MoMA Daha Başlangıcından İtibaren hem Bir Referans Kaynağı, hem de Somut Bir Adres Olmuştur

Museum of Modern Art (MoMA) "Philip Johnson Mimarlık ve Tasarım Baş Küratörü" Barry Bergdoll ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

Serzan Gök: Okuyucularımıza kendinizden bahseder misiniz?

Barry Bergdoll: Mimarlık tarihçisi olarak eğitimimi Columbia Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nde (lisans 1977, doktora 1986) ve İngiltere’deki Cambridge Üniversitesi’nde (1979) tamamladım. 1986 yılından beri Columbia Üniversitesi’nde modern mimarlık tarihi konusunda dersler vermeye devam ediyorum. Araştırma konuları olarak 18. ve 19. yüzyılda Fransa ve Almanya’daki mimarlık akımlarını inceledim. Son yıllarda ise avant garde modernizmin dünya çapındaki gelişmesi üzerinde çalışmalar yürütmekteyim.

Fransız bir mimar olan Leon Vaudoyer (Historicism in the Age of Industry, 1994) ve Alman bir mimar olan Karl Friedrich Schinkel (Karl Friedrich Schinkel, An Architecture for Prussia, 1994) hakkında kitaplarım yayınlandı. Ayrıca 1750 ile 1890 yılları arasında Avrupa’da Mimarlığı inceleyen bir araştırma yazım (Oxford, 2000) Oxford Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü tarafından yayınlandı. Önemli Amerikalı mimarlık firmalarının başında gelen McKim, Mead & White’in en önemli çalışmalarından birisi olan Columbia Üniversitesi Kampüsü projesini analiz eden bir çalışmam da (Mastering McKim’s Plan, New York, 1997) basıldı.

Bu çalışmalarıma ek olarak mimarlık tarihi, mimarlık yarışmalarının tarihçesi ve mimarlığın fotoğrafçılık sanatı ile ilişkisi (The Photographs of Eduard Baldus, New York, 1994) konularında da çalışmalarım oldu. Mimarlığın sinema sanatına yansıması ile ilgili etkinliklere katılmış olmamın yanı sıra, direkt mimarlık ile ilgili olarak birkaç sinema filminde de rol aldım.

1989 yılında Montreal şehrindeki yeni Kanada Mimarlık Merkezi’ndeki (Centre Canadien d’Architecture) ikinci sergi çalışmasını küratör olarak düzenlediğimden beri mimarlık ve mimarlık tarihi hakkında birçok sergi çalışmalarını farklı ülke ve şehirlerde düzenleme fırsatını elde ettim. Bu sergi çalışmalarımın arasında şu etkinlikler yer alıyor: “Le Pantheon: symbole des revolutions,” (Montreal ve Paris, 1989), “Les Vaudoyer: Une dynastie d’achitectes (Paris, Musee d’Orsay, 1992), “Mies in Berlin” (bu sergide Terence Riley de küratör olarak görev aldı, New York, MoMA, Berlin, Barcelona ve Londra, 2001-2002)

Columbia Üniversitesi’nin Sanat Tarihi ve Arkeoloji Bölümü’nün başkanlığını üç yıl yerine getirdikten sonra, MoMA’ya Ocak 2007’de Philip Johnson Mimarlık ve Tasarım Baş Küratörü olarak katıldım. Bu göreve başladığımdan beri gerçekleştirdiğim önemli sergi çalışmalarının başında şunlar geliyor: MoMA’da Mimarlığın 75 Yılı (2007), Kayıp Öncüler: Sovyet Mimarlığı (2007), Eve Teslim: Modern Konutların Üretilmesi (Leah Dickerman ile birlikte) (2008), Bauhaus 1919-1933: Workshops for Modernity (2009-2010), Yükselmekte Olan Su Akıntıları: New York’un Sahil Kesimleri için Projeler (2010).

SG: MoMA belki de dünyanın en ünlü modern sanat müzesi olarak nitelendirilebilir. MoMA hakkında okuyucularımızı bilgilendirir misiniz?

