Mimarlık Tarihi Söyleşileri: Elvan Altan Ergut

ODTÜ Mimarlık Bölümü öğretim görevlisi Elvan Altan Ergut ile Cumhuriyet mimarisi, modern tarih yazımı ve mimarlık tarihi eğitimi konularında bir söyleşi gerçekleştirdik.

Betül Atasoy: Öncelikle biraz kişisel bir sorudan başlayalım. Neden Cumhuriyet dönemi mimarlığı üzerine çalışmaya başladınız? İlginizi çeken ne oldu?

Elvan Altan Ergut: ODTÜ Mimarlık Bölümü’nde sürdürdüğüm lisans eğitimimim son yıllarında akademik çalışmalarıma mimarlık tarihi alanında devam etmeye karar vermiştim. Zaten ODTÜ’de Mimarlık Tarihi Lisansüstü Programı da tam o sıralarda, 1988 yılında açılmıştı. Lisans eğitiminde en çok zevk aldığım konunun mimarlık tarihi olduğuna karar verdiğim üçüncü ve dördüncü sınıflarda tarih derslerinin kronolojik anlatımı içinde son dönemlere odaklanmaktaydık. Sınavlara hazırlanırken kütüphaneden kitaplar alıp yapıların fotoğraflarını bulmaya çalıştığımı, gerçekten zevkle bu konuyla ilgilendiğimi gördükçe kararım kesinleşti. Modern dönem mimarlığının tarihini bize öğreten hocam İnci Aslanoğlu’nun da bu kararımda etkisi olmuş olmalı. Mezun olunca hiç düşünmeden mimarlık tarihi yüksek lisansına başladım ODTÜ’de ve kısa sürede araştırma görevlisi de olunca artık yolumu çizmiş oldum. Programa başlarken Aslanoğlu ile çalışmak istediğimi de biliyordum; dolayısıyla Cumhuriyet dönemi mimarlığının öncü tarhçilerinden biriyle çalışma fırsatı elde etmiş oldum ve bu alana böylece girdim.

Yüksek lisans çalışmam Alan Colquhoun’un “tarihselcilik” kavramı üzerine yazdıklarını çerçeve olarak alıyor ve Cumhuriyet dönemi mimarlığını bu çerçevede anlamaya çalışıyordu. O günlerin postmodernizm tartışmaları içinde önemli bir tartışma alanı oluşturuyordu tarihselcilik ve aslında hala mimarlık üretimini anlamlandırmak için önemli ipuçları veren bir tartışmayı kurguluyor.

Doktora tezimi ise, yüksek lisans çalışmam sürecinde daha yakından çalışma fırsatı bulduğum “milli mimarlık” kavramı üzerine sürdürmeye karar verdim; Aslanoğlu ile çalışmalara da başladık; ancak o sırada kazandığım bursla yurtdışında giderek doktoramı State University of New York, Binghamton’da, bu okulu tercih etme nedenim olan sevgili hocam Anthony D. King ile tamamladım.

