1. İstanbul Mimarlık Festivali’nde “Sabah Sohbetleri: Kahve Altı Mimarlık” başlığı altında düzenlenen etkinlik serisinin 6 Ekim’deki konukları Nezih Eldem ve Günkut Akın'dı.
Nezih Eldem: Siz o kadar güzel açıkladınız ki, ben önce saygılarımı sunayım hanımefendilere, beyefendilere, kardeşlerime. Günkut Bey’e de açıklamalarından dolayı teşekkür ederim. Fazla iltifatkar oldular ama benim tasalarım gerçekten bu yönde çok belirgindir, kendime bir kusur varsa onuda söylerim. Bildiğiniz gibi mimari yeni bir yerde, belli bir konumda gelişiyor, oluşuyor, şekilleniyor ve ebediyen kalıyor. Ondan evvel varolanlar ve ondan sonra varolacaklar, bütünü oluşturuyorlar. İşte İstanbul diyoruz, Beyoğlu diyoruz, bir yer diyoruz, bir mahalle diyoruz bunu diyebildiğimize göre yanında ne olursa olsun onsuz düşünmek mümkün değil bir yapıyı. Yani ona benzetmek çok ters birşey tabiki ona ben de katılıyorum. Hele Ankara’daki yapıda belirli bir ortak kullanım da vardı. Yani daha evvel belediyeye ait bir mülkiyete sahipti onun için onu hesaba katarak harekete geçtim diye düşünüyorum.
Yani mimari bilgi birikimini gerektiren birşey değil, mimarlık tek kendi başına kuşkuyu gerektiren birşey. Yani soru sormasını bilmesi lazım mimarın. Bu soruları cevaplarken, ben öğrencilerime şunu verdim; soru soracaksınız ve bu soruların yanıtları olarak da bulabildiğiniz ve getirebildiğiniz çözümler hala iki çözüm olarak kalıyorsa, soru sormaya devam edeceksiniz taki kaçınılmazlığa ulaşana kadar. Tabi bu abartılı birşey, kaçınılmaz son insandan insana da değişebilir ama böyle davranırsa o insan kendi kararını şaşmaz bir şekilde verir. Bunu çok önemli sayıyorum doğrusu.
NE: Yeni insanlar için, yeni işlevler için, yeni bir yerde, ışığı, güneşi, gölgeyi, hepsini hesaba katarak, bu kaçınılmazlık haline gelinceye kadar peşinde koşuyorum.
NE: Şimdi şöyle diye düşünüyorum ben, “işlevsellik” diye çok kısa birşey var. Dar bir anlam içerisinde alıyoruz ve diyoruz ki bu işte fonksiyonalizm. İlmi reçeteler bizim derdimiz maalesef, yani fonksiyonalizm geçti, şimdi bilmem ne var. Yani bu reçeteler çok yanlış, işlevsellik asla biten birşey değil yalnız kapsamını doğru kavramak veya sınırlamamak gerekiyor. İşlevsellik fonksiyonel elverişlilik değil duygusal açıdan da ben burada mutlu hissediyorum kendimi hatta birçok defa bu mutluluğun sebebini izah bile edemezsiniz, niye burda mutlu hissediyorum kendimi diye onu izah edemeyecek kadar duygusal, içe dönük, açıklaması zor şeyler var. Bu da işlevselliktir bir bina için, bu binanın böyle olması lazım ben orada mutlu olmasını istiyorum insanların, onun için bu tek şeyi, elverişliliği, gözlemi çok seviyorum ben. Elverişlilik, işte çocuk yetiştirmeye elverişlilik, mutlu bir aile kurmaya elverişlilik veya bir işi rahat rahat yapmaya, çizmeye, araştırmaya elverişlilik. Sessizlik de olabilir tersine bir canlılık da olabilir bunun içerisinde. Onun için yani bu birbirinden çok normal bir şekilde farklı işler ortaya çıkacaktır tabi ki.
NE: Ben o konularda cahilimdir doğrusunu isterseniz.
