Nezih Eldem’in Ardından…

1. İstanbul Mimarlık Festivali’nde “Sabah Sohbetleri: Kahve Altı Mimarlık” başlığı altında düzenlenen etkinlik serisinin 6 Ekim’deki konukları Nezih Eldem ve Günkut Akın'dı.

Günkut Akın: Hoşgeldiniz, ilginize çok sevindim.
Nezih Bey’i hepiniz tanıyorsunuz, İTÜ’nün eski hocalarından. Kendisi cumhuriyet döneminin herhalde en önde gelen isimlerinden bir tanesi. Arredamento’nun 27. sayısı, Nezih Eldem’e ayrılmış. Şimdi Nezih Beyle konuştuk, hem söyleşiyi beğeniyor kendisi, hem de bu kapağın düzenini beğeniyor. Eski Şark Eserleri Müzesi -Arkeoloji Müzesinin kaşısındaki bina- onun iç düzenlemsinin seramiği üstte ve altta Nezih Bey’in kendisi ama bir maske gibi gözü çıkartılıp oraya bir çizim eklenmiş.

Şimdi mimarlar kendi yaptıkları işleri anlatırken metrekare verdikleri görülüyor bu çok yadırgadığım birşey. Nezih Bey için az yapı yaptı denir. Ama bu nasıl “az”sayılabilir? Nezih Bey hayatı boyunca mimarlık düşünmüş bir adam ayrıca mimarlığı uygulama olarak gören birisi, yani kağıt mimarlığını kabul eden biri değil. Teknik Üniversite’nin hocası çağırmış Nezih Bey’i, asistanlık teklif etmiş, hayır ben İzmir’e gideceğim, iş yapmak istiyorum demişsiniz. Burada Mies’in sözü geçerli belki “az çoktur” diye, gerçekten tam da Nezih Bey’e uygun birşey. Yahut Edip Cansever’i düşünebilirsiniz, 160 kitap sattığında çok satıyorum diyordu şiir kitabı. Şimdi şöyle birşey var ama, onca yıl eminimki Nezih Bey’in tasarım düşünmediği günü, saati belkide yoktur. Bu süreyi, bu yapılara bölersek, demek ki Nezih Bey bir yapı için çok süre harcıyor ve bunu Türkiye gibi bir ortamda yapıyor. Kendisinin de söylediği gibi herkesin yanıtları bildiği bir ortamda kendisi sorular soruyor, çok zor bir durum bu. Çok emekli yapılar hepsi, çok yoğun bir tasarım emeği var herbirinin arkasında. Aynı şekilde uygulamada çok büyük sorunlar var.

Bu konuda ben ilk soruma geçmek üzere bir erken yapınızdan başlamak istiyorum hocam. Ankara’da yedek subaysınız ve orada belediye iş hanı projesi var. Orası sonradan belediye başkanlığı binası olmuş ama sanırım artık değil. Bu bina ile ilgili bu söyleşide diyorsunuz ki “şimdi geriye dönüp baktığımda çok gençtim ama yanımdaki binayla olan ilişkimdeki işte saygılı ve kişilikli tavrı önemsiyorum” üstelik o yanınızdaki binada birkaç yıl önce yapılmış, öyle çok eski tarihi bir bina değil. Buradan ne anlamamız gerekiyor? Nezih Bey’in anektodları çoktur. Tepebaşı’ndaki bina için, koluna girmeliydi diye demişsiniz. Bu yan yana geldiğinde mimarın çok değerli, az değerli, eski, yeni farketmez ama onunla bir diyaloga girerek işe başlaması, o koşulları göz önünde bulundurması sizin tasarladığınız binaya ne katmakta?


Nezih Eldem:
Siz o kadar güzel açıkladınız ki, ben önce saygılarımı sunayım hanımefendilere, beyefendilere, kardeşlerime. Günkut Bey’e de açıklamalarından dolayı teşekkür ederim. Fazla iltifatkar oldular ama benim tasalarım gerçekten bu yönde çok belirgindir, kendime bir kusur varsa onuda söylerim. Bildiğiniz gibi mimari yeni bir yerde, belli bir konumda gelişiyor, oluşuyor, şekilleniyor ve ebediyen kalıyor. Ondan evvel varolanlar ve ondan sonra varolacaklar, bütünü oluşturuyorlar. İşte İstanbul diyoruz, Beyoğlu diyoruz, bir yer diyoruz, bir mahalle diyoruz bunu diyebildiğimize göre yanında ne olursa olsun onsuz düşünmek mümkün değil bir yapıyı. Yani ona benzetmek çok ters birşey tabiki ona ben de katılıyorum. Hele Ankara’daki yapıda belirli bir ortak kullanım da vardı. Yani daha evvel belediyeye ait bir mülkiyete sahipti onun için onu hesaba katarak harekete geçtim diye düşünüyorum.