Ben “milli mimarlık” çalışmak istiyordum ama King’le çalıştığım yıllar, yani 1990’lı yılların ilk yarısı zaten milliyetçilik çalışmalarının, deyim yerindeyse, patladığı zamanlardı. Özellikle etkilendiğim Hobsbawm ve Anderson’ın çalışmalarından başlayarak sayabileceğimiz, o yıllarda milliyetçiliği yeniden düşünmemizi sağlayan birçok kitap yayınlandı. Amerika’da ilk yıllarımı milliyetçiliği anlamaya çalışarak, daha önceki algılarımın çoğunu yıkabilecek yeni bakış açılarını öğrenerek geçirdim diyebilirim. Doktora yaptığım program Mimarlık ve Sanat Tarihi programı olduğundan, aldığım çeşitli müze çalışmaları derslerinin de yardımıyla, doktora konumu bu çerçevede şekillendirdim: Daha yüksek lisans yıllarımda merak edip çalışmaya başladığım Sergievi’ni odağa alarak mimarlık-milliyetçilik ilişkisini irdeleyen ve dönemin milli-devlet kuran sisteminin milliyetçilik-modernleşme ekseninde mimarlığı üretirken aynı zamanda nasıl ve neden “sergilediğini” anlamaya çalışan bir çalışmaydı doktora tezim. Doktorada da Cumhuriyet dönemini çalışmaya devam etme kararım bu ilgi ve bilgilenme alanlarının kesişiminde yer alması nedeniyledir denilebilir; ancak o dönemde hala Cumhuriyet dönemi mimarlığı üzerine fazla çalışma olmadığını da hatırlamak gerek: Elimizdeki yayınlar 1970’li yıllarda yazılmış, en yenisi 1980’lerin başında yayınlanmış Modern Turkish Architecture olan ve Türkiye’de yirminci yüzyılda üretilen mimarlığı genel olarak anlatan birkaç çalışmaydı; erken Cumhuriyet dönemine odaklanan İnci Aslanoğlu’nun çalışmasının ardından kapsamlı başka bir yayın henüz yapılmamıştı, Sibel Bozdoğan’ın önemli çalışması da henüz yayınlanmamıştı; yani hala biz yeni tarihçileri bekleyen çok iş vardı ki gerçekten de o yıllarda. Benimki gibi erken Cumhuriyet dönemine odaklanan birçok başka tez çalışması da yapılarak alanın tarih yazımı takip eden yıllarda çok gelişti.

BA: Cumhuriyet mimarlık tarihi denilince akla hep erken dönem Cumhuriyet mimarlığı gelir. Savaş sonrası mimari ortam genellikle çalışılan bir konu değildir. Bunun sebepleri neler olabilir? Sizin 1950’lerin mimarlığını, özellikle 1952 senesinde bürolarını açan Bediz-Kamçıl ikilisinin eserlerini çalışma kararınız nasıl şekillendi? Çalışmanızdan biraz bahsedebilir misiniz?

EAE: Cumhuriyet dönemi mimarlık tarihinin, ülkemizin daha çok Osmanlı mimarlığına odaklanan tarih yazımının sınırlarının yakın zamanda genişlemesiyle oluştuğunu, yirminci yüzyıl Türkiye mimarlık tarihinin 1970’lerde yazılmaya başladığını söyleyebiliriz. Cumhuriyet’in 50. yılı olan 1973’le birlikte çalışmalar hızlanmış görünüyor. Bu çalışmalar, daha önce hiç bilinmeyen bir alanı belgelemişler, yorumlamışlar. Aslında 1970’ler boyunca tamamlanan bu çalışmalarda anlatım güncel mimarlığı da kapsar, yani o zamana kadar üretilen tüm Cumhuriyet dönemi mimarlığı anlatılır. Ancak genel çerçeve çizen bu kitapların dışındaki çalışmaları da göz önüne aldığımızda ve sonraki onyılları da düşündüğümüzde, özellikle erken Cumhuriyet dönemi diye tanımladığımız yirminci yüzyılın ilk yarısını kapsayan çalışmaların yoğunlukta olduğu görülüyor. Bir dönemin tarihinin üzerinden zaman geçince yazılması/yazılabilmesi bu duruma neden olmuş olsa gerek.