BB: 1929 yılında bir grup yetenekli insan, genç bir sanat tarihi uzmanı olan, Alfred Barr’a günümüz ve yakın geçmişte yaratılmış sanat eserlerine adanmış bir müze fikrini olgunlaştırması için görev verdiler. Örnek alınan modeller Paris’teki Lüksemburg Müzesi ve farklı Almanya kökenli geçici sergi mekanları (Kunsthalle) olmasına rağmen, Alfred Barr’ın son derece orjinal ve geniş açılı vizyonu sayesinde kurulacak bu Modern Sanat Müzesi’nin farklı sanat uygulamaları ile görsel medya alanlarına ağırlık vermesi fikri benimsendi. Bu sanat dalları arasında fotoğraf sanatı, sinema, tiyatro, mimarlık ve endüstri tasarımına ek olarak avant-garde sanatçıların radikal yorumları ile yeniden yorumlanmaya başlanmış geleneksel resim sanatı, heykel sanatı, basılmış eserler ve çizimlerin de yer almasına karar verildi.

Benim görüşümü soracak olursanız MoMA bünyesinde 1932 yılında Mimarlık Bölümü’nün (daha sonra Mimarlık ve Tasarım Bölümü olacak) kurulması etkileri dünya çapında oldukça önemli bir karardır. Bu konuda oldukça geniş kapsamlı bir röpörtajı, Japonya kökenli bir dergi olan A+U’ya 2007 yılında bu bölümün kurulmasının 75. yıldönümü vesilesiyle vermiştim. MoMA bünyesinde kurulan Mimarlık Bölümü ilk olarak Philip Johnson ve Henry Russell Hitchcock’un küratörlüğünü yaptıkları 1932 tarihli “Modern Mimarlık: Uluslararası Sergi” adlı sergiyle çalışmalarına başlamıştır.

SG: MoMA modern ve çağdaş sanat alanında dünyanın en önde gelen kurumlarından birisi olmuştur. MoMA’nın kurulduğu dönemde hangi tür başarılar elde etmiştir? Peki ya son 30 yılda?

BB: Bu sorunun cevabı birçok tarihi kitap tarafından işlenmiş, bilinen bir durumdur. Ancak çok basitleştirerek söylemem gerekirse MoMA’nın en önemli başarılarından birisi ABD’de Amerikan kamuoyuna görsel her sanat dalında modern olmanın ne olduğu konusunda öncülük etmesidir. Ayrıca Batı’daki modern sanat tarihi anlama ve yazma konusuna önemli etkileri olmuştur. MoMA’nın gerçekleştirdiği sergiler ve bastığı yayınlar ile birkaç kuşaktır sanat ve kültür dünyasında önemli bir referans kaynağı olmaya devam etmektedir. MoMA aynı zamanda yeni standartlar ve fikirler oluşturmak konusunda da öncüdür. MoMA’nın ön plana çıkardığı çalışmaları, bu fikirlere katılmayanlar bile, görmemezlikten gelemez. Ayrıca bu müze, özellikle eleştirmenler ve tarihçilere, üzerinde kafa yorulması ve tartışılması için sayısız fırsat yaratmıştır ki bu durum günümüzde de geçerlidir. Son yıllarda MoMA’da sergilediği eserlerin sınıflandırması konusunda tartışmalar devam etmektedir. Müzenin ilk açıldığı dönemden sonraki 30 yılda yaratılan eserler artık çağdaş sanat eseri olarak nitelendirilmektedir. 19. yüzyılın sonundan itibaren medyadaki avant-garde akımı ile oldukça başdöndürücü hızla değişen çağdaş sanat pratikleri arasındaki ilişkiyi tanımlamak müzenin yaşadığı en büyük zorlukların başında gelmektedir. Diğer çağdaş sanat eserlerinin sergilendiği müzelerden farklı olarak MoMA çağdaş sanata modern sanat, mimarlık, sinema ve tasarım eserlerinin bir araya getirildiği oldukça kapsamlı bir koleksiyonun çerçevesinden de bakıyor.

SG:P.S.1 hakkında okuyucularımıza bilgi verebilir misiniz? MoMA ile ilişkisi nedir? Neden bir mekan yerine iki mekan?