NE: Hayır negatif söylemek istemiyorum. Bir insan örneğin müzikte bile zannediyorum başı bomboş değildir. Mimarlıkta asla formdan biçimden yola çıkmadığım için, çıkılmasını da tamamen reddettiğim için sorularınız konusunda bu yerde, bu amaçla, şu parayla, şu şartlar içerisinde bir yapı yapıyorum diyemiyorum. Bir yaşamsal mekan kurgusu yaratıyorum ve bu inşa edilecek, ben olmasam da bu yaşamaya devam edecek veya ilerde bu şöyle şöyle değişikliklere de uğrayabilecek. Bütün bunlar formu tarif eden şeyler zaten, yani form onun sonunda ortaya çıkacak ve ben ona seve seve katlanacağım, beğeneceğim, seveceğim yoksa bir üslup olarak tarz olarak biçimden yola çıkmak son derece yetersiz ve mutlu olmayan çevreler yaratmaktadır. Tabi tarih içinde de böyle şeyler olmuş. Bunlar birtakım biçimsel elverişsizlikler haline gelmiş bu türlü kararların tepkisi olarak biçimler ya da nesneler, tepkiler olmuş. Halbuki işlevsel olarak elverişlilikten yola çıkılırsa böyle bir tehlike asla yok diye düşünüyorum.
NE: Kişinin üslubu veya dönemin üslubu yine de bir sürü sebepten ortaya çıkmış şeylerdir. Onun içerisinde yaptığı hizmetin, karşısındaki adama yaptığı hizmetin gerekleri ne kadar yerine getirilmiştir, onu ne kadar hesaba katma sebeplerdir bunlar onu görmek lazım doğrusu. Biçim buna da cevap verebilir tabi ama bilmiyorum. Yani heykel yapan insanın ihtiyacı olan ışıkla, diğer başka amaçlarla dinlenmek için, uyumak için yapılan bir mekanda, o mekanın içinde şu mevsimde, bu mevsimde görülecek farklılıkların hepsini hesaba katan bitakım değişikliler olacaktır çaresi yoktur. Bunları görmezlikten gelerek biçime peşin karar verilirse ve bunlar aksıyorsa o zaman mimari değildir. Yani ne o mimardır ne de bu mimaridir. Yani insanı mahkum ettikleri bir kutudur.
NE: Dediğim gibi “amacı” nedeniyle… Yapılan projenin amacı, tıpkı bir elbise gibi… O elbise ne mevsimde ne zaman kimin tarafından giyilecekse ona göre şekilleniyor. İnsan herşeysiyle, yaşantısının her aşamasında o mekanın mahkumudur yani öyle bir yer yapıyorsunuz, öyle yaşamak zorunda kalıyor. Bunu hesaba katmadan yapılacak birşey mimari değildir zaten.
NE: Ama iş yapamıyorum bende yani ben böyle bir nedenden dolayı…
NE: Maçka’daki amfi mesela. Şimdi Disneyland’dan geldiler, Phillips’in uzmanları o yelkenli opera binasını incelemişler, hatalarını tespit etmişler ve akustiği berbatmış. İşte biçimden yola çıkılmış birşey, deniz kenarında yelken şeklinde bir bina yapılıyor. Ama benim binama geldiler biz böyle anlaşılır ses hiçbir yerde görmedik dediler 213 için, 213’te ne yaptım ben, hiçbirşey yapmadım, hiçbir şey yok içinde inanın hiçbirşey yok.
Yüksek gerilim laboratuarı vardır mesela, oda kendi başına bir hadisedir.
