Fuji Üniversitesi'nde profesör, mimar Riichi Miyake ile kısa bir söyleşi gerçekleştirdik.
Arkitera Mimarlık Merkezi, Japon Mimarlık Enstitüsü (AIJ), İstanbul Metropoliten Planlama ve TAGO Mimarlık işbirliğiyle düzenlenen “İstanbul Sempozyumu 2010”, Asya-Avrupa Koridoru’nda Kentsel Büyüme ve Korumada Uluslararası Politikalar Forumu kapsamında 20-21 Mayıs 2010 tarihlerinde Bahçeşehir Üniversitesi Beşiktaş Kampüsü’nde gerçekleştirildi. Buildist Yapı Malzemeleri Fuarı, Mitsubishi Plastics ve YA-SA’nın ana sponsoru olduğu sempozyum iki gün boyunca çok sayıda uluslararası konuşmacıyı ve katılımcıyı İstanbul’da ağırladı.
Bu katılımcılardan Japonya’dan katılan Fuji Üniversitesi’nde profesör, mimar Riichi Miyake ile sempozyum öncesinde kısa bir söyleşi gerçekleştirdik. Söyleşide forumun anahtar kelimelerini oluşturan konular hakkında konuştuk.
Riichi Miyake: Ben profesörüm, mimarım. Ayrıca planlama ile ilgili çalışmalar yürütüyorum. Profesyonel olarak mimarlık, tasarım aktivitelerinin, fikirlerinin geliştirilmesine yönelik çalışıyorum.
RM: 1970’den bu yana İstanbul’da çok kez bulundum. İstanbul çok tarihi bir şehir, o nedenle tarif etmek oldukça zor. Birçok kültürü içinde barındırıyor ve mimari açıdan tüm çizgileri görmek mümkün. Bazen çok Yunan, bazen Türk, bazen de çok modern. Her şey bu şehirde, tek bir modele sahip değil.
RM: Evet, Japonya da bu kurumlara üye bir ülke. Ayrıca bende UNESCO ile çalışıyorum ve ICOMOS’a da üyeyim. Bunun dışında, Japon Architecture Institue (AIJ) profesör, mimar ve mühendislerden oluşan bir topluluktur. Üye sayısı oldukça fazla, çok büyük bir kurum.
RM: Bunlar sadece Japonya’da yok tabii ki. Geçmişi çok eskiye dayanıyor. Fakat biz yaklaşık 10 sene önce yabancı ortaklarla çalışmaya başladık. Bu şekilde diğer Asya ülkeleri ile birçok bağlantımız oldu. Örneğin Çin, Malezya ve Tayland’daki insanlar ile biraraya gelerek, Asya’da mirası korumaya yönelik nasıl stratejiler üretebiliriz ve daha sonra bunları nasıl uygulayabiliriz konularında düşünmeyi teşvik ettik. Diğer bir kentsel problem olarak da, mirasın, tek başına miras olamaması konusunu ele aldık. Bu durum sosyal çevre, kapasite gibi konularla da ilgilidir. Bu nedenle sosyal boyutu da ele aldık: miras yönetimi ve kentsel planlama.
7 yıl önce, Çin ve Rusya’dan ortaklarla başka bir kampanya daha başlattım. Özellikle Rusya’daki sistem Asya’dakinden ve Avrupa’dakinden çok farklı. Ama Özbekistan, Azerbaycan, Kırgızistan gibi Sovyet rejimi altında olan ülkeler bağımsızlaşmaya başladı ve doğu ile batı arasında, İpek Yolu ve kültürel yolların kesişiminde, çok önemli bir konumdalar. Dolayısıyla, özellikle kültürel yollar açısından, mirasın korunması üzerine düşünmek ve stratejik bir yaklaşımda bulunmak için bu kampanyayı başlattık. Semerkant’ta, Bakü’de, Urumçi’de, Tokyo’da çok etkili konferanslar ve sempozyumlar düzenledik ve bence çok şey de öğrendik. Yeni fikrimiz Avrupalılar ve Asyalılar arasında bir köprü kurmak. Ben hem Japonya’da hem de Fransa’da eğitim aldım, aynı zamanda Fransa’da profesörüm. Yani kişisel olarak Avrupa ve Japonya arasında gidip geliyorum. Stratejik olarak kentsel planlama yaklaşımı doğuda ve batıda birbirinden çok farklı. Bütünleştirme veya farklılaştırma çok önemli konular. Bu nedenle tartışmalıyız. Bu tip bir konferans düzenleme şansını yaratmak için ortaklarımız çok istekli. İstanbul, tüm dünyanın başkenti konumunda. Doğuya yakın, kuzeye yakın. Ruslar, Fransızlar, Orta Asyalılar ve Japonlar bile burayı yakın görüyor. Dolayısıyla İstanbul, bu şekilde bir tartışma ortamı olmaya çok uygun bir yer.
