“Ne Yazık ki, Bir Şehrin Şekli Şemali Bir İnsanın Kalbinden Çok Daha Hızlı Değişir”

Hızla değişen İstanbul'da görünen / görünmeyen anıt yapıların resimleri üzerinden Can Aytekin'le konuştuk.

Can Aytekin bir ressam. Yazı, resim, mimarlık arasındaki ilişkileri irdeleyen, bir araya getiren, karşı karşıya konumlandıran ama en önemlisi sınırları bulanıklaştıran, resme bakarken kente, kendine, kendimize dair sorular sorduran bir ressam. 

Belki de bu nedenle teknolojinin yaşamımızın tüm alanlarına hakim olduğu, anlatımların dijitalleştiği, hatta mekanların sanallaştığı bu dönemde “tuval nedir, ressam kimdir” sorularını yersiz bırakan bir ressam.

Bugüne kadar açtığı sergilerine konu olan mimarlık aslında “yapı stoğunun” her anlamıyla sadece biz mimarların, plancıların değil, aslında yaşamın ve yaşama ait belleğin bir parçası olduğunu kanıtlar nitelikte. Versus Art Project’te sergilenen son çalışması “Her Şey Yerli Yerinde” tam da her gün üzerine konuştuğumuz kentsel bellek üzerine. Anıtların belleğimizdeki etkilerine değindiği bu sergide Aytekin, seçtiği yapılarla görünen / görünmeyen üzerinden belleğimize / belleğimizle bir oyun oynuyor gibi. 

Bir rota üzerinden kurguladığı serginin ana nesneleri Abide-i Hürriyet Anıtı, Barbaros Anıtı, Cezayirli Hasan Paşa Anıtı, Ermeni Mezarlığı girişindeki anıt, Güzel İstanbul Heykeli ve Gezi’de görmeye alışkın olduğumuz beton bariyer. Görünmeyen anıtlar, büstü kaybolmuş bir kaide, kaybolan bir mezarlık, yerinden edilmiş bir heykel ve yersiz bir nesne. 

Hatırlamak kolay değil, unutmak da. Hatırlayışın tasarrufuna sahip olmak kolay değil, unutuşun da. Kimi zaman hatırlanması öylesine arzulananın hayaletimsi bir izi kalır geride, kimi zaman unut(tur)mak için onca gayret beyhude kalır hatırla(t)mak isteyenin dilinde. Sadece kelime değil abide de hatırlatır, şeyin imkansız yeniden mevcudiyetinin hayaletimsi izini, icat edilen bir vücut da olsa, bir vücut da bulsa… (Ender Keskin, Anıt Hafıza, Sergi kitabından)

Hem tarihin içinde hem de kentte kurguladığı bu gezinti, aslında kentlerin, İstanbul’un katmanlarını betimliyor. Gün geçtikçe tek katmanlaştırılan belleğimizde delikler açıyor, bizi sahip olmadığımız anılarımıza götürüyor ve farkındalık yaratıyor.

“Ressam konuşmaz derlerdi” diyen bir ressamla resimleri üzerinden İstanbul’u, anıtları, tarihi, belleği konuştuk. 

Resim nasıl Yapılır?
Hatırlayarak.
(İsmet Doğan’la röporatjından)


Her Şey Yerli Yerinde

İlknur Sudaş: Sanki kentte düzayak yürümekten sıkılmışsınız da, kuyuları açıyorsunuz tekrar?

Can Aytekin: Sevgili Hocam Hilmi Yavuz’un “Kuyu” diye bir anlatısı var, öğrenciyken okumuştum. Kitapta kendisi bu anlatıyı yazacağı bir kuyu aramaktadır. O sıralarda Hilmi Yavuz Ayazpaşa’da oturuyor. Park Otel’in yıkılıp tekrardan inşaata başlandığı seneler… Otel inşaatını aslında büyük bir kuyunun kazılması olarak nitelendirir. Onu hatırlattı bana söyledikleriniz.