Ama dışına bir kutu yapmışlar ve tepesinde bir çıkıntı kalmış. O kutuya, o kutu düşey duvarlar içinde. Bu mekan niçin yapılıyor , bu mekan şunun için yapılıyor. Ses laboratuvarı. yüksek gerilim laboratuarında 30 bin Volt, bilmemkaç bin voltluk ölçmeler yapılacaktı. Tabandan küreler sarkıyor, oradan oraya şelale atlıyor, ölçümleri okuyorlar. Ama bu 30 bin voltların havada uçuştuğu bu mekana, radyo dalgaları girerse yapılan ölçü sıfır, hiçbir işe yaramıyor. Şimdi nedir bu, bundan başka derdim yokki benim bunu çözmem lazım… Mesela bu binanın güzel olması lazımmış. Onun için onu yapmışlar, dışına bu kusurları giderecek yani radyo dalgalarının bile girmeyeceği bir sistem kurmak için o dışarıdaki 4 köşe bina haline getiren binaların içerisine pencere açmışlar 3 katlı binaymış gibi bir pencere dizisi koymuşlar. Ondan sonra o pencerelerin dışında, duvarlara pencereler, çelik storlarla örtülecek. Duvarlara 10×10, her noktası kaynaklı birleştirilmiş 10x10luk bir kafes Faraday kafesi diyorlar buna elektrikçilerin icadı. O Faraday kafesini yapıyorlar, üstünede metal bir aygıt bağlıyorlar, onu sıvıyorlar sonra, pencerelerde de storlar var, storlar ayrıca birbirine kaynaklı olarakaşağı indiriliyor kablolarla, o faraday kafesi de indiriliyor ve 50 metre yerin altında. Taşkışla’nın yanındadır bina, deniz kotuna kadar topraklanması şart. İşte böyle bir bela. Peki bu olacak şey mi dedim, mümkün değil böyle birşey, ben şöyle yapsam, bunların hepsini kaldırsak, o düşey kolonları, düşey duvarı yok etsek. Duvarların arkasına da, pencerenin arkasına 1’er metre balkon koymuşlar oraya bir dayama merdivenle çıkılıyor, temizlik için, orada birşey yapılması mümkün değil döşeme diye birşey yok tek mekan çünkü. Ben dedim bunu bırakıyorum bu tarafada böyle meyili muhtemelen koyarız. Onun üstüne bir kılıf geçirsem, üstüne de bir bakır örtsem, baştan aşağı bakır örtü yere kadar ama pahalı olur dediler binaya da benzemez dediler. Binaya benzemeyen bir binadır o ve çok da iftihar ederim o binayla. Ondan sonra kıyameti kopardım yıktırdım bütün demirleri konmuş, betonu dökülmek üzere olan binayı söktürüp, yıktırıp, kırdırıp o bakır örtüyü yaptım. Bu arada öğrendim ki meyilli bir duvar nasıl yapılır.
NE: Şimdi onun yanıbaşında bir başka bina var orda, başıma orada da birşey geldi onu anlatayım size. Elektrik Fakültesi’nin ses laboratuvarı var sessizleştirilmiş bir laboratuvar. Öyle ki oradaki tek ses ağızınızdan çıkan ses yere düşüyor, hiçbir yansıma yok yansımanın sıfır olduğu bir mekan. Sonuçta bu iyi bir mekan değil, iyi bir duygu vermiyor insana herhalde değil mi? Hademe dediki “Hocam benim burda sinek süpürmekten canım çıkıyor”, anlamadım nedenini sonra benim akrabam olan oranın teknik şefi ben size anlatırım şimdi dedi. Meğerse sinek havada uçarken gideceği yeri görmezmiş, giden sesin yansıyan dönüşüyle mesafeyi görür gider oraya konarmış. Sinekler havada uçuyormuş, hiçbir dönen ses yok önünde bir büyük sonsuzluk var, uçuyor uçuyor, uçarak ölüyor, havada uçarak ölüyor.
NE: Sorular zor ama cevap vermeye gayret edeyim. Birkere buradaki mekan kurgusu, dış yerleşme belkide benim 13 yaşında güzel sanatlar birliğinde resmi üye kimliğimle falan üye olmamdan kaynaklanıyor. Çallı İbrahimler, Aytullah Sümerler ve 12-13 yaşında ordaydım. Ve birşey daha söyleyim size, yarın Turgut’a [Cansever] da söylersiniz, hayatta ilk kıskandığım insan Turgut olmuştur. Ben güzel sanatlar birliğine üye oldum ve ressamım, bayağı iyi bir ressamım. Çallı bana derdiki senin yaşındayken biz nerede senin gibi resim yapalım. Ben resimlerin kapışıldığı yani devlet resim sergisine veya Galatasaray Lisesi’nde açılan sergiye, birliğin sergisine ne gönderdimse satıldı. Koleksiyonumda satılmaz diyerek kurtardığım birkaç resmim var elimde o kadar ve her resimden sonrada hüngür hüngür ağladım. Belki o resim beni çevre içerisinde bulunmaya sevkettive o bulunmanın anlatılmasına sevkeden yanım odur. Sizin asıl sorunuz tarihti değil mi?