BB: P.S.1 1970’lerde, dünyanın farklı bölgelerinden New York’u ziyaret eden sanatçıların çalışabilmesi ve eserler yaratabilmesi için şehrin Queens bölgesindeki eski bir devlet okulunda kurulmuş bir çağdaş sanat merkezidir. Sonradan MoMA’ya katılan P.S. 1 böylelikle, kendine özgü farklı karakterinden ve kültüründan taviz vermeden, New York ve uluslararası sanat camiasındaki önemli pozisyonunu güçlendirdi. 2010 yılının başlarında P.S.1’e atanan ikinci yönetici olan Klaus Biesenbach’in öncülüğünde bu sanat kuruluşunun, başta performans sanatları olmak üzere, birçok alanda adeta bir laboratuar gibi deney merkezi olması ve faklı dallarda çağdaş sanat pratiklerine desteğinin devam etmesi hedefleniyor. “Genç Mimarlar Programı” adı verilen ve tasarımları ile dikkat çeken genç mimarların enstalasyon çalışmalarının yer aldığı projeler MoMA’nın Mimarlık ve Tasarım Bölümü’nün işbirliği ile P.S.1’de sergileniyor. 2009 kışında ise “Yükselmekte Olan Su Akıntıları” adlı çalışma da P.S. 1’de sergilendi.

SG: MoMA’nın Mimarlık ve Tasarım Bölümü’nün misyonu ve bugüne kadar gerçekleştirdikleri hakkında bilgi verebilir misiniz?

BB: Mimarlık ve Tasarım Bölümü’nün misyonu mimarlık ve tasarım alanlarında zamanımızda gerçekleşen çalışmaların sergilemesi, önemli örneklerin koleksiyona dahil edilmesi ve son yüzyılın mimarlık ve tasarım dallarındaki önemli tarihi gelişmelerinin yorumlanması olarak özetlenebilir. Bu bölümü her türlü mimari ve tasarım tarzının incelendiği bir yer olarak nitelendirmek pek doğru olmaz; bilakis burada daha çok bilinçli bir çaba, sürekli yaratıcılık ve deney ile modern olmanın ne anlama geldiğini tanımlamaya çalışan, bir koleksiyon yer almaktadır. 1932 yılındaki “Uluslararası Stil” ve de 1934 yılındaki “Makine Sanatı” sergilerinden beri müzenin mimarlık ve tasarım bölümü, sürekli bulunduğu döneme önemli etkiler bırakan çalışmalar gerçekleştirmiştir. O dönemden beri birçok sergi gerçekleştirilmiştir. Bunlardan akla gelen ve ön plana çıkanları Emilio Ambasz tarafından 1972’de düzenlenen “İtalya, Yerel Peyzaj”; Paolo Antonelli tarafından düzenlenen “Mutant Materials” ve de Terry Riley tarafından düzenlenen “Hafif İnşaat” sergileri sayılabilir. 80 yıl boyunca düzenlenen 300’ün üzerindeki sergiyi burada özetlemek oldukça zor.

SG: MoMA’nın Mimarlık ve Tasarım Bölümü’nün amaçlayıp da gerçekleştiremediği hedefleri var mıdır? Bölümünüzün gelecek yıllardaki planları nelerdir?

BB: Mimarlık ve tasarım alanlarında en iyi koleksiyona sahip olma hedefimiz için yaptığımız çalışmalar hiçbir zaman bitmeyecektir. Geçmiş ve günümüze ait materyalleri toplamaya devam edeceğiz. Ayrıca kamuoyunun geniş bir kısmının mimarlığın ve tasarımın günlük hayatımızdaki önemini anlatmak ve bunu önemsetmek amacı için farklı biçimlerde çözümler aramaya devam edeceğiz. Önümüzdeki yıllardaki çözmeyi arzu ettiğimiz en önemli sorun ise gittikçe daha artan hızla dijitalleşen bir ortamdan nasıl ve neyin koleksiyon olarak toplanması gerektiğine cevap aranması olacak.

SG: MoMA ve mimarlıktan söz açılınca, Philip Johnson hakkında konuşmamak olmaz tabi ki. Philip Johnson hakkındaki düşüncelerinizi okuyucularımızla paylaşabilir misiniz?

