduğu Politecnico di Torino’da çalıştım. Orada bugün için yüksek lisans denilen, 6 ay süren kurslara devam ettim. Akşamları para kazanmak için de Prof. Verzone’nin ofisinde rölöveleri temize çekiyordum. Hierapolis’te kazı yapılıyordu, Prof. Verzone de rölöveleri yapıyordu. Ben bir ara kazı yerine de gittim. Yaklaşık 5 ay rölöveleri çizdim. Bunların hepsi deney tabii. Biz mimarlık tarihi derslerimizde bütün mimarlık ekollerine ait sütun başlıklarının, kemerlerin hepsini kendimiz elle çizer, asistanın masasına bırakırdık. Benden önce Erdoğan Yalkın vardı, başka da asistan yoktu. İkinci asistan ben gelmiştim.

Asistanlığa girişim de şöyle oldu, çok komik bir hikayedir. Asistan yoktu, Erdoğan Abi de mimarlık yapmak üzere ayrılmak istiyordu. Ben de mimarlık tarihine ilgi duyuyordum. Doğan Bey bir gün beni çağırdı. “Asistan olmak istiyormuşsun öyle mi?” dedi. “Evet hocam” dedim. O dönem Doğan Kuban henüz doçentti. “Yabancı dil olarak hangi dili biliyorsun?” dedi. “Fransızca” dedim. Bir dergi çıkarıp önüme koydu ve “Oku bakayım” dedi, okudum. “Tercüme et” dedi, tercüme ettim. “Git sınav için dekanlığa adını yazdır” dedi. Böyle asistan oldum.

BA: Sizce mimarlık ve sanat tarihinde mimar olmanın getirisi ne olur, tam tersi tarihçi olarak mimarlık tarihi alanına giren birisi nasıl bir perspektifle katkıda bulunabilir?

AB: Bunun örnekleri var. Kişisellliğe dökmemek gerek ama sanat tarihçisi olarak mimarlık tarihi ile ilgilenen en bildik kişi Oktay Bey’dir. Kendisi çok önemli ve kıymetli bir sanat tarihçisidir. Fakat yapıya daha çok biçimsel kurgu analizi yolu ile yaklaşır. Bizler mimar olan mimarlık tarihçileri sadece biçimsel kurgu değil, strüktürel kurgu, inşai kurgu hatta maliyet, mal sahibi-mimar ilişkisi, kent-yapı ilişkisi, çok bağlantılı, mimarın bağlı olduğu çoğul ortamın bir ürünü olarak bakarız mimari yapıta. Tarihçinin bakışı da çok önemli. Mimar olmadan tarihçi perspektifi ile bakıldığında soru, tarihi olguların perspektifine çekilir. Biz maddi doğuşun koşulları perspektifinde bakarız. Şehircilik, arsa sorunları, topografyası, zeminin sağlamlığı… Bizim bakışımız daha bir farklıdır. Her 3 grubun birbirini tamamlayan tarafları var. Bizim de biçimsel çözümlerimiz yeterince zengin olmuyor olabilir. Ben de zaten o alana çok bulaşmak istemem.

BA: Mimarlar Odası’nda da yıllardır aktif görev alan biri olarak yakından gözlemlediğiniz bir durumdur diye düşünüyorum, pratikteki bir mimar, mimarlık tarihinden nasıl faydalanır?