Yani mimari bilgi birikimini gerektiren birşey değil, mimarlık tek kendi başına kuşkuyu gerektiren birşey. Yani soru sormasını bilmesi lazım mimarın. Bu soruları cevaplarken, ben öğrencilerime şunu verdim; soru soracaksınız ve bu soruların yanıtları olarak da bulabildiğiniz ve getirebildiğiniz çözümler hala iki çözüm olarak kalıyorsa, soru sormaya devam edeceksiniz taki kaçınılmazlığa ulaşana kadar. Tabi bu abartılı birşey, kaçınılmaz son insandan insana da değişebilir ama böyle davranırsa o insan kendi kararını şaşmaz bir şekilde verir. Bunu çok önemli sayıyorum doğrusu.

Günkut Akın: Yani bununla belki sizin binalarınızın birbirine benzememesi ile de ilişkili olabilir. Her seferinde yeniden düşünülüyor yeni sorular çıkıyor, yeni durumlara göre…


NE:
Yeni insanlar için, yeni işlevler için, yeni bir yerde, ışığı, güneşi, gölgeyi, hepsini hesaba katarak, bu kaçınılmazlık haline gelinceye kadar peşinde koşuyorum.

GA: Yani bu bir şekilde modern mimarlığa bir cevap da olabilir.


NE:
Şimdi şöyle diye düşünüyorum ben, “işlevsellik” diye çok kısa birşey var. Dar bir anlam içerisinde alıyoruz ve diyoruz ki bu işte fonksiyonalizm. İlmi reçeteler bizim derdimiz maalesef, yani fonksiyonalizm geçti, şimdi bilmem ne var. Yani bu reçeteler çok yanlış, işlevsellik asla biten birşey değil yalnız kapsamını doğru kavramak veya sınırlamamak gerekiyor. İşlevsellik fonksiyonel elverişlilik değil duygusal açıdan da ben burada mutlu hissediyorum kendimi hatta birçok defa bu mutluluğun sebebini izah bile edemezsiniz, niye burda mutlu hissediyorum kendimi diye onu izah edemeyecek kadar duygusal, içe dönük, açıklaması zor şeyler var. Bu da işlevselliktir bir bina için, bu binanın böyle olması lazım ben orada mutlu olmasını istiyorum insanların, onun için bu tek şeyi, elverişliliği, gözlemi çok seviyorum ben. Elverişlilik, işte çocuk yetiştirmeye elverişlilik, mutlu bir aile kurmaya elverişlilik veya bir işi rahat rahat yapmaya, çizmeye, araştırmaya elverişlilik. Sessizlik de olabilir tersine bir canlılık da olabilir bunun içerisinde. Onun için yani bu birbirinden çok normal bir şekilde farklı işler ortaya çıkacaktır tabi ki.

GA: Ama yani bu şey mimarinin ötesinde bir şekilde yapıyorsunuz, daha çok yaşamın içinden bakıyorsunuz mimarlığa, yani bu elverişlilik kavramı, binaya soracağınız sorular aslında yaşamın içinden çıkıyor, değil mi? Bütün soruları ben sormak istemiyorum aslında, Şevki bey siz ne dersiniz?


Şevki Pekin:
Benim aklımı kurcalayan bu aralarda birşey var onu danışayım. Şimdi o monografiden bahsediyorsunuz. Epey vakit geçmiş, sürat inanılmaz bir şekilde arttı bu sürat arttıkça mimarinin görünümü de hızla değişmeye başladı. Birgün başka birşey yapılıyor, başka birgün başka birşey yapılıyor. Birazcık iş işlevsellikten ziyade forma dönüşmeye başladı -bütün dünyada bizim ülkemizde değil sadece- bu konuda ne düşünüyorsunuz? Uluslararası mimaride de şu anda sırf Türkiye’de değil, çok çeşitli akımlar var. Akımların ömrü 6 ay-1 sene, sonra tekrar bir başka akım, belki onun ömrü 3 ay ondan sonra bir akım, onun ömrü 3 sene, bu konuda birşeyler söyler misiniz?


NE:
Ben o konularda cahilimdir doğrusunu isterseniz.

GA: Hayır negatifini de söyleyebilirsiniz.

NE: Hayır negatif söylemek istemiyorum. Bir insan örneğin müzikte bile zannediyorum başı bomboş değildir. Mimarlıkta asla formdan biçimden yola çıkmadığım için, çıkılmasını da tamamen reddettiğim için sorularınız konusunda bu yerde, bu amaçla, şu parayla, şu şartlar içerisinde bir yapı yapıyorum diyemiyorum. Bir yaşamsal mekan kurgusu yaratıyorum ve bu inşa edilecek, ben olmasam da bu yaşamaya devam edecek veya ilerde bu şöyle şöyle değişikliklere de uğrayabilecek. Bütün bunlar formu tarif eden şeyler zaten, yani form onun sonunda ortaya çıkacak ve ben ona seve seve katlanacağım, beğeneceğim, seveceğim yoksa bir üslup olarak tarz olarak biçimden yola çıkmak son derece yetersiz ve mutlu olmayan çevreler yaratmaktadır. Tabi tarih içinde de böyle şeyler olmuş. Bunlar birtakım biçimsel elverişsizlikler haline gelmiş bu türlü kararların tepkisi olarak biçimler ya da nesneler, tepkiler olmuş. Halbuki işlevsel olarak elverişlilikten yola çıkılırsa böyle bir tehlike asla yok diye düşünüyorum.