BB: Philip Johnson 20. yüzyılda mimarlık ve tasarım alanlarındaki en önemli öncülerinden birisidir; aynı zamanda 1940’lardan beri birçok mimari şaheserin tasarımcıdır. Çok yakın zamanda Venezuela’nın Caracas şehrindeki Siyah Kübü gördüm. Kendisine ait Cam Evi, Dumbarton Oaks Galerisi, MoMA’nın Misafir Evi aklıma gelen diğer önemli tasarımlarıdır. Ayrıca MoMA’nın Mimarlık ve Tasarım Bölümleri (1949’dan beri tek bir bölüm) Philip Johnson’un en önemli başarılarından birisidir.

SG: Philip Johnson’un MoMA’daki Mimarlık ve Tasarım Bölümü kurmasını hususunu biraz daha açıklayabilir misiniz?

BB: Philip Johnson, MoMA’nın Mimarlık ve Tasarım Bölümleri’nin kurucu küratörüdür. (O dönemde bu iki bölüm ayrı idi.) MoMA’nın kurucu müdürü Alfred Barr’ın yakın arkadaşı olan Philip Johnson, yeni açılan ve döneminde oldukça farklı sergi alanlarına sahip bu müzenin rolünün şekillenmesinde oldukça önemli bir rol aldı. 1932 yılında Henry Russell Hitchock ile birlikte düzenlediği “Modern Mimarlık” ve 1934 yılında düzenlediği “Makina Sanatı” sergileri Amerikalıların modern görsel formlara karşı günlük hayatta daha duyarlı olmasının önünü açtı. 1930’ların sonlarına doğru tutucu sağdan insanların yer aldığı politik arenalarda yer alan Johnson, sonraları kendisi bile bu döneminden utandığını belirtmiştir. Harvard Üniversitesi’nden mezun olup mimar olan Philip Johnson, İkinci Dünya Savaşı’ndan sona müzeye geri döndü. Ömrünün sonuna kadar MoMA’nın yönetiminde aktif olarak kalmasının yanı sıra, müzenin en önemli bağışçılarından birisi olmuştur (kendisi de zeki ve hırslı bir koleksiyoncuydu). Bu dönem boyunca ya MoMA’nın Mimarlık Bölümü’nü bizzat yönetmiş ya da tavsiyelerde bulunmuştur. Her ne kadar ünvanım “Philip Johnson Mimarlık ve Tasarım Baş Küratörü” olsa da bendeniz, vefat etmesi nedeniyle, Philip Johnson’un tavsiyesi olmadan bu pozisyona atanan ilk yöneticiyim.

SG: New York Times Gazetesi’nin mimarlık eleştirmeni Nicolai Ouroussoff “Las Vegas ve Robert Venturi” ile ilgili 22 Aralık 2009 tarihindeki yazısında şu yorumda bulunmuştu:

“Robert Venturi ile Denise Scott Brown çifti, ABD’nın doğusunda odaklanan, Harvard Üniversitesi’nde Walter Gropius, Şikago’da Mies van der Rohe ve MOMA’da Philip Johnson’un oluşturduğu mimari kurumsallaşmadan oldukça uzakta idiler.”

Nicolai Ouroussoff’un bu sözlerinden ne anlıyorsunuz? “Mimari kurumsallaşma” derken neyi kasetti sizce?

BB: Sanırım Nicolai Ouroussoff’un kafası karışık. Bahsedilen bu mimarlık oluşumları olmasaydı, Robert Venturi’nin kariyeri de olamazdı. Mimarlıkta Karmaşa ve Celişki (Complexity and Contradiction in Architecture) adlı eseri 1966 yılında MoMA tarafından basıldı. Las Vegas’tan Öğrenmek (Learning from Las Vegas) ise Yale Üniversitesi Mimarlık Bölümü tarafından bir stüdyo çalışması olarak oluşturuldu ve geliştirildi. Ayrıca Robert Venturi post-modernist bakış açısını Ivy Ligi dediğimiz seçkin üniversitelerde (Yale ve Pennsylvania Üniversiteleri) edindi. ABD’deki mimarlık oluşumu, tıpkı dünyanın dört bir yanında olduğu gibi, belli noktalara odaklanan oluşumlardır. Burada bu odak ABD’nin doğu kıyıları, biraz Şikago ve batı kıyıları olmuştur.