RM: Evet, kesinlikle. Fiziksel olarak kültürel miras unsurlarının var olduğu bir gerçek. Ama esasen bu kültürel miras, kentsel dokuda, insanların yaşadığı yerde bulunuyor. Dolayısıyla, yapmamız gereken şey, anıtsal yapılarla yaşam koşulları arasında bir diyalog kurmak. Uzakdoğu veya Orta Asya ülkelerinde tarihi yapılar çok önemlidir. Ama insanlar yaşadıkları yetersiz yapılardan şikayetçi. Peki ne yapılmalı, ne yapabiliriz? Sadece anıtsal yapıların korunması yeterli değil. İnsanların mekanı nasıl algılayacağı ve nasıl mutlu olacağı üzerine düşünmemiz lazım.
RM: Elbette. Düşünmemiz gereken ilk şey öznenin kim olduğu konusudur. Tarihi yapılar mı, yoksa insanlar mı? Tarihi yapılar tek başlarına ayakta dururlar. Ama insanların 60 – 70 yıllık bir ömrü var, nesiller sürekli değişiyor. Şimdi artık sürdürülebilir gelişme çağındayız, sürdürebilmek zorundayız, bu çok önemli. Bu şu demek, nesiller değiştikçe bilgilerimizi, fikirlerimizi, zenginliklerimizi aktarmalıyız. Bu tür koruma sistemi için stratejik yaklaşım insanların tutumlarıyla da doğrudan ilişkili. Kentsel büyüme konusunda pek çok ikilemimiz var, özellikle çok hızlı büyüyen İstanbul ve Çin gibi yerlerde bu ikilemler karşımıza çıkıyor. Önemli olan bununla nasıl baş edeceğimiz. Birinci dereceden korunması gereken anıtsal yapılar tabi ki çok önemli, elimizden geldiğince onları korumalıyız. Ama bir de ikinci sınıf yapılar var, günlük hayatta çevremizde olan bu tip yapılarla ne yapmalıyız? Bunlar da üzerinde durulması gereken konular.
RM: Konferansta tartışmamız gereken bir diğer konu da bu. Çünkü Fransa, Almanya veya Japonya gibi ülkelerde toplumun sadece yüzde 15’i ekonomik büyümeden yararlanıyor. Şu anda sorun küçülen toplumlar; bazı ülkelerde nüfus gittikçe azalıyor. Ama dünyanın yüzde 50’sini Türkiye, Çin, Brezilya çok hızlı büyüyen ülkeler oluşturuyor ve bu ülkelerde yaşayan insanlar mutlular. Japonya’da insanlar mutsuz olduklarını düşünüyorlar çünkü toplum küçülüyor. Ama aynı zamanda, Afrika’daki bazı ülkeler çok daha fakir ama daha mutlu. Örneğin Bhutan yüksek Himalaya dağlarının eteklerinde, çok küçük bir ülke, ama insanları çok mutlu.
RM: Bu da çok önemli bir konu. Çünkü 20. yüzyılda insanlar çok fazla yapı inşa etti, şehirlerin her yerini doldurdu. Bu da demek oluyor ki yeşili, doğal olanı ve “amaçsız alanları” kaybediyoruz. Yer yerdir, herhangi bir amacı olmadan var olur. Ama insanlar boşlukları planlamaya, onlara anlam yüklemeye çalışıyor. Bu bir açıdan insanın zekasını gösteriyor ama öte yandan araziye kısıtlama getiriyor. Arazi kullanımı konusundaki bu kısıtlamalar hakkında düşünmeliyiz. Varoşlar da kentin sorunlu bölgeleri olarak ortaya çıkarıyor. Ama Japonya veya Avrupa’nın batı kısmında şehirler küçülüyor, dolayısıyla bu alanlar da büzülüyor. Örneğin, Rusya’da Sovyet zamanında çok ağır endüstri vardı ama sosyal ve endüstriyel yapı değiştikten sonra fabrikalar kapandı. Bu terk edilmiş mimari yapılarla ne yapılabilir peki?
Japonya’da nüfusun yaklaşık yüzde 90’ı kentlerde yaşıyor. İnsanlar doğayla fazla ilişki içerisinde değil. Ama toprak veya hava hissiyatını geri kazanmaya çalışıyorlar.
RM: Ben teşekkür ederim.