Tabii o metafor Hilmi Yavuz’dan öncesine dayanıyor. Evliya Çelebi… Mitolojide de yeri var hatta. Midas’ın Kulakları’nda berber sırrını bir kuyuya söyler. Sonra Tevrat’ta Yusuf’un kuyuya atılması, çıkarılması. Edebi bir karşılığı var yani.

Bu metaforların hepsi bir arka plan oluşturuyor tabii. Benim burada yapmaya çalıştığım şey resimle bu konuya girmek. Konu ise aslında hep aynı. Nedir? Şehir, İstanbul, katmanlar, hızlı yapılaşma, bunun hafızaya etkisi, insana etkisi. Çünkü yapılanların bir karşılığı var, bireysel etkileri var. Herkes kendi hikayesini oluşturuyor bu mekanlarda.

Ben bu konuyu biraz daraltarak ele aldım. Anıtlar ve bir güzergaha indirdim. Şişli’den başlayarak Osmanbey’e geliyorsunuz, Taksim’e ve oradan aşağıya iniyorsunuz Beşiktaş. Sonra İstinye, Boğaz’a doğru devam ediyor. Böyle bir güzergah, bu rota üzerinden şehirde geziyorsunuz ve karşınıza bir takım şeyler çıkıyor. Böyle bir başlangıcı var. Arka plandaysa evet, o bahsettiğiniz kuyular, katmanlar…

Ben sergide pek bahsetmiyorum bunlardan aslında. Sadece şekiller ve renklerle resimler yapıyorum. Arka planı izleyene bırakıyorum. Bir yorumla başlıyor her şey. Örneğin Nusret Polat bu sergiyle ilgili ” bir kültürel arkeoloji denemesi” demişti. Bu açıdan da bakılabilir tabii sergiye ama benim ilk hedefim bu değil.

Birinci hedefiniz nedir?

Benim birinci hedefim görme yoluyla bu ilişkileri kurmak. Yani şeklin bir şeye benzemesi veya benzememesi, gerçekte var olması ya da olmaması sadece bellekte yaşaması ve sonunda o hikayeleri görme yoluyla sizin kurmanız. Siz sergide yer alan şekilleri kağıttan kayığa da benzetebilirsiniz, ya da gerçek nesnesine de. Yorumlar önemli, çünkü diğeri bir içeriğin görsel hali olur. Ve o zaman bu resimleri yapmaya gerek kalmaz. Metinler üzerinden anlatmak istediğini anlatırsın olur biter.

“Ormanda yürüyüş yaptığınızı farzedin, baktığınız bir yer yoktur, tek bir şey görmezsiniz orda ama toplamda bir şey görürsünüz.”

Dediklerinizi biraz daha açalım istiyorum. Resimle metin, resimle mimari, bunlar arasındaki ilişki mi işlerinize yansıyan?

Evet, bundan önceki işlerim de mimarlıkla bir ölçüde ilgiliydi aslında. Hatta şöyle özetleyeyim; yazı, resim, mimarlık arasındaki ilişkiler, geçişler ve karşıtlıklar üzerinde duruyorum.

2005’te, “Tapınak Resimleri” adlı ilk kişisel sergimde konu yine bir takım mimari arketipsel yapılar, binalar ve mekanlardı. O zaman yeni müzeler hakkında konuşuluyordu. Sonuçta müze de tapınak sayılabilir bir yerde. Din ve sanat ilişkisi çok eskiye dayanıyor. 20. Yüzyılda müze binalarının aslında kendi başlarına birer sanat eseri oluşu… Mimari ve resim arasındaki ilişkiler. Bunlar üzerine resimler vardı sergide.