ŞP: Bu aralarda hakikaten de bütün dünyaya bakınca şekilcilik denebilir, bir form ya da belki farklı teknikler kullanılarak yapılan yapılar -belki mecmualar öyle bilmiyorum- çok ön plana çıktı. Bundan 30 sene evvel, 20 veya 50 sene evvel o kadar ortaya çıkmıyordu. Bu konudaki görüşleriniz nedir? Sizce neden oluyor? Veya bu geçici midir? Mimaride bu çok çeşitliliğe, ortaya çıkan bir sürü üsluba karşı ne söylersiniz?


NE:
Kişinin üslubu veya dönemin üslubu yine de bir sürü sebepten ortaya çıkmış şeylerdir. Onun içerisinde yaptığı hizmetin, karşısındaki adama yaptığı hizmetin gerekleri ne kadar yerine getirilmiştir, onu ne kadar hesaba katma sebeplerdir bunlar onu görmek lazım doğrusu. Biçim buna da cevap verebilir tabi ama bilmiyorum. Yani heykel yapan insanın ihtiyacı olan ışıkla, diğer başka amaçlarla dinlenmek için, uyumak için yapılan bir mekanda, o mekanın içinde şu mevsimde, bu mevsimde görülecek farklılıkların hepsini hesaba katan bitakım değişikliler olacaktır çaresi yoktur. Bunları görmezlikten gelerek biçime peşin karar verilirse ve bunlar aksıyorsa o zaman mimari değildir. Yani ne o mimardır ne de bu mimaridir. Yani insanı mahkum ettikleri bir kutudur.

ŞP: Peki şimdi belki sizin bütün ömrünüz boyunca bu şekilde düşündünüz, bütün bu akımlara oldukça kuvvetli bir şekilde göğüs gerdiniz. Belki medyadan yani bütün haberleşmenin süratlenmesinden -belki uluslararası işlerin heryerde çok daha fazla bilinmesinden eğer yanılmıyorsam bana öyle geliyor- tam aksi bir yöne gidiyor mimari. Okullarda bile hani talebelerin yaptıklarına bakılınca çok modavari işler. Bunu için ne yapmak lazım? Bunun için ne düşünüyorsunuz?


NE:
Dediğim gibi “amacı” nedeniyle… Yapılan projenin amacı, tıpkı bir elbise gibi… O elbise ne mevsimde ne zaman kimin tarafından giyilecekse ona göre şekilleniyor. İnsan herşeysiyle, yaşantısının her aşamasında o mekanın mahkumudur yani öyle bir yer yapıyorsunuz, öyle yaşamak zorunda kalıyor. Bunu hesaba katmadan yapılacak birşey mimari değildir zaten.

ŞP: Sizin için konuşmak kolay tabi…


NE:
Ama iş yapamıyorum bende yani ben böyle bir nedenden dolayı…

GA: Hayır şunu söyleyeceğim. Siz çok doğru bir şekilde gerçekten formdan yola çıkmıyorsunuz ki modern mimarlık gerçekte bunu istemişti ama başaramadı. Yani bu hep istenen birşeydir. Şöyle birşey var, siz hakikaten elverişlilik kavramından yola çıkıyorsunuz. Çok genişletilmiş bütün yaşamı içeren bir işlev kavramı, çok zengin birşey. Tamam hani biçim değil öncelikle ama sonuçta ortaya çıkan biçim, sizin biçimleriniz gibi biçim de yok ortalıkta. Bir akustik levha, akustik levhası değil, bir tavan, tavan değil, döşeme, döşeme değil birer sanatsal yapıt oluyor. Evet hepsini arkasındaki anafikir işlev ama inanılmaz güzel bir biçim ortaya çıkıyor. Yani büyük bir estetik kalite, bir sanat duyarlılığı… Sizin için formu reddetmek kolay, bunu beceremeyen tabi ki formu alıp koyuyor ne yapsın hocam?


NE:
Maçka’daki amfi mesela. Şimdi Disneyland’dan geldiler, Phillips’in uzmanları o yelkenli opera binasını incelemişler, hatalarını tespit etmişler ve akustiği berbatmış. İşte biçimden yola çıkılmış birşey, deniz kenarında yelken şeklinde bir bina yapılıyor. Ama benim binama geldiler biz böyle anlaşılır ses hiçbir yerde görmedik dediler 213 için, 213’te ne yaptım ben, hiçbirşey yapmadım, hiçbir şey yok içinde inanın hiçbirşey yok.