NE: Bakınız şöyle birşey de oldu ODTÜ yeni kurulmuştu, beni oraya hoca almak istediler.
NE: Daha evvel. Amerikalı bir dekan gelmişti başa, seni Amerika’ya göndereceğim dedi. “Hemen gönderirim seni dedi, yanlış anlama sadece İngilizce öğrenmeniz için, başka birşey için değil. Seni burda biz hoca olarak istiyoruz.” dedi. “Ben maalesef gelemeyeceğim” dedim çünkü İtalya’ya gitmek benim saplantımdı.
NE: Belki resimdende gelen bir duygu olabilir, sanat ülkesi diye. Ve oraya gittim ve hiçbir işimede yaramadı dil olarak. Hatta İtalayancayı iyi öğrenmek istiyorum diye gittim ve filoloji bölümü sadece Roma’da vardı. Bana bir delikanlı tavsiye ettiler filoloji bölümünden, o delikanlı Türkçe öğrenmeye çalışıyor, Almanca, İngilizce, Fransızca ve birsürü dil biliyor. Hayatını yabancı dilde yazı yazarak kazanan bir genç. Ben doğru dürüst İtalyanca öğreneceği diye o çocukla beraber yaşadık. Bilmiyorum yani ama ondan sonra İtalyanca hiçbir işime yaramadı. Türkiye’de benim yaşımdaki insanların yabancı dil diyebildikleri şey Fransızcadır başka yoktur.
NE: Gidenler var, Türkiye’de okutulmadı. Bir tek Alman Lisesi’nde okutulmuş olabilir belki o zaman. Türkiye’de, Türk liselerinde yabancı dil sadece Fransızcaydı, sonradan Almanca geldi, sonradan İngilizce geldi. Şimdi artık bana davetiye geliyor İngilizce, isimler, seyler, tabelalara bakıyoruz İngilizce çok yabancı kaldım. Neyse bunlar önemli şeyler değil veya çok önemli şeyler belkide…
NE: Evet doğru. Ytong’u düşey eleman olarak kullandım orada.1 metre aralık, kapı arası tekrar kapının oradan geliyor, tavanda da gene Ytong var. Yani orası ahşaptı, çatı arası vardı zaten ama ben onları böyle kagirleştirdim.
NE: Anahtarı teferruattadır…
GA: Bina bilgisi kürsüsünün iç tasarımını, merdivenlerini, asma kata çıkan merdivenlerini, herhalde onlarıda siz yaptınız. Restorasyon Kürsü’ü de mi sizin?
NE: Orada yaptıklarım, şimdi bile hoşuma gidiyor onu düşününce. Yani tuğlalar var, delikli tuğlalar yanında dişler var. O dişlere çubuklar gömdüm, arasına beton döktürdüm ama üstüne böyle zigzag giden demir kaynattım iki tarafa doğru açılan, ondan sonra ondan öncesinede, onun altından itibaren o çubukları uçlarının içine soktum. Tuğlaları yerde hazırladım 50 cm, kaç cm genişlikte şimdi hatırlamıyorum o genişlikte dondurulmuş 4 tane, 3 tane tuğla onların herbirini ikisine dizdim sonra üstüne bir şap döktüm.
Üst kat döşemesi kagir olarak bitti. Kagir olmasını çok istiyordum ayak sesi, darbe sesi falan çok kötü mekanlar kullanılıyor, bambaşka insanlar kullanıyor üstelik aynı anda tek bir kişi kullanmıyor. Onun için o patent benimdir.
Konuk: Mimarlık Festivali’nin teması “Hafif ama Ağır” yani genç mimarların yaşadığı sorunlar. Sizde o dönemlerden geçerek buralara geldiniz, ne tavsiye ediyorsunuz genç mimarlara?