AB: Çok önemli bir soru. Çünkü mimarlar ve mimarlık öğrencilerinin hiçbirisi mimarlık tarihini ana ders olarak görmezler. Geçilmesi gereken bir ders gibi görür. Oysa mimarlığın tarihi önemli bir evrim modelidir. Orada ilk insanların yerleşme modellerinden başlayarak günümüze kadar o evrimi incelediğiniz zaman bir yapının tasarımının, inşasının, anlatılmasının ve kurgusunun kendi içinde geçirdiği evreleri öğrenirsiniz ve o kurgu sistematiği sizin kurgu sistematiğinizi de zenginleştirir. Diyelim ki Mimar Sinan geldi Ayasofya’yı gördü. Bir mimarlık tarihi dersiydi onun için besbelli. Ya da öteki kiliseleri gördü. Bir mimar olarak istediği kadar dindar olsun, kiliselerden bir şeyler öğrenmiştir. Bir mimar olup da Küçük Ayasofya’nın strüktürünü anlamaya cehd etmemiş birisi kalkıp Selimiye’yi yapamaz. Onu taklit mi etti? Asla… Ama insan zekasının strüktürel kurgu için nerelere açılabileceğinin cesaretini orada buldu. Mimar durup dururken 6 destekli, 8 destekli bina yapayım demez. Denemeye girişir ama o girişimin bile bir uyarıcısı vardır. Sonra onun eksiklerinin tamamlanması duygusu hakim olur. Bir uyarandır o, ilham kaynağıdır diyelim.

BA: Cumhuriyet mimarisi ile geç dönem Osmanlı mimarisi birbirinden çok ayrı anlatılan ama birbirine çok yakın dönemler. Birbirlerine temas etmelerinden kaçınılıyor gibi. Bir cumhuriyet mimarisi var sanki havadan inmiş gibi. Bir de geç dönem mimarisi var o da ayrı bir dönem gibi anlatılıyor. Türkiye’deki tarih yazımı açısından bunu değerlendirebilir misiniz?

AB: Değerlendirmeye çalışayım kendi görüşüm çerçevesinde. Cumhuriyet dönemi Osmanlı mimarlığından kopuk bir mimari değildir. Realitenin bir devamlılık içerdiğini biliyorum. 1914’de bina yapanlar, 1920’de de 1925’de de bina yaptılar. Mimarlık öyle bir şey ki, sadece bize özgü değil, bütün dünyada da böyledir, devingendir ve icat etmeye, kendini yenilemeye yatkındır veya mecburdur. Hiçbir mimar kendinden önceki mimarı taklit etmeye girişmez. Bilmek başka, taklit etmek başka. Her mimar kendinden öncekini bilmeyebilir, yüzeyden bakıyor olabilir. Yine de yeni bir şeyler yapmak ister. Önemli ve büyük mimar dediğimiz kişiler kendinden öncesini bilen ve onu aşması gerektiğinin bilincinde olan kişilerdir.

Ancak tabii ki şöyle bir kopukluk yaşanmıştır. Osmanlı Devleti’nin özellikle son dönemlerinde Osmanlı mimarisinde yabancı kökenli mimarlar ağırlıktaydı. Yavaş yavaş mühendishane ve sonra Sanayi Nefise Mektebi’nin kurulmasıyla 19. yüzyıl biterken Türkiyeli mimarlar da gün yüzüne çıkmaya başladılar. 1914’lere gelene kadar sağlam bir kadro vardı. Sadece mimari kadro değil, işci ve usta kadrosu, kalfa kadrosu da çok sağlamdı. Bunların büyük çoğunluğu da Ermeni ve Rumdu. Bugün Dolmabahçe Sarayı arşivlerine baktığınız zaman yapıların çoğunluğunun Ermeni kalfalar tarafından veya Rum sanatkarlar tarafından yapıldığını görüyoruz. Bizim bu binanın yapımında da öyle (Taşkışla). Buranın projesini İngiliz W.J.Smith çizmiş, Stefan Kalfa inşa etmiş. 1920’lere gelindiğinde Stefan Kalfa yok. Kopukluk orada oluşuyor. Mimar var ama Rum ve Ermeni usta ve mimar yok veya sayıları çok az. O büyük bir eksiklikti. Ankara’daki yapılar inşa edilirken çok büyük sıkıntı çekiyorlardı. Alelacele Macaristan’dan usta çağırdılar. Orada öyle olunca ister istemez mimar ne tasarlarsa tasarlasın uygulanamıyor. Öyle bir kopukluk dönemi yaşandı yani. Yapı usta okullarının alelacele kurulmasının, geliştirilmesinin nedenlerinden biri de odur. Mimar sayısı da çok azdı. Levantenler, yabancı mimarlar Osmanlı devletinin sonu ile birlikte ülkelerine döndüklerinden veya İstanbul’da kalsalar bile Ankara’ya gitmediklerinden devlet mecburen Türk mimar çalıştırmak zorundaydı. Onlar da en fazla 10 tane mimar. Yeni bir başkentin kuruluşu için yetersiz görüldü. Yeterli miydiler, o tartışılır. Bir Holzmeister olabilirler miydi, onu iddia edemem.