Ama tarih yazımındaki bu zamansal sınırın artık aşılmaya başladığını söyleyebiliriz. Cumhuriyet dönemini anlatan tarih yazımı, vurguladığı modernleşme çerçevesini bir süredir genişletti; geç Osmanlı döneminden başlayan süreci anlatan yeni çalışmalarla bakış açımız, yorumlarımız çeşitlendi. Ben de bir süredir ondokuzuncu yüzyıl Osmanlı Mimarlığı üzerine vermekte olduğum lisansüstü dersteki çalışmalarla Cumhuriyet öncesi dönemi daha iyi anlamaya ve yirminci yüzyılla süreklilik ve farklılıklarını yorumlamaya çalışıyorum. Aynı şekilde 1950 sonrası dönemin modern mimarlığı da artık daha fazla ilgi çekiyor. 1950 sonrası üretilen mimarlık – Batı’da tanımlandığı şekliyle savaş sonrası mimarlık – sadece Türkiye’de değil, diğer ülkelerde de yeni bir çalışma alanı mimarlık tarihçileri için. Türkiye örneği için de birkaç çalışma yapılmış durumda ama dönem mimarlığını anlamak için hala çok önemli bilgi ve belge eksikliklerimiz var. Bu düşünceyle, 2000’li yılların ortalarında bu konuda çalışmaya karar verdim ve 1950-1980 dönemine odaklanan bir ders açtım. Ankara’nın erken Cumhuriyet dönemi mimarlığı diğer kentlere oranla daha detaylı olarak çalışılmış olmasına rağmen 1950’lerden sonraki yapılaşması henüz fazla araştırılmamış olduğu için, “Mimarlık Tarihi Araştırma Stüdyosu” üst başlığı olan bu derste bu kente odaklanıyoruz; Ankara’da olmanın da getirdiği avantajla kentin yapılarını belgeliyoruz ve yorumluyoruz. Ankara’yı basitçe “milli kent”, “modern kent” ya da “bürokratik kent”, dolayısıyla heyecansız, donuk bir kent olarak sunan genel literatüre ufuk açıcı sorular sorarak çok katmanlı kimlik tanımlarına ulaşabileceğimiz bir bilgi birikimimiz oluşuyor bu süreçte.

Bu ders kapsamındaki çalışmalarla elde ettiğimiz ve en kısa zamanda çeşitli ortamlarda paylaşabilmeyi umduğumuz arşivimize referansla anladık ki, Ankara’nın dönem mimarlığının oluşumunda çok önemli rol oynamış Demirtaş Kamçıl-Rahmi Bediz ikilisinin bürosu. Eserlerinin çoğunu derste çalışmıştık öğrencilerle birlikte; 1950 sonrası mimarlığına artan ilginin bir ürünü olarak da görebileceğimiz SALT’taki “Salon” sergisi kapsamında ise, sergilenen salonun yer aldığı apartman yapısının mimarları olarak ikilinin yaklaşımları ve etkileri üzerine genel bir yorum sunmaya çalıştım geçen yıl SALT’taki etkinlikte.

BA: Modern mimarlığın tarih yazımının yanı sıra korunması konusuna da değinirsek, yönetiminde yer aldığınız DOCOMOMO, Türkiye’de diğer ülkelere nazaran ne kadar aktif? Korunması gerekenin “eski” yapılar olduğuna dair genel bir kanı hakim gibi görünüyor. Ülkedeki modernizm mirasının durumunu ve korunma biçimlerini bu bağlamda bize aktarır mısınız?

EAE: DOCOMOMO_Türkiye 2002 yılında kuruldu, uluslararası örgütün kuruluşu ise 1988. Avrupa ülkelerinde daha erken bir bilinçlenme ve örgütlenme oluşmuş olsa da, modern mimarlığın korunması alanında yaşanan sıkıntılar tüm ülkelerde paylaşılıyor. Özellikle modern yapıların korunması gereken mirasa dahil edilmesi konusunda genel bir kabulün oluşturulması mümkün oldu diyemiyoruz hala. Yine de, bazı ülkelerde yasal açıdan bu konuda ilerleme kaydedilmiş durumda ve birçok Avrupa ülkesinde ve Amerika’da da modern yapıların korunması ile ilgili teknik, yani profesyonel altyapı oldukça gelişmiş, birçok yapı doğru yöntemlerle yenilenmiş durumda. Türkiye’de yaşadığımız en önemli sorunun, modern mimarlık eserlerinin korunması gerekliliği konusunda hem otoritelerin hem de halkın ikna edilememesi olduğunu söyleyebilirim. Konunun yasal yönü de sorun getiriyor; koruma kanunu 1900 sonrası yapıların korunması konusunda pek kolaylık sağlıyor diyemeyiz; ama yine de koruma kurullarının yorumuna kalan bir yönü olduğu düşünüldüğünde, bu konudaki genel kabullerin önemi anlaşılır. Modern mimarlık yapıları korunması gerekli eserler olarak yaygın şekilde kabul görseler, tescil aşamasına bile gelmeden, insanlar – yöneticiler, mal sahipleri, mimarlar, vb – tarafından korunurlar zaten.