SG: MoMA’nın kurulduğu 1929 yılından beri ne tür değişiklikler maruz kaldığı konusunda bilgilendirir misiniz? Her ne kadar müze tarihi boyunca üç farklı binada yer aldıysa da, üçüncü ve en sonuncu binada gerek mimari, gerek de fiziksel olarak oldukça kapsamlı çalışmalara maruz kaldı.

BB: Daha öncede sorduğunuz diğer sorular gibi, bu sorunun cevabı da bir kitap konusu olabilir. MoMA her ne kadar ölçek ve boyutta kapsamlı değişikliklere uğramışsa da, ne olursa olsun kuruluş misyonuna ve amacına hep sadık kalmıştır. MoMA daha başlangıcından itibaren hem bir referans kaynağı, hem de somut bir adres olmuştur. Yirminci yüzyılın başında kurulan Metropolitan Sanat Müzesi, Brooklyn Müzesi, Philadelphia Müzesi, Şikago Sanat Enstitüsü gibi diğer Amerikan müzelerinin aksine, MoMA bir parkın yakınında kurulmamış, Manhattan’ın tam ortasındaki Midtown bölgesinde kendisini konumlamıştır. Modern sanatın hayat ile sanat arasında bir mesafe olmasına kesinlikle karşı olduğu da göz önünde tutulup, bu modern sanat müzesine kaldırımdan ulaşılması mümkün olmuştur.

SG: MoMA’nın yer aldığı yapının mimarisi hakkında ne düşünüyorsunuz? Philip L. Goodwin ve Edward Durell Stone tarafından tasarlanan orjinal yapıda Uluslararası Stil’in etkileri görülürken, farklı zaman dilimlerinde yapıda eklemeler ve restorasyon çalışmaları yapan Philip Johnson, Cesar Pelli ve Yoshio Taniguchi gibi mimarların yapıya daha farklı yaklaştıkları gözlemlenebiliyor. Bugünkü MoMA binası bu mimarların hepsinin tasarımının harmanlanması ile ortaya çıkmış mimari bir ürün. Bu sonuç hakkından ne düşünüyorsunuz?

BB: Yoshio Taniguchi, modernist tasarımların bir arada geliştirilmesi ve yapının genişlemesi sorununa son derece yaratıcı bir çözüm getirdi: 53. Cadde tarafında farklı kuşakların (Philip L. Goodwin, Edward Durell Stone, Philip Johnson ve Cesar Pelli) katkılarını organize ederek ortaya son derece uyumlu bir kolaj çalışması çıkardı. Bu harmonize çalışma ile Yoshio Taniguchi adeta MoMA’nın mimarlık tarihini bir ders gibi okunmasını istiyor gibi görünüyor. Taniguchi 54. Cadde’de ise kendi tasarım stilini kullanarak farklı yapıları bir bütün haline getirmeye çalıştı. Ayrıca müzenin içinden New York şehrinin manzarasını gözlemleme fırsatı veren büyük pencereler tasarımın önemli bir parçasını oluşturuyor. Bütün bu sebeplerden dolayı MoMA sadece bir şehir hazinesi değil, aynı zamanda şehirin müzesi olarak varolmaya devam etmektedir.

SG: Philip Johnson’a geri dönecek olursak bu mimarın MoMA’nın bulunduğu binaya mimari katkısını özetler misiniz?

BB: Philip Johnson’un MoMA’daki en önemli çalışması, hiç kuşkusuz ki oluşturduğu en etkileyici mekanlardan birisi ve de New York’ta görülmesi gereken yerlerin başında gelen, müzede yer alan heykel bahçesidir. Yoshio Taniguchi, MoMA’yı yeniden tasarlarken 53. Cadde’deki çelik ve cam cephede bu mimari dile referans vermiştir. Philip Johnson’un müzede tasarladığı en etkileyici projelerden birisi olan ve de müzenin genişlemesinin önünde engel olduğu için üzücü bir şekilde yıkılan Mies van der Rohe stilini andıran Whitney Müzesi’dir (sonradan MoMA’nın eğitim kanadı).