NE: İlk sözüme başlarken söylediğim gibi, elverişlilik sözcüğünü en geniş kapsamı hem duygusal, hem işlevsel, hem finansal yani her bakımdan elverişlilik olarak alıp onun gerekliliklerini yerine getirerek yola çıkmak lazım. Burada bir alıntı vardı, mimarın yetişmesinde temel sorun sorgulama alışkanlığının yaratılması. Hekim olmak içinde, hakim olmak içinde önemli bir bilgi birikimi gerekli. Mimarlıkta öğrenilmesi gereken ise soru. Sözcük anlamıyla bilgi ağırlıkta değil, cevabı değil soruyu bilmek. Soru sormasını, soru üretmesini, sorgulamasını öğrenmek gerek. Neyin nelere neden olabileceğini. Olması istenenin ve olmaması istenenin sınırlarını soruşturmak, olumsuzlukların üstüne gitmek, kişilikten kişiliğe girip senaryolar yaratarak yaşamak ve görmek. Yani ben kendimi şöyle, şunun yerine koyarım, bu kadar basit. Önlemlerini almak, uzlaştırmak ve herşeyin yolunda olduğundna kuşku kalmayana dek kusursuzu aramak ve bazen kaçınılmazı aramak. Bu daha basit değil ama. Bir moda dergisine kataloğa bakar gibi illüstrasyon yoluyla literatür izlemek ve yepyeni tarihi dekorlar yaratmak ancak Disneyland cinsi bir gösteridir, ve şakadır. Oysa mimari çok ciddi bir iştir ve bir kent bütünüyle sirk değildir. Bugün mimaride bir kültürel kimlikten değil, bir kültürel kirlenmeden söz edilebilir, demişim bir tarihte.
NE: Gençlik merkezinde yaşamsal birliktelik, öğrenci yurdu gibi birşeydi. Yaşamsal birliktelik, sayısal bir aradalıktan ötede kişisel varlığı ve özgürlüğü de yaratacak bir sosyokültürel kurgu olarak bir okunurluk taşımaktadır. Bu nitelik varlığı ve algılanabilirliği ölçüsünde vardır ama öyle hissetmiyor insan kendini kusurluluğunu. Varlığı ve algılanabilirliği ölçüsünde bir yandan kişisel özgürlük ve güven duygusunu, hem özgürlük hem güven, mahallede öyle, mahalleyle ilgilide. Öte yandan sorumluluk ve paylaşma duygularını birlikte yaratacak ve canlı tutacak, bu hedefe getiren yolda sağlıklı bir yaşamsal kurgu ile mimari mekansal kurgu öylesine içiçedir ki birbirinin sebep ve sonuçları olarak açıklanabilirler.
NE: Ben tesadüfen Eyüp’te doğmuşum, hayatımın bir kısmını Eyüp’e adadım. Çiçek üreten bir belde olmasına mukabil şimdi kokusuyla, çok kötü durumlar doğmuş, ama ben orada, oranın hastalıklarını tedavi edecek konular gündeme getirdim. Bu arada mesela adak yeri bitmek üzere inşaatı. Yerin altında, rampalar iniyor aşağıya kimse görmüyor kesimi, temizliği, ona ait bir küçük otopark var tepeyi oyarak yaptığım bir yerde.
Yani bütün yapısıyla çağdaş mekanları kullanan bir adak yeri, adak kesim yeri, sokakta çingenelerin böyle bağırsak temizleme dekoru kalkmış oluyor. Eskiden Yunus törenlerinin yapıldığı sokakta bostan iskelesi de diyorlar şimdi böyle bir yerde bağırsak kesiyorlar, çingeneler kapışıyor, polisler karışıyor, kavgalar başlıyor böyle bir durum vardı onu kaldırdım mesela. Onun gibi başka birçok konuyu, nikah dairesi, sünnet sarayı bilmem bunun gibi konular var. Otopark yapıyorum, oraya yolları dışarıdan mezarlıkların altından geçirdim, Menderes gelmiş bir bulvar açmış freni kopan araba doğru, bir türbeye çarpıyor. Onu 60cm kaydırdım. Beyoğlu’na doğalgaz gidiyor, Eyüp’ten geçiyor çünkü o Menderes’in yaptığı yolu hazır bulmuşlar oradan kazarak gelmişler. Felaket şeyler var yani onların bir kısmını yokediyorum,
NE: Ben bir ara Süleymaniye’yle uğraştım biliyorsunuz UNESCO kapsamında.