DOCOMOMO olarak 10 senedir bu alanda mücadele ediyoruz. Gerçekten bunun adına sadece mücadele diyebiliyorum çünkü her gün yeni bir yıkılacak/dönüştürülecek ya da zaten yıkılıvermiş/dönüştürülüvermiş yapılarla ilgili haberlerle karşılaşıyoruz, elimizden geldiğince engel olmaya çalışıyoruz. Bunun için birçok tescil başvuruları yaptık; bir kısmında başarılı da olduk ama olamadıklarımız da ne yazık ki çok fazla. Daha da önemlisi, dönemin yapılarının önemini anlatacak etkinlikler düzenliyoruz. Bunlar arasında en sürekli olanı, 2004 yılından beri “Türkiye Mimarlığında Modernizmin Yerel Açılımları” başlığı altında gerçekleştirdiğimiz “Poster Sunuşları” etkinliğimiz oldu. Her sene başka bir şehirde düzenlenen bu etkinlikle modern mimarlığın Türkiye’de yaygın bir şekilde tanıtılmasında ve gittiğimiz kentlerin gündemine yerleşmesinde rol oynamış olduk. Ayrıca, burada sunulmak üzere ülkenin dört bir yanından modern mimarlık örneklerini tanıtmak üzere hazırlanan posterlerle DOCOMOMO_Türkiye çok önemli bir belgeleme çalışması gerçekleştirmiş durumda. Bu tür bir belgeleme çalışması Mimarlar Odası’nın bazı şubeleri tarafından da yapılmakta; örneğin Ankara’da sürdürdüğümüz “Bina Kimlikleri” çalışmasıyla kentin yapıları hakkında bilginin derlenmesi ve kentliyle paylaşılması hedefleniyor. DOCOMOMO_Türkiye’nin gerçekleştirdiği kısıtlı sayıda oda şubesinin katkısıyla ya da üniversitelerde akademisyenlerin bağımsız çalışmalarıyla oluşan bilgi birikimini çok önemli derecede genişleten bir belgeleme çalışması. Paylaşılmasının finansal ve teknik sorunlarını çözmeye çalıştığımız bu belge ve bilgi derlemesi herkesin kullanımına açılabildiği zaman, şimdiye kadar hiç bilmediğimiz modern mimarlık örnekleriyle tanışacak Türkiye ortamı ve aslında ülkemizdeki modern mimarlığın tarihinin de bu verilerle yeniden ve daha detaylı bir şekilde yazılması gerekecek diye düşünüyorum.

BA: Architectural History in Turkey” başlıklı makalenizde mimarlık tarihi alanında doktora seviyesinde eğitim veren dört kurumdan bahsediyorsunuz. Türkiye’de mimarlık tarihi eğitiminin şekillenmesini bu çerçevede değerlendirir misiniz? Mimarlık “kültür”ün içinde bir olgu olduğundan mimarlık tarihi disiplininin okuma sınırlarının çok geniş olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda mimarlık tarihi çalışmalarının mimarlık bölümlerinde yapılmasının, kısacası mimarlık tarihi çalışırken mimar olmanın getirisi var mıdır?