Ancak ille Türkler çalışsın diye inat edilseydi belki daha farklı bir şeyler olabilirdi. 1920 sonlarına, 1930’lara gelindiğinde devletin ideolojik kurgusunun kendini tarif etmesi durumu söz konusuydu. Kaçınılmaz, çünkü imparatorluk yıkılmış ve yerine Cumhuriyet kurulmuş. Mutlaka farklı bir ideoloji ile ortaya çıkmak zorundasın. Cumhuriyet’in zorunluluğu, transformasyonu… O transformasyonu yapmazsan imparatorluğu devam ettirmek gerekiyordu. Ama imparatorluk yıkılmış artık. Onun kurumlarından hiç yararlanılmadı mı, yararlanıldı tabii. Bütün Osmanlı yasaları değiştirilene kadar geçerliydi. Osmanlı mekteplerinden mezun olan mimarların hepsi Ankara’da çalıştılar. Okullar devam ediyordu, okullarda okutulan dersler devam ediyordu. Değişiklik 30’lardan itibaren başladı. 30’larda bu genç cumhuriyetin kendini tarif etmesi, çağdaş bir cumhuriyet olarak ifade etmesi ve kurgulaması zorunluydu. Başkası yapılamazdı diye düşünüyorum. Bizim gibi Cumhuriyet’e dönüşen yer yok. Mısır ne yaptı? Benzer bir şey yaptı, cumhuriyet kurdu ama devrim sürecine girmedi. Hatalar olmadı mı? Oldu tabii, bütün devletlerin kuruluşunda olduğu gibi burada da hatalar ve eksiklikler vardı. Ama 30’lardan itibaren kısmen Holzmeister, ardından Egli ile başlayan modernizme dönüş, farklı bir sistem getirdi. Ama bu Osmanlı birikiminin tümünün reddedilmesi anlamına da gelmedi, çünkü kısa bir süre sonra, 30’ların bitiminden sonra, 2. Milli dediğimiz bir dönem başladı. O bu sefer coğrafyanın, halkın ve yerel tarihlerin değerlendirilmesini öngören bir görüş açısıyla yapıldı. Mesela Emin Onat’ın yapıları… Anadolu’nun çeşitli bölgelerindeki kent evlerini kendilerine model olarak aldılar. Bu Cumhuriyet’in tarihi birikime farklı bir bakış açısıydı.

BA: Osmanlı ve Selçuklu yapılarına öykünen, özellikle kamu yapılarında görülen tasarımlar çok hızlı bir şekilde inşa ediliyor. Cumhuriyete geçişteki tavırla şimdiki durumu karşılaştırabilir miyiz? Bu tarz bir üretimin altında yatan sebepler nelerdir?