Yüksek gerilim laboratuarı vardır mesela, oda kendi başına bir hadisedir.
Ama dışına bir kutu yapmışlar ve tepesinde bir çıkıntı kalmış. O kutuya, o kutu düşey duvarlar içinde. Bu mekan niçin yapılıyor , bu mekan şunun için yapılıyor. Ses laboratuvarı. yüksek gerilim laboratuarında 30 bin Volt, bilmemkaç bin voltluk ölçmeler yapılacaktı. Tabandan küreler sarkıyor, oradan oraya şelale atlıyor, ölçümleri okuyorlar. Ama bu 30 bin voltların havada uçuştuğu bu mekana, radyo dalgaları girerse yapılan ölçü sıfır, hiçbir işe yaramıyor. Şimdi nedir bu, bundan başka derdim yokki benim bunu çözmem lazım… Mesela bu binanın güzel olması lazımmış. Onun için onu yapmışlar, dışına bu kusurları giderecek yani radyo dalgalarının bile girmeyeceği bir sistem kurmak için o dışarıdaki 4 köşe bina haline getiren binaların içerisine pencere açmışlar 3 katlı binaymış gibi bir pencere dizisi koymuşlar. Ondan sonra o pencerelerin dışında, duvarlara pencereler, çelik storlarla örtülecek. Duvarlara 10×10, her noktası kaynaklı birleştirilmiş 10x10luk bir kafes Faraday kafesi diyorlar buna elektrikçilerin icadı. O Faraday kafesini yapıyorlar, üstünede metal bir aygıt bağlıyorlar, onu sıvıyorlar sonra, pencerelerde de storlar var, storlar ayrıca birbirine kaynaklı olarakaşağı indiriliyor kablolarla, o faraday kafesi de indiriliyor ve 50 metre yerin altında. Taşkışla’nın yanındadır bina, deniz kotuna kadar topraklanması şart. İşte böyle bir bela. Peki bu olacak şey mi dedim, mümkün değil böyle birşey, ben şöyle yapsam, bunların hepsini kaldırsak, o düşey kolonları, düşey duvarı yok etsek. Duvarların arkasına da, pencerenin arkasına 1’er metre balkon koymuşlar oraya bir dayama merdivenle çıkılıyor, temizlik için, orada birşey yapılması mümkün değil döşeme diye birşey yok tek mekan çünkü. Ben dedim bunu bırakıyorum bu tarafada böyle meyili muhtemelen koyarız. Onun üstüne bir kılıf geçirsem, üstüne de bir bakır örtsem, baştan aşağı bakır örtü yere kadar ama pahalı olur dediler binaya da benzemez dediler. Binaya benzemeyen bir binadır o ve çok da iftihar ederim o binayla. Ondan sonra kıyameti kopardım yıktırdım bütün demirleri konmuş, betonu dökülmek üzere olan binayı söktürüp, yıktırıp, kırdırıp o bakır örtüyü yaptım. Bu arada öğrendim ki meyilli bir duvar nasıl yapılır.

GA: Ben o iç mekanı görmedim ama, siz gördünüz mü?

ŞP: Görmedim, ben o binayı yapıldığından beri takip ediyordum ama bu hikayesini bilmiyordum öğrendim çok da mutlu oldum.


NE:
Şimdi onun yanıbaşında bir başka bina var orda, başıma orada da birşey geldi onu anlatayım size. Elektrik Fakültesi’nin ses laboratuvarı var sessizleştirilmiş bir laboratuvar. Öyle ki oradaki tek ses ağızınızdan çıkan ses yere düşüyor, hiçbir yansıma yok yansımanın sıfır olduğu bir mekan. Sonuçta bu iyi bir mekan değil, iyi bir duygu vermiyor insana herhalde değil mi? Hademe dediki “Hocam benim burda sinek süpürmekten canım çıkıyor”, anlamadım nedenini sonra benim akrabam olan oranın teknik şefi ben size anlatırım şimdi dedi. Meğerse sinek havada uçarken gideceği yeri görmezmiş, giden sesin yansıyan dönüşüyle mesafeyi görür gider oraya konarmış. Sinekler havada uçuyormuş, hiçbir dönen ses yok önünde bir büyük sonsuzluk var, uçuyor uçuyor, uçarak ölüyor, havada uçarak ölüyor.

GA: Bir kıssadan hisse çıkartayım mı anlattıklarınızdan? Şimdi Nezih Bey’in aslında yapılarındaki bu sayısız incelikler, zerafetler, nüanslar, çok dikkat edilmesi gereken ayrıntılar, her ayrıntı için çok uzun düşünen bir mimar ama konuşmalarında da aynı şey var, sözcük seçiminde değil mi? İnanılmaz bir incelik, nüans neyse ben buradan birşeye dikkat çekmek istiyorum haddim olmayarak. Bu her projenin arkasında çok uzun süreler var, yılları yapılara bölünce inanılmaz bir bilgi biriktirme var, yani nereden biliyorsun diye sorulamayacak. Teknik bilgi var, malzeme bilgisi var, çok büyük soruşturmalar var sonuçta hayran olduğumuz biçimler çıkıyor karşımıza. Şu anda herkesin istediği güzel biçim, farklı biçim yaratmanın arkasında rasyonel nedenler var Nezih Bey’de. Halbuki yanlış bir inanç olduğunu ben seziyorum, bilmiyorum siz katılır mısınız? “Aman mimar çok fazla bilmesin, yaratıcılığı ölür.” Bunu ben kulağımla duydum, aman fazla bilmesin mimar yani yapı bilmesin, malzeme bilmesin yaratıcılığı ölür. Bence mimarlık eğitiminin arkasında böyle bir yanlış düşünce var. Yani bir tutukluk hissediyorlar ortamda ama bu ortamda pekala Nezih Bey gibi, Şevki bey gibi önemli mimarlar yetişti ama bunları yeterli görmüyorlar belki, onları örnek almıyorlar, yeni bir yöntem kendilerine belirlemişler. Aman çocukların tutuklukları fazla bilgiden, yapı bilgisinden, statik bilgisinden, malzeme bilgisinden geliyor, onları bırakalımda çocuk yaratıcı olsun, sıfırdan kendini özgür hissetsin ki. Halbuki tam tersine olacağını düşünüyorum. Bu hakikaten, arkasında bilgi birikimi olmayan bir yaratıcılık. Bence fazla olamıyor, işte o zaman tabi alıntılar başlıyor, form öne çıkıyor, birbirine benzemeye başlıyor ve tükeniyor form aslında, kolayda tüketiliyor.