EAE: Bugün, söylediğiniz gibi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Mimar Sinan Üniversitesi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi ve Yıldız Teknik Üniversitesi’nde mimarlık tarihi alanında yüksek lisans ve doktora derecesi verilmekte. Bu dört eğitim kurumunu vurgulamamın sebebi, mimarlık tarihi alanı özelinde uzmanlık tanımı yapıyor olmaları. Bu kurumlarda Doğan Kuban, Aptullah Kuran gibi tarihçilerin yönlendirmesiyle, daha çok Osmanlı mimarlık tarihine odaklanan bir “Türk mimarlık tarihi” yazımı şekillenmiş yıllar içinde. Yakın zamanlarda bu yaklaşımın kapsamının yirminci yüzyıl gibi farklı dönem mimarlıklarının ya da kent tarihi gibi farklı temaların çalışılmasıyla genişlediğini görüyoruz.

Aslında mimarlık tarihi bir çalışma alanı olarak mimarlık alanının çerçevesi ile sınırlı değil tabii ki. Hatta uzun zaman mimarlığın altında yapılmamış, ancak 1970’li yıllardan itibaren bu tür bir şekillenme görülüyor. Öncesinde mimarlık tarihi sanat tarihinin bir alt çalışma alanı olarak gerçekleştirilmiş ve hala sanat tarihçiler mimarlık tarihi çalışmaya devam etmekteler. Daha yakın zamanda tarih ya da arkeolojinin bir çalışma alanı olarak da mimarlık tarihinde ürün verildiğini görüyoruz. Kısaca, mimarlık tarihi sadece şu disiplinin altında yapılır, sadece şu disiplinlerde çalışanlar mimarlık tarihi uzmanıdır diye bir kısıtlama yapılamaz. Mimarlık tarihi, isminin açıkça söylediği gibi, mimarlık ile tarih alanlarının arakesitinde duruyor; bu yüzden, geçmişi çalışan tüm disiplinler, kendi geleneklerinden gelen yaklaşımları ve bu yaklaşımların sınırlarını sorgulayarak geliştirdikleri yeni yöntem ve kuramlarıyla mimarlık üretimine baktıklarında, mimarlık tarihi yazımının değişik patikalarını oluştururlar.

Bu nedenle, mimarlık üretimini öne çıkaran mimarlık eğitimi çerçevesinden bu üretimin geçmişine bakmanın, yani mimarlık bölümlerinde mimarlık tarihi çalışmanın getirisi olduğunu söylemezdim – aslında mimarlık bölümünde mimarlık tarihi çalışmanın zorlukları da bahsedilebilir bu noktada: Yapının/mekanın üretimine odaklanan bir mimarlık eğitimi, araştırma nesnesi olarak yapıyı/mekanı ancak tarihsel bağlamı ile ilişkilendirerek yorumlayabilen tarih çalışmasıyla ilişki kuramayarak, mimarlık tarihi çalışma alanını, “işe yarar” olmasını sağlamak adına, kendine özgü dinamiklerinin dışına çıkması yönünde zorlayabilir de.

Tarih, sanat tarihi ya da arkeolojiden farklı bir disipliner çerçeve olarak mimarlıktan bakarak mimarlık tarihi yazmak, getiri ve zorluklarıyla, farklı bir mimarlık tarihi yazımı oluşturur. Bu farklılığın, mimarlığın vurguladığınız geniş kültürel çerçevesi ile ilişkisi vardır denilebilirse de, bu tür sınırları zorlayan çerçeveleri bahsedilen diğer disiplinler için de çizebiliriz aslında. Bu yüzden, benim mimarlık disiplininden yola çıkarak mimarlık tarihi yazma pratiğinde görebildiğim farklılık, mekana, mekansallığa yapılan vurguyla öne çıkıyor; “doğru”luğu tartışmaya açık ama farklı ve son dönemde öne çıkarılan bir tarih yazımı yaklaşımı olarak tanımlayabiliriz bunu. Mekan üretme disiplini olarak mimarlık eğitimi almış – ya da bu çerçeveden bakmayı bir şekilde öğrenmiş – bir tarihçi, mimarlık tarihini, görsel ve söylemsel bir pratik olarak mekanın inşasının ve yaşanmışlığının, yani üretiminin ve tüketiminin tarihi olarak yazmaya daha yatkın olabilir. Herhangi soyut bir mekan değil, özgün özellikleri olan somut mekanların tarihinin yazımı, günümüzde “mekan” vurgusunu yoğun bir şekilde yapan sosyal bilimler alanına da önemli katkı sağlamaktadır, sağlayacaktır.