AB: Bugünkünün sebebi Cumhuriyet’in ana ilkelerini reddetme ve bunu çeşitli araçlarla ortaya koymadır. Mimarlık, bu araçlardan biri. Bugün en modernist yapıları yapanların birikimlerine bakın, çok iyi mimarlık tarihçileridir. Hepsi çok iyi bilirler mimarlık tarihini. Ama piyasa mimarları, okulda öğrendikleri çağdaş kuralları ve biçimleri bir yana bırakıp Osmanlı, Selçuklu üslubunu benimsemeye çalışıyorlar. Arada yaşanan o periyodu bir dejenerasyon gibi görüyorlar.. Bu bilimsel bir bakış değil. Bilgisiz bir ideolojik bakış. Bilerek bir ideoloji kurgulamak istersen ve onun yeni gösterimlerini elde etmek istesen tarihe çok bilinçle bakman lazım. Bu bilgisiz bir tarih yorumu. Bir tür özenti veya bir tür kendini farklı teşhir etme. Bu, sanki o dönemde yaşama isteği gibi.. Bence aldatıcı, gerçek dışı bir yaklaşım. Hele mimari için çok tehlikeli. Komik de aynı zamanda. Bir bakıyorsunuz iki merkezli sivri kemer yapıyor bir yapıya, (parantez içinde söyleyeyim, Osmanlı kemeri üzerine doktora yapmış biri olarak yapılan kemerlerin nizami biçimlere sahip olanına rastlamadım. Kaldı ki Osmanlı kemeri kendi içinde periyodik farklılaşmalar taşır) öbür tarafında tamamen modern -mecburen tabii- bir donatı eklemek zorunda kalıyor. Sivri kemerli kapıya gözetleme lambası takmak örneğin. Evlerde bile şimdilerde eski tarz mobilyalar moda haline geldi. Bu tabii moda dünyasına etkileri. Üç yıl bunları gösterirler, dördüncü yıl en modern çizgilere dönüş yaptırırlar. Ama mimari kalıcı bir şey. Ve bir sembol oluyor. Hem bir tarafta Dubai gibi kuleler dik, hem de Osmanlı sivri kemeri diye tuttur. Tabii çok bilinçsiz, bilgisiz ve zararlı bir yaklaşım. Buna belki Dubai Modeli mi desek ?? bilemiyorum…

Tasarımlar moderniteyi ideolojik format gibi algılayıp döneminden soyutlamaya girişiyorlar. Selçuklu’ya öykünen bina yapıp içine asansör koymadan oluyor mu? Halbuki asansörü koyuyorsan oraya asansör ortaya çıktıktan sonraki dönemin mimarisini koymak zorundasın.

BA: Dönemini reddetmek olarak değerlendiriyorsunuz yani…

AB: Evet, dönemi reddediyor. İyi mimarlar böyle şeyler yapmıyorlar. Siz, bugün Nevzat Sayın ve Han Tümertekin gibi mimarlara bu tarz Selçuklu yapısı yaptırabilir misiniz, yaptıramazsınız. Aklı başında hiçbir mimar yapmaz bunu. Çünkü onun kendi kariyerini sıfırlayacağını bilir.

Yapanlar iktidardan beslenmek isteyenlerdir. Beslenmek ve bu yolla yükselmek. Bu tabii mimari etiğe sığmaz. Öyle ucube camiler yapıyorlar ki geçerken bakamıyorum. (Kariyerimin onbeş yılını verdim Osmanlı camilerini incelemeye) .Benim çağdaştan kast ettiğim o değil. Çağdaştan kast ettiğim örneğin TBMM’deki Behruz Çinici’nin yapısı. Cami mimarisinde bir devrim yaratmıştır. Ama kimse anlamadı. Getirdiği yeniliği farketmediler. Oraya öğrencilerimi ve mimar arkadaşlarımı götüremiyorum ki ben. Ben bütün konferanslarımda bu camiyi anlatıyorum. Çin’de verdiğim uluslararası bir konferansta yapıyı gösterdiğim zaman orada insanlar ayağa kalktılar. Hatta müslüman ülkeleden gelen mimarlar vardı. Bu bir devrim, dedi herkes. Evet dedim devrimdir bu. Ama bu benzersiz cami, şimdi kendi içine hapsedilmiş, kimsenin bilmediği ve meclistekilerin de anlamadığı ve sevmedikleri bir yapı. Oysa mimarlık tarihi açısından çok önemli bir örnek.

Etiketler

Bir yanıt yazın