Madem gençlik festivali. Nezih Bey 26 yaşında ve kapak, o zamanki tek dergi muhtemelen, Ankara’da Arkitekt tek mimarlık dergisi, 1947 yılı ve o yıl yapılmış olasılıkla Türkiyedeki ilk özel mimarlık yarışması. O yıl aslında bizde büyük bir dönüm noktası duruyor orada. Çünkü Ankara’da o yıla kadar onaylanmış resmi bir mimari var, ikinci ulusal dediğimiz. Totaliter mimarlığın izlerini çok yoğun olarak bulunduran mimarlık ve bu devlet destekli bir mimarlık, resmi mimarlık denebilir buna. Aynı sene yapılan ilk yarışmada birden bire Bayındırlık Bakanlığı veya daha başka bir merciden “hayır bu mimarlığı artık istemiyoruz” deniyor. Hiç kimseye ödül verilmiyor. Eski usül için yeni birşey istiyor devlet. Bu aşamanın hemen arkasından birkaç hafta sonra da bu yarışma ilan ediliyor. Alemdar kardeşler muhtemelen ilk özel yarışma, Nezih Bey burada birinci oluyor. Nezih Bey’in birinci projesi uygulanmamış bu ayrıntıya girmeyik kendisi de istemiyor. Tabi şimdi bu yapılsaydı tabiki çok isterdim ama başka birşey var burada .Diğer yarışmacılar da aynı açıdan perspektifler çizilmiş, 26 yaşındaki Nezih Bey’in perspektifi diğerlerinden çok farklı çünkü orada biz cadde mekanını, kentsel mekanı, insan saran bir mekanı görüyoruz. Caddenin karşısındaki aydınlık yapılar bütün çevreyi kapatıyor, insanlar dolaşıyor ön plana birkaç insan koymuş. Diğerlerinde karşısı yok, caddenin büyük bir otoyol izlenimi veriyor, birkaç karaltı var sadece kente benzemeyen bir mekan. Nezih Bey 26 yaşında bir kentsel mekan kurgusu kurmuş, bunu ben şeye benzetiyorum Doğan Kuban’ın bir ayrımı var, İstanbuldaki iki farklı yaklaşım birisi Kırdar,birisi Menderes diyor. Nezih Bey’inki Kırdar yaklaşım gibi yani bir kentsel mekanın Avrupa’ya benzer bir kentsel mekanın iç mekan olarak görülmesi gibi birşey.

Ben Nezih Bey’in yalnız bu projesini beğenmeyebilirim, çünkü Nezih Bey’in tarihi yapının yanındaki bir yapıyla ilgili düşüncesi şöyle; “Biçim alınmayacak”, zaten başındna beri formalizme karşı onu anlatıyor, daha derin birşey arıyor Nezih bey. 3 yıl önce Ankara’daki yapıda olduğu gibi 3 gün önce yapılmış yapıya saygılı yanındaki yapıya çok saygılı, onunla kişilikli bir ilişki kurmak istiyor, hem biçimi almıyor çünkü eski bir yapıdan biçimi almak onu aşağılamaktır diye söylüyor. Çok karmaşık bir ilişkisi var Nezih Bey’in tarihle. Çağdaşlık için tarih niye gerekiyor, tarih bilgisi ve sizin bilginiz çok derin anladığım kadarıyla. Rölöve yaparak daha çok, çabayla, emekle yapılan birşey.


NE:
Sorular zor ama cevap vermeye gayret edeyim. Birkere buradaki mekan kurgusu, dış yerleşme belkide benim 13 yaşında güzel sanatlar birliğinde resmi üye kimliğimle falan üye olmamdan kaynaklanıyor. Çallı İbrahimler, Aytullah Sümerler ve 12-13 yaşında ordaydım. Ve birşey daha söyleyim size, yarın Turgut’a [Cansever] da söylersiniz, hayatta ilk kıskandığım insan Turgut olmuştur. Ben güzel sanatlar birliğine üye oldum ve ressamım, bayağı iyi bir ressamım. Çallı bana derdiki senin yaşındayken biz nerede senin gibi resim yapalım. Ben resimlerin kapışıldığı yani devlet resim sergisine veya Galatasaray Lisesi’nde açılan sergiye, birliğin sergisine ne gönderdimse satıldı. Koleksiyonumda satılmaz diyerek kurtardığım birkaç resmim var elimde o kadar ve her resimden sonrada hüngür hüngür ağladım. Belki o resim beni çevre içerisinde bulunmaya sevkettive o bulunmanın anlatılmasına sevkeden yanım odur. Sizin asıl sorunuz tarihti değil mi?