BA: Artık tüm disiplinler kendi alanları dışındaki söylemlere katkıda bulunuyorlar. Birikim yoğunlaştıkça disiplinler de girift bir hal alıyor. Bu bağlamda mimarlık tarihi nasıl bir dönüşüm geçirdi ya da geçirmeye devam ediyor? Belki bu soruyu editörlerinden biri olarak “Rethinking Architectural Historiography” başlıklı yayın ve öncülü etkinlik üzerinden aktarabilirsiniz…

EAE: Mimarlık tarih yazımını Yeniden Düşünmek kitabı, ODTÜ Mimarlık Tarihi Lisansüstü Programı olarak 2004 yılında düzenlediğimiz uluslararası bir konferansa dayanıyor. Sosyal ve beşeri bilimlerde 1970’lerden itibaren gittikçe baskınlaşan eleştirel yaklaşımlar tarih yazımı alanını da etkilemiş ve 1990’lı yılların sonlarında mimarlık tarihi disiplininin tarihsel ve güncel sınırları Avrupa ve Amerika akademisi tarafından tartışılmaya başlanmıştı. Aslında mimarlık tarihi alanı geç bile kalmıştı; benzer/kardeş disiplinleri olarak tarih ve sanat tarihi alanlarında, 2000’li yıllara gelindiğinde, bu disiplinlerin kendi mesleki pratiklerini sorguladıkları, geleneklerinden uzanan önyargılı varsayımlarını tartışmaya açtıkları bir literatür oldukça genişlemiş durumdaydı. Mimarlık tarihi alanı da bu tartışmalardan besleniyor olsa da, disiplinin özgün sorunlarına odaklanan yayınlar henüz çok azdı ve çoğunlukla dergi makaleleri ile sınırlıydı.

Böyle bir anda, yurtdışında doktora eğitimini tamamlayıp ODTÜ’ye yeni dönmüş birkaç arkadaş ve ODTÜ’deki meslektaşlarımız, programımızın kuruluşunun 15. yılı sebebiyle bir etkinlik düzenlemek istediğimizde, güncel tartışmalar penceresinden alanımızı yeniden düşünmek fikri kendiliğinden oluştu. O dönemde uluslararası ortamda bu tarz bir eleştirel yaklaşımı yürüten isimleri davet ettik, geldiler; verimli bir küçük toplantının ardından, yakın zamanda İngiltere’de çalışma alanımızın sınırları üzerine bir konferans düzenlemiş olan Dana Arnold ve ODTÜ’den arkadaşım Belgin Turan Özkaya ile iki toplantının ürünlerini biraraya getiren ve dolayısıyla daha kapsamlı bir derleme oluşturan bir yayın yaptık.

Bu yayın, yeni yüzyılın başından beri mimarlık tarihi çalışma alanında tartışılan sorunları göz önüne sererek bu alandaki geleneksel yazım anlayışının getirdiği sınırları tartışmaya açmayı ve bu alanda güncel olarak öne çıkan değişim vurgusunu, yeni bakış açılarını ve sorunsalları sunmayı hedefliyordu. Burada bahsettiğimiz değişim, söylediğiniz gibi, diğer disiplinlerde gelişen düşünsel altyapıyla ivme kazanmakta, disiplinlerarası yaklaşım bir süredir akademik çalışma alanlarının birbirlerinden öğrenerek dönüşmelerini sağlamakta. Burada “sınır” kavramının üzerinde özellikle duruyoruz: Mimarlık tarihi alanının sınırları nasıl tanımlanır; diğer disiplinlerle illişkisini nasıl tanımlanır? Disiplinlerarası yaklaşımın getirilerini vurgularken, mimarlık tarihi alanını özgün bir çalışma alanı olarak tanımlayan, sınırlayan nedir sorusunu da öne çıkararak yanıtlamaya çalıştık bu yayında.