Can Aytekin, Tapınak Maketleri, Temel-siz Sergisi, MARS

Resmin kendisi de bir mekan aslında. O yüzden büyük tuvaller kullanmayı seviyorum. Çünkü ister istemez bu tuvaller sizin etrafınızı çeviriyor ve mekansal olarak kuşatıyor sizi. Klasik tablolarda, Rönesans’taki pencere metaforunu kullanabiliriz burada, tablonun içine odaklanırsınız. Büyük tuvaller ise boyutları sayesinde sizle ilişki kuran resimlerdir. Juhani Pallasmaa, “Tenin Gözleri” adlı kitabında “odaklanmış görme” ve “odaklanmamış görme” diye bir ayrım yapar. “Odaklanmış görme” bir şeyi, bir nesneyi kuşatarak adeta sahip olmayla ilişkilendirilir. “Odaklanmamış görme” ise bedenen görmek demek. Ona katılmak adeta, görme yoluyla nesneyle kurulan ilişki. Örneğin, bir ormanda yürüyüş yaptığınızı farzedin, baktığınız bir yer yoktur, tek bir şey görmezsiniz ormanda ama toplamda bir şey görürsünüz. Bedenen içine girmek, beden olarak görmek.

“Tapınak Resimleri”nden sonra “Kaya Resimleri”, ardından da “Bahçe Resimleri” adlı sergiler yaptım. Bahçe’de yine konu doğa ile mimariydi. Bahçe, doğalmış gibi duran ama tasarlanan, sınırlandırılmış bir alan. Bir mekan yaratıyorsunuz orada ve görme yoluyla ilişki kuruyorsunuz. Tam olarak doğal değil, tam olarak mimari de değil.


Monet, Paris l’Orangerie Müzesi

Paris’te bulunan l’Orangerie Müzesi’nde Monet’nin oval duvarlarda yer alan sizi kuşatan resimleri yer alır. Panoramik. Orada da bu bahsettiğim konular açılmış. Tek bir tablodan çıkıyor ve sizi kuşatıyor Monet. Bahçe Resimleri’ndeki espri biraz bununla ilgiliydi. Fakat ben kalıcı bir mekanda çalışmıyorum sadece resim yapıyorum. Bu resimler yap-boz parçaları gibi bir araya gelerek bir mekanı oluşturuyorlar. Bu resimleri bir gün böyle diğer gün başka türlü dizebilirsiniz. Ama bana göre aralarındaki bağlantının veya karşıtlığın her zaman çalışması lazım. Monet’nin müzesi bir bina ise, benim yaptığım çadıra benzetilebilir. Çadırı kuruyorsunuz ve kaldırıyorsunuz, sonra tekrar kuruyorsunuz. Ve böylece bir mekan yaratıyorsunuz.

Hatta her seferinde farklı bir mekan yaratıyorsunuz.

Tabii, tam olarak kontrol edilemeyen ama bir anda bir yerde oluşan mekanlar ortaya çıkıyor.

Son serginize gelirsek…

Öncelikle çok bilinçli olarak başlamadı her şey. Sergi için çalıştıkça bazı şeyler giderek netleşti. Yaşadığım yerlerde, her gün gördüğüm şeyler en sonunda bir güzergah üzerinde toplandı.

Konu İstanbul’da geçiyor. Bir güzergah var dediğim gibi. Mesela, Şişli’deki Abide-i Hürriyet var. Cumhuriyet Dönemi’nde Taksim Anıtı ne ise, Osmanlı’nın son döneminde de bu anıt benzer önemdedir. Askeri bir anıt bu. Enver Paşa’nın mezarı da burada mesela. Bir anma, ölüm, mezarlık, anıt, bir yerden sonra heykel, sanat eseri yani. Bir de mescit var altında. Dini bir anlamı da var yani. Her şey gelmiş bir noktada düğümlenmiş gibi. Hem askeri, hem sosyal, hem siyasi zengin bir arka planı var. Orada başlıyor mesele benim için. Şekli çok da önemli değil, bir yapı sonuçta.

“Dünyada anıt kadar görünmez bir şey yoktur.”

Peki siz o nesneyle nasıl bir ilişki kuruyorsunuz? Mekanları ilk keşfettiğinizde bu arka plan sizi ilgilendiriyor mu yoksa öncelikle görsel bir ilişki mi kuruyorsunuz?

İlk katta hiçbir şeyle ilgilenmiyorum. Görmeyle ilgiliyim sadece.