GA: O biraz karmaşık birşey olabilir fakat başka birşey sorayım. Siz niye kendi tercihinizle İtalya’ya gittiniz. Yani o sırada başkaları Almanya’ya gidiyordu. Milanoya gittiniz ve Gio Ponti ile beraber çalıştınız. Sizden döndükten sonra ünlü Pirelli gökdelenini yaptı. İtalyayı neden istediniz?


NE:
Bakınız şöyle birşey de oldu ODTÜ yeni kurulmuştu, beni oraya hoca almak istediler.

GA: Döndükten sonra mı?

NE: Daha evvel. Amerikalı bir dekan gelmişti başa, seni Amerika’ya göndereceğim dedi. “Hemen gönderirim seni dedi, yanlış anlama sadece İngilizce öğrenmeniz için, başka birşey için değil. Seni burda biz hoca olarak istiyoruz.” dedi. “Ben maalesef gelemeyeceğim” dedim çünkü İtalya’ya gitmek benim saplantımdı.

GA: Peki niçin?


NE:
Belki resimdende gelen bir duygu olabilir, sanat ülkesi diye. Ve oraya gittim ve hiçbir işimede yaramadı dil olarak. Hatta İtalayancayı iyi öğrenmek istiyorum diye gittim ve filoloji bölümü sadece Roma’da vardı. Bana bir delikanlı tavsiye ettiler filoloji bölümünden, o delikanlı Türkçe öğrenmeye çalışıyor, Almanca, İngilizce, Fransızca ve birsürü dil biliyor. Hayatını yabancı dilde yazı yazarak kazanan bir genç. Ben doğru dürüst İtalyanca öğreneceği diye o çocukla beraber yaşadık. Bilmiyorum yani ama ondan sonra İtalyanca hiçbir işime yaramadı. Türkiye’de benim yaşımdaki insanların yabancı dil diyebildikleri şey Fransızcadır başka yoktur.

GA: Ama Almanya’ya gidenler var, Kemal Ahmet bey, Kemalettin Söylemezoğlu…


NE:
Gidenler var, Türkiye’de okutulmadı. Bir tek Alman Lisesi’nde okutulmuş olabilir belki o zaman. Türkiye’de, Türk liselerinde yabancı dil sadece Fransızcaydı, sonradan Almanca geldi, sonradan İngilizce geldi. Şimdi artık bana davetiye geliyor İngilizce, isimler, seyler, tabelalara bakıyoruz İngilizce çok yabancı kaldım. Neyse bunlar önemli şeyler değil veya çok önemli şeyler belkide…

GA: Peki o zaman bir soru daha sorabilir miyim size? Bu çatı atölyeleri yani Nezih Bey’in Taşkışla içinde yaptığı mekanları biraz hatırlayalım isterseniz. 109’u herkes biliyor. Her yıl ben bir kere orada bauhaus konusu geldiğinde hemen sınıfa Nezih Bey’den bahsederim.

Uzun kenarında Taşkışlanın iki tane çatı atölyesi var, bir tanesi yenilendi. Sizin yaptığınızla o yeni yapılan arasında bir fark var. O da çok açık şöyle görünüyor; Avlunun deniz tarafındaki kenarında -orası biraz yüksektir karşıki kottan- baktığımızda sizin atölyelerinize dair hiçbirşey göremiyorsunuz. Öbür tarafta, karşı kapıda durup deniz tarafındaki atölyelere baktığınızda bir aluminyum cephe var. Siz nasıl yaptınız bunu? Daha doğrusu niye siz böyle yaptınız? Acaba sizin bu tasarıma başlama aşamanız mı?, hep küçük kotlarla, çizgilerle mi başlıyorsunuz?


NE:
Evet doğru. Ytong’u düşey eleman olarak kullandım orada.1 metre aralık, kapı arası tekrar kapının oradan geliyor, tavanda da gene Ytong var. Yani orası ahşaptı, çatı arası vardı zaten ama ben onları böyle kagirleştirdim.

GA: O çelik tasarımı siz nı siz mi yaptınız? Yani sütunlar, kirişlerle bağlantılar, çok narin bir tasarım. 16 cm, ben ölçtüm karşıda yeni yapılanda 50 cm sarkıyor kirişler insanın kafasının üzerinden uçuyor.

Aydan Balamir: Bu arada korkutucak deprem gerçeği girdi hayatımıza.


GA:
Evet de yani acaba depreme karşı daha mı kuvvetli oldu ondan emin değilim. Tam tersi gibi geliyor bana hatta. Birde birşey daha var, kotlar. Yani tabi ayrıntıların mimarı aynı zamanda Nezih Bey…


NE:
Anahtarı teferruattadır…

GA: Bina bilgisi kürsüsünün iç tasarımını, merdivenlerini, asma kata çıkan merdivenlerini, herhalde onlarıda siz yaptınız. Restorasyon Kürsü’ü de mi sizin?