SG: MoMA’nın gelecekte de genişleme planları var mı?

BB: Tabi ki evet. Jean Novel’in tasarladığı kule inşa edildiği zaman kulenin alt katlarının birkaçı MoMA’nın bir parçası olacak.

SG: Jean Nouvel’in 53. Cadde’de inşa edeceği ve MoMA’nın hemen yanında yer alacak bu yeni projesi hakkında ne düşünüyorsunuz? New Yorker dergisinden Paul Goldberger bu proje hakkındaki yazısında bu projenin çok yüksek olması ve de Manhattan’ın Midtown bölgesindeki zaten kalabalık olan gökdelenler grubu içinde oldukça ön plana çıkması nedeniyle bazı komşularının bu projeye karşı çıktığını belirtti. Siz bu proje hakkında ne düşünüyorsunuz?

BB: Son yıllarda inşa edilecek en yaratıcı ve güzel gökdelen tasarımlarından birisi olduğuna inanıyorum. İnşa edilirse New York’un meşhur gökdelenleri grubuna katılacak sanırım. New York’un imar planını değiştiren Şehir Planlama Komisyonu ve Şehir Komisyonu, Manhattan’ın tam ortasından yer alan gökdelenler grubunun da ortasında yer alacak bu tasarımın son şeklini onaylayıp onaylamayacaklarına karar verecekler. Bu gökdelen tasarımı, New York’un farklı bölgelerinin farklı nüfus yoğunluğuna sahip olacağını öngören yönetmeliklerinin mantıklı bir sonucu bence.

SG: Belki çok genel bir soru olacak ama geçmişte ve yakın gelecekte inşa edilmiş mimari tasarımlardan beğendikleriniz hangileridir?

BB: Geçmişten başlamak gerekirse ilk örnek olarak İstanbul’da yer alan ve de bugüne kadar bulunduğum en etkileyici mekanlardan birisi olan ve de mantıklı bir ağ sistemini masalımsı bir yeraltı su kaynağı ile bir araya getirmiş Yerebatan Sarnıcı’nı gösterebilirim. Aya Sofya bir başka etkileyici mimari yapı tabii ki. Onsekizinci yüzyıldan bir örnek vermem gerekirse Paris’te yer alan Ste. Genevieve Kilisesi’nin içi, Marais bölgesinden yer alan ve de Le Pautre tarafından tasarlanan otelin iç avlusunu gösterebilirim. Daha yakın zamanda ise Louis Kahn’ın Teksas eyaletinin Fort Worth şehrinde tasarladığı Kimball Sanat Müzesi’ni örnek gösterebilirim. Ayrıca Mies van der Rohe’nin tasarladığı Barcelona Pavyonu bugüne kadar gördüğüm en etkileyici tasarımlardan birisidir. Daha çağdaş örnekler vermem gerekirse Rem Koolhaas’ın IIT’de tasarladığı öğrenci merkezi, New York’ta yer alan High Line projesi, Alvaro Siza’nın hemen hemen tüm tasarımların verebilirim. Ayrıca en az bu tasarımlar kadar etkileyici olan ve son dönemlerde Güney Amerika’da keşfettiğim başka mimari eserler de var: Caracas’ta yer alan Villaneuva tarafından tasarlanan Aula Magna; Sao Paolo’da yer alan ve Oscar Niemeyer tarafından tasarlanan Ibepeura Parkı; Lina Bo Bardi’nin evi….

SG: Sizin Marcel Breuer hakkında uzmanlaştığınızı biliyorum. Okuyucularımıza Marcel Breuer’den bahseder misiniz? Neden onun hakkında çalışmayı tercih ettiniz?