Bu anıt özelinde çok da ironik bir durum, çünkü anıtın yanından E-5 geçiyor, yanına Adliye Sarayı da yapılmış, hiç gözükmüyor anıt. Gün içerisinde gören yoktur yani bunu. Var, ama görülmüyor. Oradan geçiyorsun her gün, aradan 5 sene geçiyor, 10 sene geçiyor, ama görmüyorsun. “O var mıydı?” diye soruyorsun. Romancı Robert Musil, “Dünyada anıt kadar görünmez bir şey yoktur” der. Taksim Anıtı bile belki bu açıdan incelenebilir. Her gün önünden geçiyorsun ama, var mıydı, yok muydu, kim tarafından ne zaman oraya kondu? Bir kafa karışıklığı var. Ben işin o tarafıyla ilgiliyim önce.

Önce görme yoluyla yani… Sonrasında da tabii meraklıyım, araştırıyorum.


Abide-i Hürriyet, Can Aytekin, Her Şey Yerli Yerinde

“Resimler de tam bir betimleme sayılamaz… Mimariyle burada kesişiyorlar işte.”

Görünmeyen bir yapıyı resimlerinizle tekrardan hayatımıza sokarak görünür kılıyorsunuz bir yerde. Ne kadar zor da olsa artık görürüm gibi hissediyorum ben.

Aslında böyle bir farkındalık da yaratıyor mu bu işler? Yaratmak ister misin diye sorsanız, isterim tabii. Ama bu çok bireysel bir durum, size kalmış. Büyük bir şehirde yaşıyorsun ve bunlara kayıtsız da kalabilirsin, umrunda da olmayabilir veya bu neymiş diye de sorabilirsin.

Herkes çok meraklı tarihe ama Şişli’deki bu anıtı çoğu kimse bilmez. Bir tuhaflık hali. Kendimce bunu dengelemeye çalışıyorum belki de. Bunlar benim ürettiğim formlar değil aslında, bunlar şehirde olan formlar. Her gün yanından geçtiğimiz formlar.


Güzel İstanbul, Can Aytekin, Her Şey Yerli Yerinde

Sergide mesela bir heykel var. “Güzel İstanbul”. Gürdal Uyar’ın 1973’te Cumhuriyet’in 50. Yılı Yarışması’nda ödül aldığı heykel. Önce Karaköy’e koymuşlar, sonra müstehcen diye Yıldız Parkı’na göndermişler. 40 yıldır orada duruyor. Ben ilk gördüğümde, yola ters olarak yerleştirildiğinden kadın figürünü göremedim ve uzaydan düşmüş bir göktaşı sanmıştım. Yanında plaket yok, bilgi veren bir yazı yok. Bu nedir, bunu buraya kim koydu diye soruyorum. Bunun bir estetik değeri var evet, tamam ama onunla ilgilenmiyorum ilk katta. Bu Rodin’e benziyor dersiniz, çok başarılı bulabilirsiniz, ya da tam tersi. Ama bunun bir önemi yok. Bu heykel, Türk heykel tarihinde 1973 yılında bir yarışma kazanmış ve sonunda Yıldız Parkı’nda terkedilmiş. Aslında başımıza gelen, gördüğümüz şeylere bir tepki mahiyetinde yaptığım şeyler belki de. Bir kayıt.

Abide-i Hürriyet Anıtı’nın bodrum katındaki odanın bir maketini yaptım mesela. Konu çok ilginç olduğu için peşine düştüm. Mescit kapalı, kışın gittim, yazın gittim bir fark yok. Ben de en sonunda Koruma Kurulu’na gittim. Ara sıra su bastığı için belediye bu durumu kimse görmesin, bilmesin diyerek kapalı tutuyormuş. Kimse girememiş, ben de giremedim. Fakat bu anıtın altındaki oda nedir? Nasıl bir mekan? Anıtın kriptası, gizli odası, kalbi gibi adeta. Sonra bu odanın planını buldum. Demirden bir kubbesi varmış, 3 tane kolon, yukardan ışık alıyor, pencereleri var. Bir maketini yapmaya karar verdim. 1,5-2 metre ebatlarında, içinde oturulabilen büyükçe bir maketini yaptım.