NE:
Orada yaptıklarım, şimdi bile hoşuma gidiyor onu düşününce. Yani tuğlalar var, delikli tuğlalar yanında dişler var. O dişlere çubuklar gömdüm, arasına beton döktürdüm ama üstüne böyle zigzag giden demir kaynattım iki tarafa doğru açılan, ondan sonra ondan öncesinede, onun altından itibaren o çubukları uçlarının içine soktum. Tuğlaları yerde hazırladım 50 cm, kaç cm genişlikte şimdi hatırlamıyorum o genişlikte dondurulmuş 4 tane, 3 tane tuğla onların herbirini ikisine dizdim sonra üstüne bir şap döktüm.
Üst kat döşemesi kagir olarak bitti. Kagir olmasını çok istiyordum ayak sesi, darbe sesi falan çok kötü mekanlar kullanılıyor, bambaşka insanlar kullanıyor üstelik aynı anda tek bir kişi kullanmıyor. Onun için o patent benimdir.

Konuk: Mimarlık Festivali’nin teması “Hafif ama Ağır” yani genç mimarların yaşadığı sorunlar. Sizde o dönemlerden geçerek buralara geldiniz, ne tavsiye ediyorsunuz genç mimarlara?

NE: İlk sözüme başlarken söylediğim gibi, elverişlilik sözcüğünü en geniş kapsamı hem duygusal, hem işlevsel, hem finansal yani her bakımdan elverişlilik olarak alıp onun gerekliliklerini yerine getirerek yola çıkmak lazım. Burada bir alıntı vardı, mimarın yetişmesinde temel sorun sorgulama alışkanlığının yaratılması. Hekim olmak içinde, hakim olmak içinde önemli bir bilgi birikimi gerekli. Mimarlıkta öğrenilmesi gereken ise soru. Sözcük anlamıyla bilgi ağırlıkta değil, cevabı değil soruyu bilmek. Soru sormasını, soru üretmesini, sorgulamasını öğrenmek gerek. Neyin nelere neden olabileceğini. Olması istenenin ve olmaması istenenin sınırlarını soruşturmak, olumsuzlukların üstüne gitmek, kişilikten kişiliğe girip senaryolar yaratarak yaşamak ve görmek. Yani ben kendimi şöyle, şunun yerine koyarım, bu kadar basit. Önlemlerini almak, uzlaştırmak ve herşeyin yolunda olduğundna kuşku kalmayana dek kusursuzu aramak ve bazen kaçınılmazı aramak. Bu daha basit değil ama. Bir moda dergisine kataloğa bakar gibi illüstrasyon yoluyla literatür izlemek ve yepyeni tarihi dekorlar yaratmak ancak Disneyland cinsi bir gösteridir, ve şakadır. Oysa mimari çok ciddi bir iştir ve bir kent bütünüyle sirk değildir. Bugün mimaride bir kültürel kimlikten değil, bir kültürel kirlenmeden söz edilebilir, demişim bir tarihte.

ŞP: Bu söylediğiniz demin bahsettiğimizle çok ilişkili bence, birazcık oraya doğru gidilebilir.


NE:
Gençlik merkezinde yaşamsal birliktelik, öğrenci yurdu gibi birşeydi. Yaşamsal birliktelik, sayısal bir aradalıktan ötede kişisel varlığı ve özgürlüğü de yaratacak bir sosyokültürel kurgu olarak bir okunurluk taşımaktadır. Bu nitelik varlığı ve algılanabilirliği ölçüsünde vardır ama öyle hissetmiyor insan kendini kusurluluğunu. Varlığı ve algılanabilirliği ölçüsünde bir yandan kişisel özgürlük ve güven duygusunu, hem özgürlük hem güven, mahallede öyle, mahalleyle ilgilide. Öte yandan sorumluluk ve paylaşma duygularını birlikte yaratacak ve canlı tutacak, bu hedefe getiren yolda sağlıklı bir yaşamsal kurgu ile mimari mekansal kurgu öylesine içiçedir ki birbirinin sebep ve sonuçları olarak açıklanabilirler.

GA: Yani bu söylenenler yalnız teorik laflar değil, uygulamada gerçekten bunlar. Yani bu, yaşamın tanımıyla uygulamanın yaklaşımı arasında bir büyük benzerlik var Nezih Bey’de.


NE:
Ben tesadüfen Eyüp’te doğmuşum, hayatımın bir kısmını Eyüp’e adadım. Çiçek üreten bir belde olmasına mukabil şimdi kokusuyla, çok kötü durumlar doğmuş, ama ben orada, oranın hastalıklarını tedavi edecek konular gündeme getirdim. Bu arada mesela adak yeri bitmek üzere inşaatı. Yerin altında, rampalar iniyor aşağıya kimse görmüyor kesimi, temizliği, ona ait bir küçük otopark var tepeyi oyarak yaptığım bir yerde.