BB: Marcel Breuer hakkında çalışmayı seçtim çünkü kendisinin son derece değerli tasarımları, sonradan gerçekleştirdiği kurumsal şirketlere yaptığı çalışmaları hakkında çıkan polemiklerin gölgesinde kalmıştır. Kendisi son derece gelişmiş bir kolaj yeteneği olan, malzemeler üzerinde deneyler yapmaktan çekinmeyen, ihtiyaç programlarının herhangi bir nedenden dolayı değişmesine rahatlıkla uyum sağlayan ve bu nitelikleriyle tarihsel bağlamda muhteşem bir mimardır. Çok ön plana çıkmamış olan Whitney Müzesi’nin tasarımı hakettiği ilgiyi görmemiştir.

SG: Günümüzdeki mimarlık hakkında ne düşünüyorsunuz? Gözlemlediğiniz kadarıyla mimarlık ABD’de ve dünyanın geri kalanında nasıl gelişme kaydediyor?

BB: Son yıllarda gerek malzeme, gerek de dijtal/bilgisayar alanlarında yeni teknikler ve olanaklar mimarlık sektörüne hareketlilik getirmiştir. Günümüzde ise artık program yapılmadan yapılan araştırmaların sona ermesinin ve de bu enerjinin dünyanın günümüzde yaşadığı krizin getirdiğı mimarlık alternatiflerinin araştırma alanına yönelmesinin vakti gelmiştir. Mimarlık her zaman fırsatlar ile ilgili olmuştur. Günümüzde yaşadığımız kriz ve dünyanın tekrar şekillenme sürecinde dünyanın yeni fırsatlar vizyonuna ihtiyacı vardır.

SG: Ekonomik durgunluğun mimarlık alanına etkisi genel olarak ne oldu sizce? Mevcut durumun uzun vadede mimarlık alanına etkisinin olacağını düşünüyor musunuz?

BB: Halen ekonomik durgunluğun uzun vadede etkilerinin olacağını inkar ediyoruz ama hayatımıza 1980’ler ve 1990’lardaki aşırı harcama dönemlerinin geri döneceğine inanmıyorum. Mimarlık temelinden değişiyor artık. Daha kapsayıcı bir bakış açısına ihtiyacımız var ki o da yavaş yavaş gelişiyor. Bunun en önemli sebeplerinden birisi, çevrenin ve iklim değişikliklerinin olumsuz etkileri ile mücadele etmede mimarlığın hayatımızdaki en önemli araçlardan birisi olması. Mimarlık bir disiplin olarak kapsamını genişletiyor ve de peyzaj mimarlığı, mühendislik ve bu konu ile ilgili diğer dallar arasında diyaloğu daha fazla içermeye başlıyor. Bu farklı dallar mimarlıktaki “katı” malzemelerle ilgili olabileceği gibi, peyzaj ve diğer altyapılardaki “yumuşak” kavramlar ile de ilgili olabiliyor. “Yükselmekte Olan Su Akıntıları: New York’un Sahil Kesimleri için Projeler” adlı atölye ve sergi çalışmamızda bu sorulara cevaplar aradık. Görsel kültüre olan tutkusu, durgunluğun verdiği bir itici güç ile gelecekte mimarlık daha karmaşık ama belki de daha az etkileyici olacak.

SG: MoMA’nın Mimarlık ve Tasarım Bölümü’nün Ortadoğu’da çalışmaları veya etkinlikleri var mı?

BB: Global bir bakış açısı ile çalışmaya gayret ediyoruz. Mesela MoMA’nın genel müdürü Glenn Lowry, Ağa Han Ödülü jüri üyesi. Bu şekilde hem Türkiye hem de Ortadoğu’da olan bazı gelişmeleri takip etme fırsatımız oluyor. Ümit ediyorum ki bu ilişkilerimiz önümüzdeki yıllarda daha da gelişecek.

SG: Türkiye’deki modern sanat ve mimarlık hakkında bilginiz var mı?

BB: Bu konuda bilgi sahibi olmayı çok arzu ederim. Az bildiğim hususlar benim her zaman ilgimi çekmiştir.

SG: İstanbul Modern hakkında ne düşünüyorsunuz?

BB: Maalesef bu müzeyi ziyaret etme fırsatım olmadı. Tecrübesini yaşamadığım hususlar hakkında yorum yapmamayı tercih ediyorum.

SG: Çok teşekkür ederiz….

Etiketler

Bir yanıt yazın