Yüzyıl sonra anıtı bir kez daha, atölyede yeniden yaptım yani. Neden? Resimler de tam bir betimleme sayılamaz, daha çok bu odanın çizimleriyle ilgili. Mimariyle burada kesişiyorlar işte. Bir çizim sonuçta bu ve birbirlerine de benziyorlar.

Güzergah üzerindeki diğer anıtlara gelecek olursak?

Hızlıca geçeyim. Harbiye’den sonra Gezi Parkı’nın yakınında bir Ermeni Mezarlığı varmış eskiden, onun girişindeki anıt bir diğer konu. Sonra, Taksim’deki bariyer. Meydana bir süredir bariyerler koyuyorlar, yan yana diziyorlar, kaldırıyorlar, indiriyorlar. Bunların çok fotoğrafını çektim ben. Betondan imal edilmiş, 1750 kg. ağırlığında. Bazen boyuyorlar bunları, enteresan geliyor bana. Beşiltaş’taki Barbaros Anıtı var bir de. Kaidesi daha doğrusu. Ve son olarak Çayırbaşı’ndaki Cezayirli Hasan Paşa Anıtı. Bunları seçtim sergim için. Başkaları da konabilirdi tabii bu serginin içinde. Örneğin, PTT’nin yaptırdığı kümbet şeklinde yeni posta kutuları var. Plastikten yapılmış, zevksiz kitch nesneler, ama bunları söyleyip geçemezsin. Her gün bu gördüklerimizle hayatımıza devam ediyoruz.


Beton Bariyer, Can Aytekin, Her Şey Yerli Yerinde

Aslında tarihsel bir süreçten bahsetmiyoruz burada o zaman. “Şimdi”den bahsediyoruz.

Evet, konu çok güncel. Umut Şumnu, bir yazısında Anıt’ı, mekan oluşu bastıran, mekan olmayan bir şey olarak tanımlar. Dondurulmuş, kalmış, yaşamayan, mekan olmayan. Olumsuz bir anlam yüklüyor anıta, adeta ölüdür anıt. Evet ama şöyle bir şey de var, örneğin Beşiktaş’taki anıtın etrafında bir sürü patenci var, kaykaycı var. Gençler toplanıyorlar orada ve bir tür yaşantı var. O kadar da ölü değil. Bu ilişkilerle ilgili bu sergi.

Cezayirli Hasan Paşa Anıtı’nda büst yok mesela, çalınmış ya da Ermeni Mezarlığı’ndaki anıt bugün yok. Bir dönem varmış bunlar. Belki de bir gün çıkarlar ortaya. Katmanlar böyle bir şey. Osmanlı, Bizans, Roma… İndikçe başka katmanlar ve bunun getirdiği bir zenginlik var aslında. Tabii bir de buna karşılık bir kırma, yıkma, bozma hali var.

“Ne yazık ki, bir şehrin şekli şemali / Bir insanın kalbinden çok daha hızlı değişir.”

Onu sormak istiyorum aslında. Bizler her gün inşaat sesleriyle yaşıyoruz artık. Bildiğim sokaklar değişiyor, binalar yıkılıp yenileri yapılıyor. Bireysel bellek, bununla birlikte toplumsal bellek de zarar görüyor.

Olan da orada yaşayana oluyor zaten. Orhan Pamuk’un son romanında bu konu var. Gecekondular yıkılıyor, yerlerine başka binalar yapılıyor. İnsanların 30-40 senesini geçirdiği yerler hatıralarıyla, anılarıyla birlikte yok oluyor. Romanda Baudelaire’den çok güzel bir alıntı var. “Ne yazık ki, bir şehrin şekli şemali / Bir insanın kalbinden çok daha hızlı değişir.”

O romanda bir bozacı var. Çok para kazanamıyor, sokaklarda geziyor sürekli ama çok seviyor gezmeyi. Yanlış hatırlamıyorsam şöyle bir şey söylüyor : “Gezerek rahat ettiğimi anladım, Şehrin içinde dolaşmak kafamın içinde dolaşmak gibi.” Her şey yıkılıyor, yapılıyor, yeniden yıkılıyor, yeniden yapılıyor ve sen belleğini korumaya çalışıyorsun. Bir şekilde ilişki kurmaya çalışıyorsun şehirle ve aslında kendinle.