Yani bütün yapısıyla çağdaş mekanları kullanan bir adak yeri, adak kesim yeri, sokakta çingenelerin böyle bağırsak temizleme dekoru kalkmış oluyor. Eskiden Yunus törenlerinin yapıldığı sokakta bostan iskelesi de diyorlar şimdi böyle bir yerde bağırsak kesiyorlar, çingeneler kapışıyor, polisler karışıyor, kavgalar başlıyor böyle bir durum vardı onu kaldırdım mesela. Onun gibi başka birçok konuyu, nikah dairesi, sünnet sarayı bilmem bunun gibi konular var. Otopark yapıyorum, oraya yolları dışarıdan mezarlıkların altından geçirdim, Menderes gelmiş bir bulvar açmış freni kopan araba doğru, bir türbeye çarpıyor. Onu 60cm kaydırdım. Beyoğlu’na doğalgaz gidiyor, Eyüp’ten geçiyor çünkü o Menderes’in yaptığı yolu hazır bulmuşlar oradan kazarak gelmişler. Felaket şeyler var yani onların bir kısmını yokediyorum,

GA: Başka şeyler de vardır herhalde, sadece Eyüp mü şu ara işiniz?


NE:
Ben bir ara Süleymaniye’yle uğraştım biliyorsunuz UNESCO kapsamında.

GA: O da önemli bir çalışmadır maalesef uygulanmadan kaldı 83 yılında. Henüz daha mümkünken. Dış destek de var ama Türkiye’de hiç ilgi olmadığı için kalıyor. Süleymaniye’de hala konaklar var, aradaki boşluklara Nezih Beyefendi duyarlılığı ile yapılar yerleştirdi.


NE:
Ben öğrencilerle çalışıyorum derste, birisi geldi dediki hocam siz bu binayla uğraşıyorsunuz ama bu yıkılıyor dedi. “Yapmayın dedim, çocuklar bunlar üniversitenin istimlak ettiği yerler, oraları gençlik merkezleri olarak yani öğrenci yuvası haline getiriyorum. Çünkü bugün öyle bir konak bir aileye tahsis edilemez, her katına başka bir ailede yerleştirilemez ama öğrenci için o ideal bir yuva. Orada bir abla, bir teyze, bir yaşlı nine neyse yani oranın onlar büyükleri olacak, senin birşeyin var söyle bana diyecek bir insan olursa orada da gençler o odalarda güzel güzel uyuyacaklar, çalışacaklar. Şimdi bunları bir duygu, bir mutluluk içerisinde yerine getirirken öğrencilerimle çalışıyoruz binaları bu hale getirmek için. Birisi bir bina yıkılıyor dedi, yok canım yıkılır mı üniversitenin? evet dedi yıkılıyor şimdi oradan geliyorum. Peki dedim arabamda yok, hadi taksiye para verdim gittim. Bir de baktım hakikaten içeride bir adam iki katı yıkmış ahşap binanın, hala durur o bina öyle. Amele yıkıyor, şimdi ben o adama ne diyeyim?

– Ne yapıyosun dedim,
– Yıkıyorum abi dedi,
– yıkıyorsun ama dedim niye yıkıyorsun?
– Gösterdiler bunu yıkacaksın dediler,
– Neden dedim ya sen yanlış bir iş yapıyorsun biliyor musun? Sen yanlış binayı yıkıyorsun yahu, beni karakoldan aradılar. Ne yapacağız şimdi dedim? Sen topla tasını tarağını git başının çaresine bak dedim,
– Peki abi dedi hemen.

Adamı tek başına yapsın diye götürüvermiş müteahhit, Müteahhite de bütün sokakları kim götürü vermiş? İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, bilmem tarih kurumları hepsi orada yetişmiş, oradan olan bir fakülte efendim şunu demişler; “Bize arsa olarak teslim edeceksiniz.”

Gittim doğru rektöre “sizi mahvederim, yakarım, şöyle yaparım, böyle ederim.” Orada kapılarına bu bina tarihi eserdir, şimdi hala asılı duran yazıyı, yazdırdım, kapısına astırdım bütün o binaların ama ondan sonra yaktılar. Yaktılar bütün o binaları, niye yakıyorlar biliyor musunuz? Otopark yapmak için.

Bir başka zaman tekrar gittik kapıyı açtırıcam kapılar kilitli ve konaklardan birinin kapısını zorla açtık, ayağıma ilk çarpan neydi biliyormusun, bir enjektör.. Esrarkeşler pencereden giriyorlarmış, yerde ambalaj mukavvası, açılmış kutular yatak haline getirilmiş onların üstünde yatıyorlarmış ve aşağıdaki insanlar evet dediler biz burdan geçmeye bile korkuyoruz dediler. Yani böyle birşey hala o öyle duruyor, hala üniversite bunun sahibi değil ve bilmiyorum ne olacak? Nasıl anlatılacak bilmiyorum, top sizde.

GA: Hocam hepimiz adına çok teşekkür ederim. Çok güzel bir öğleden önce geçirdik sayenizde.

Etiketler

1 Yorum

  • vehbi-durust says:

    merhaba. Açık şeffaf katılımcı paylaşımcı uzlaşmacı süreçlerin kentin sahiplenilmesinde ne derece önemli olduğunu anlamalıyız. Bu konuda yol gösteren destek olmaya çalışanlara ise minnet duymalıyız. Gelip geçilen şehir mekanları, sunulan projeler için kafa yoran, kaç ciddi meslek insanı var? Aklın yolu galip gelsin ve İstanbul kazansın. Selam ederim.

Bir yanıt yazın