Disiplinin sınırları, yöntem ve kuramsal çerçevelerini de belirliyor. Sınırların sorgulanması sonucunda mimarlık tarihi alanının yeni çalışma konularına, yeni yöntemlere ve bakış açılarına kavuştuğunu görüyoruz. Bu çalışma alanınını olumsuz anlamda sınırlayan, engelleyici olan kabullerin kalkması gerekliliği birçok kavramsal örnekle açıklanabilir; bunlar arasında Türkiye için belki de en açık olanlarından biri “doğu/batı” arasında çizilen, bu kavramları bir ikilem içinde sunan tanım. Daha önce bahsettiğim gibi, mekanların yaşanmışlıklarının tarihini yazdığımızda, aslında sadece mekanların değil, mekanları oluşturan ilişkilerin, ilişkilerde rol alan çeşitli bireysel, kurumsal vd aktörlerin tarihini yazıyoruz. Güncel tarih yazımının dünya tarihi (world history) ya da küresel tarih (global history) diye tanımladığı böyle bir yöntemsel yaklaşım aslında. Bu tarih yazımı yaklaşımı, artık önemli mimarları, onların yarattıkları önemli binaları ve özellikle bu binaların üslupsal özelliklerini değil, çok katmanlı, çok boyutlu, çok aktörlü, dallı budaklı ve karşılıklı ilişki ağları içinde oluşan ve dönüşen mekanların tarihini yazmaya yönlendiriyor.

BA: Komitesinde yer aldığınız “European Architectural Network”ten biraz bahsetmek istiyorum. Nasıl oluştu? Ne tip projelere öncü oldu? Mimarlık tarihçileri açısından öngörülen fayda nedir? Bunun Türkiye’de bir ayağı oluşturulamaz mı?

EAE: Diğer disiplinlerden besleniyor olsa da mimarlık tarihi, kendi konuları, yöntemleri, bakış açıları olan özgün bir akademik çalışma alanı. Bu alanda üretim yapan kişiler birbirleriyle ilişki içinde olduklarında birbirlerinden öğrenmeleri ve birlikte üretmenin zeminini oluşturmaları mümkün. Günümüzde mimarlık gibi daha tanımlı meslek alanları artık örgütlü zeminlerde, hatta birbiriyle farklı vurguları olan değişik örgütlenmeler çevresinde çalışıyorlar. Mimarlık tarihi ise meslekten çok bir çalışma alanı olarak tanımlı olduğundan belki de, ülkemizde örgütlü bir çevresi yok.

Society of Architectural Historians (SAH), Amerika Birleşik Devletleri’nde kurulmuş olan ancak tüm dünyadan üyelerle çalışan uluslararası bir örgüt olarak 1940’lardan beri mimarlık tarihi çalışmalarında varlığını ve önemini sürdürüyor. Örgütün dergisi ve senelik konferansı tüm mimarlık tarihçilerinin takip ettikleri ortamlar. Bu örgüt dışında Society of Architectural Historians of Great Britain ve Society of Architectural Historians Australia and New Zealand da bu alanda çalışan diğer örgütler. 2005 senesinde SAH’in Paris’te düzenlediği bir konferansta ilk kez Avrupa’da bir örgütlenme olasılığı tartışıldı, girişim başlatıldı. O tarihten beri çalışan European Architectural History Network (EAHN), isminin de anlattığı gibi, formal bir örgütten ziyade Avrupa mimarlık tarihi üzerine çalışanların biraraya geldikleri bir platform, bir iletişim ağı olma hedefiyle oluşturuldu. Birkaç senedir gerçekleştirdiği konferans ile bu alanda çalışanların yüzyüze gelip birbirleriyle ilişkiye girecekleri ortamı da sağlamış oldu. Bu iletişim ağının bu seneden itibaren dergisi de yayınlanmaya başlayacak ve böylece alanda gerçekleşen çalışmalar hakkında bilgilenme, birbirimizden öğrenme ve birlikte üretme zeminimiz de genişleyecek.