Ne olursa olsun bireyin algısını bozuyor bu tabii. Nasıl bir faturası olduğunun da üstünde durmuyor kimse. İnsanları nasıl etkiliyor bu? Aynı konu, hepimiz aynı yere geliyoruz aslında. İşte yine Tanpınar, yine mimarlık, yine İstanbul v.s. Konular hem eski hem güncel, “her şey yerli yerinde”. (Gülüşmeler)

“Her şey yerli yerinde” mi peki gerçekten? Serginin isminden bahsetmek ister misiniz?

Bu isim Tanpınar’ın aynı isimli şiirinden alındı. Her şey yerli yerinde mi bilmiyorum aslında. Emre Zeytinoğlu’nun sergi için yazdığı yazının başlığını hatırlatayım. “Hiçbir Şey Yerli Yerinde Değilse, Her Şey Yerli Yerinde Demektir.”

Bu arada Tanpınar bizim okulda (MSGSÜ) hocaymış zamanında. Zühtü Müridoğlu ile Hadi Bara’nın Beşiktaş’taki Barbaros Anıtı yapıldığında, 1944 yılında bir yazı yazmış. Barbaros’u herkes bilir de, bu heykeli yapan sanatkarları da hatırlayalım diyor yazısında. Ve şöyle bir şey söylüyor: “Ondaki nispet Rems ve Frankfurt Katedrallerinin, Floransa ve Milano şaheserlerinin nispeti değil. Bursa ve İstanbul’u süsleyen eserlerin, Sinan’ın, Hayrettin’in nispetidir.” Yani bizde heykel geleneği yok ama, Osmanlı mimarisiyle bir ilişkisi var muhakkak diyerek heykeltraşları korumaya çalışıyor.

Bu serginin isminde şiirden yola çıkılıyor ve Tanpınar’ın bu yazısıyla birlikte Beşiktaş’taki Barbaros Anıtı’na değiniliyor. Oradan da, Şişli’ye, Güzel İstanbul’a, bariyerlere derken güzergah belirleniyor. Yapıldıkları tarihleri göz önüne alırsanız yüzyılın bir panaroması olarak görülebilir.

Kısaca sadece kentte değil, tarih içinde de geziniyoruz. Bu güzel sohbet için teşekkürler.

Edebiyat tarihine, kent tarihine, İstanbul’a, Can Aytekin’e, resimlerine, sergiye ve bu güzel sohbetimize ilham veren Tanpınar’ın o güzel şiirini “Rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner” repliğiyle siz de hatırlayın. Emre Zeytinoğlu’nun dediği gibi, değişikliğe o kadar alışmış bir toplumda hiçbir şeyin yerli yerinde olmaması, yerli yerinde olduğuna işarettir belki de…

Her şey yerli yerinde; havuz başında servi
Bir dolap gıcırdıyor uzaklarda durmadan,
Eşya aksetmiş gibi tılsımlı bir uykudan,
Sarmaşıklar ve böcek sesleri sarmış evi

Her şey yerli yerinde; masa, sürahi, bardak,
Serpilen aydınlıkta dalların arasından
Büyülenmiş bir ceylan gibi bakıyor zaman
Sessizlik dokunuyor bir yerde yaprak yaprak…

Biliyorum gölgede senin uyuduğunu
Bir deniz mağarası kadar kuytu ve serin
Hazların aleminde yumulmuş kirpiklerin
Yüzünde bir tebessüm bu ağır öğle sonu.

Belki rüyalarındır bu taze açmış güller,
Bu yumuşak aydınlık dalların tepesinde,
Bitmeyen aşk türküsü kumruların sesinde,
Rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner.

Her şey yerli yerinde; bir dolap uzaklarda
Azapta bir ruh gibi gıcırdıyor durmadan,
Bir şeyler hatırlıyor belki maceramızdan
Kuru güz yaprakları uçuşuyor rüzgarda.

Ahmet Hamdi Tanpınar

Etiketler

Bir yanıt yazın