NE: Ben öğrencilerle çalışıyorum derste, birisi geldi dediki hocam siz bu binayla uğraşıyorsunuz ama bu yıkılıyor dedi. “Yapmayın dedim, çocuklar bunlar üniversitenin istimlak ettiği yerler, oraları gençlik merkezleri olarak yani öğrenci yuvası haline getiriyorum. Çünkü bugün öyle bir konak bir aileye tahsis edilemez, her katına başka bir ailede yerleştirilemez ama öğrenci için o ideal bir yuva. Orada bir abla, bir teyze, bir yaşlı nine neyse yani oranın onlar büyükleri olacak, senin birşeyin var söyle bana diyecek bir insan olursa orada da gençler o odalarda güzel güzel uyuyacaklar, çalışacaklar. Şimdi bunları bir duygu, bir mutluluk içerisinde yerine getirirken öğrencilerimle çalışıyoruz binaları bu hale getirmek için. Birisi bir bina yıkılıyor dedi, yok canım yıkılır mı üniversitenin? evet dedi yıkılıyor şimdi oradan geliyorum. Peki dedim arabamda yok, hadi taksiye para verdim gittim. Bir de baktım hakikaten içeride bir adam iki katı yıkmış ahşap binanın, hala durur o bina öyle. Amele yıkıyor, şimdi ben o adama ne diyeyim?
– Ne yapıyosun dedim,
– Yıkıyorum abi dedi,
– yıkıyorsun ama dedim niye yıkıyorsun?
– Gösterdiler bunu yıkacaksın dediler,
– Neden dedim ya sen yanlış bir iş yapıyorsun biliyor musun? Sen yanlış binayı yıkıyorsun yahu, beni karakoldan aradılar. Ne yapacağız şimdi dedim? Sen topla tasını tarağını git başının çaresine bak dedim,
– Peki abi dedi hemen.
Adamı tek başına yapsın diye götürüvermiş müteahhit, Müteahhite de bütün sokakları kim götürü vermiş? İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, bilmem tarih kurumları hepsi orada yetişmiş, oradan olan bir fakülte efendim şunu demişler; “Bize arsa olarak teslim edeceksiniz.”
Gittim doğru rektöre “sizi mahvederim, yakarım, şöyle yaparım, böyle ederim.” Orada kapılarına bu bina tarihi eserdir, şimdi hala asılı duran yazıyı, yazdırdım, kapısına astırdım bütün o binaların ama ondan sonra yaktılar. Yaktılar bütün o binaları, niye yakıyorlar biliyor musunuz? Otopark yapmak için.
Bir başka zaman tekrar gittik kapıyı açtırıcam kapılar kilitli ve konaklardan birinin kapısını zorla açtık, ayağıma ilk çarpan neydi biliyormusun, bir enjektör.. Esrarkeşler pencereden giriyorlarmış, yerde ambalaj mukavvası, açılmış kutular yatak haline getirilmiş onların üstünde yatıyorlarmış ve aşağıdaki insanlar evet dediler biz burdan geçmeye bile korkuyoruz dediler. Yani böyle birşey hala o öyle duruyor, hala üniversite bunun sahibi değil ve bilmiyorum ne olacak? Nasıl anlatılacak bilmiyorum, top sizde.
GA: Hocam hepimiz adına çok teşekkür ederim. Çok güzel bir öğleden önce geçirdik sayenizde.
1 Yorum
merhaba. Açık şeffaf katılımcı paylaşımcı uzlaşmacı süreçlerin kentin sahiplenilmesinde ne derece önemli olduğunu anlamalıyız. Bu konuda yol gösteren destek olmaya çalışanlara ise minnet duymalıyız. Gelip geçilen şehir mekanları, sunulan projeler için kafa yoran, kaç ciddi meslek insanı var? Aklın yolu galip gelsin ve İstanbul kazansın. Selam ederim.