Türkiye’de çalışan mimarlık tarihçileri olarak bu tarz uluslararası ilişkilere girmemiz hedeflediğimiz gibi karşılıklı ilişkilerin oluşturduğu mekanların tarihini karşılaştırmalı bir şekilde yazabilmemize önemli katkı sağlayacaktır. Bireysel olarak çalışma alanımızla ilgili konferansla gidebilir, dergileri takip edebiliriz; öte yandan bu iletişim ağlarının içinde olmak, birlikte üretebilmenin, birlikte projeler gerçekleştirmenin imkanlarını da sağlıyor. British Academy desteğiyle yürüttüğümüz Ambivalent Geographies başlıklı proje, örneğin, İngiltere ile Orta Doğu ülkeleri arasındaki ilişkiler üzerinden mimarlık tarihi üretimini okumayı hedefliyordu; düzenlediğimiz atölye çalışmalarında hem İngiltere’den hem de Türkiye ve Orta Doğu ülkelerinden mimarlık tarihçileri ile konuyu birlikte düşünme, tartışma imkanımız oldu. Benzer şekilde bu sene düzenlediğimiz seyahat etme eylemi ile mimarlık tarihi yazımını ilişkilendirmeyi hedefleyen atölye çalışması da, tarih yazımını “merkez”lerle “çevre”lerin ilişkisi üzerinden kuran ve değişik ülkelerde düzenlenmekte olan Nomad Seminars in Historiography başlıklı seri etkinliğin bir parçasıydı.

Uluslararası ortamla kurmaya çalıştığımız bu bağların Türkiye’de de kurulabilmesi yönünde ODTÜ Mimarlık Tarihi Lisansüstü Programı olarak 1999’dan beri her iki senede bir düzenlediğimiz Doktora Araştırmaları Sempozyumu’nun önemli bir platform oluşturduğuna inanıyorum. Bu sempozyumlarda alanın kronolojik ya da tematik olarak tanımlanan değişik konularını çalışan genç akademisyenlerin sunumlarını paylaşıyoruz; benim de derleyenlerinden olduğum Cumhuriyet’in Mekanları/Zamanları/İnsanları sempozyumunun yayını gibi, bu sunuşların mümkün olduğunca basımını da sağlayarak daha geniş çevrelerce paylaşılabilmelerini hedefliyoruz. Birkaç sene önce düzenlediğimiz Türkiye Mimarlık Tarihi Sempozyumu ise, bu alanda bir adım daha atarak, sadece genç neslin çalışmalarını değil, alandaki tüm güncel üretimi biraraya getirmeye çalıştığımız bir platform olarak gerçekleştirildi. Bu tür etkinlik ve iletişim ortamlarının sürmesi ve yaygınlaşması, Türkiye’de mimarlık tarihi alanındaki çalışmaların paylaşılması ve ortak üretimlerin gerçekleşmesi için önemli. EAHN benzeri bir ağ, bir iletişim platformu oluşturmak, senelerdir hayalini kurduğum bir proje; İstanbul Teknik Üniversitesi, Mimar Sinan Üniversitesi ve Yıldız Teknik Üniversitesi’nden birer meslektaşımla bu projeyi tanımlamış ancak henüz hayata geçirememiş durumdayız. EAHN’nin varlığının bu konuda itici bir güç olacağını, Türkiye Mimarlık Tarihi Ağı’nın da en kısa zamanda oluşturulup, alanımızda ulusal ve uluslararası ortamda çalışanları ve çalışılanları takip edebilmemizin kolaylaşacağı bir zemininin gelişeceğini umuyorum.

Etiketler

Bir yanıt yazın