Prof.Dr. Selahattin İncecik'le küresel ısınmadan nükleer enerjiye kadar pek çok konuyu konuştuk.
Uluslararası ve ulusal düzeyde pek çok çalışması olan ve IPCC Raporlarında yazarlık ve hakemlik yapan, 2007 Nobel Barış Ödülüne Katkı Yapan Yazarlar arasında yer alarak ödüllendirilen İTÜ Meteoroloji Mühendisliği Bölümü öğretim üyelerinden Prof.Dr. Selahattin İncecik’le iklim ve yağış rejimlerindeki değişiklikleri ve bu değişikliklerin etkilerini konuştuk. İstanbul da kuzey su toplama havzalarının yapılaşmaya açılmasının “İstanbul’un sonu” olacağını söyleyen İncecik uyarıyor: “Bu konuda sıfır tolerans ile çalışılmalı”.
Selahattin İncecik: Küresel ısınma arzın ortalama yüzey sıcaklığının sera gazlarının etkisiyle yükselmesidir. Bu sera gazlarının – altı sera gazı- en önemlisi karbondioksit (CO2)tir. Küresel ısınma kavramını da öncelikle insan kaynaklı iklim değişikliğiyle birlikte değerlendirmeliyiz. Bunun da bilimsel kanıtı olarak CO2nin 1950’lerden sonra yükselişi ile birlikte arzın ortalama yüzey sıcaklığında paralel artışıdır. Bizi ilgilendiren en önemli gelişme de budur. Çünkü her yıl giderek artan bir şekilde atmosfere fosil yakıtların yanması sonucu CO2 gönderiliyor. 2012 yılında atmosfere gönderilen CO2 miktarı 35 milyar ton oldu. İşte bütün dünya başta Avrupa Birliği olmak üzere bunu düşürmeye çalışıyor.
Kuşkusuz iklim değişikliği konusu bugünün tartışma konusu değildi. CO2’nin yükselmesi ile birlikte iklimde değişiklik tartışmaları 20.ci yüzyılın özellikle 3.cü çeyreğinden sonra hızlandı. Örneğin insan kaynaklı CO2 emisyonlarının iklim üzerindeki uzun vadeli etkileri 1979 yılında İsviçre’de gerçekleştirilen ilk Dünya İklim Konferansında tartışıldı ve bütün dünyada yankı buldu.
Evet, ilk toplantı 1979 yılında yapılan iklim konferansıdır. Aslında bu toplantı arkasından bir zincir gibi gelişmeler ortaya çıktı. Belki de bu konferans sonrasında ilk en önemli aksiyon IPCC’nin kurulmasıydı. Kasım 1988 de Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) ve Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) tarafından günümüze iklim değişim raporları ile ışık tutan Hükümetlerarası İklim Değişim Paneli (IPCC -Intergovernmental Panel on Climate Change) kuruldu.
Yine ilk kez iklim değişiminden sorumlu ülkeler konusu 1990’da Yeni Delhi’de yapılan toplantı ile gündeme geldi. 90’lı yıllardan itibaren IPCC bilim insanlarını bir araya getirerek bu rapor çalışmalarını başlattı. IPCC ilk raporunu da 2001 yılında yayımladı. Bu tarihten sonra en son rapor 2013 yılında ortaya çıkan 5. Değerlendirme Raporu’dur. IPCC Raporlarına da yön veren Özel Raporlar da bu dönem içerisinde yayımlandılar. Sonuç olarak küresel anlamdaki ilk resmi aksiyon IPCC idi. IPCC bu şekilde başladı çalışmalara. Benim de yazar kadrosu içerisinde yer aldığım raporlarla beraber, IPCC ve raporları yazan bilim insanları 2007’de Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü, ben de o yazarlardan biriyim.
Doğal olarak en merak edilen konu da geleceğin ikliminin nasıl olacağıydı. Bu soruya yanıt bulabilmek için de İklim Modelleri konusunda bu süreç içerisinde büyük gelişmeler yaşandı ve hala da ilerlemeler konusunda araştırmalar devam ediyor. Gelecek iklimin ne olacağı konusu için en önemli adımlardan biri de emisyon senaryolarıdır. IPCC, 2000 yılında emisyon senaryolarıyla ilgili yeni bir rapor çalışması başlattı ve SRES (Special Report on Emissions Scenarios) raporu 2001 yılında basıldı. Bütün raporlar yaşanmakta olan ve gelecekte de karşılaşılacak insan kaynaklı kirlenmeyle yüzleşmek zorunda olduğumuz “insan kaynaklı” bir iklim değişikliği gerçeğini gösterdi. Bu durum 2013 yılındaki 5. Değerlendirme Raporu’nda tüm ayrıntıları ile ortaya konuldu. Yani kısaca;
Burada kast dilen şu, dünyanın atmosferi kirleten, etkileyen doğal kaynakları zaten var. Bunların başında yanardağ patlamaları geliyor. Ama bunlar farklı etkilere de yol açabiliyor. Örneğin, 15 Haziran 1991 yılında Filipinler’de Pinatuba Yanardağı 20. Yüzyılın en büyük patlamalarından birini gerçekleştirdi. O tarihte yapılan araştırmalarda Pinatuba bulutu Stratosfer tabakasında (11-45km) gözlenen en büyük bulut idi. Bu volkanik faaliyet sonucunda atmosfere 24 – 25 milyon ton SO2 ve sülfat aerosollerinin gönderildiği belirlendi. Bunun mutlaka bir yansıması olacaktı ve oldu da. Hemen ertesi sene arz sıcaklığındaki artışta gerileme ve azalma görüldü.
1750 Sanayi devriminden bu yana fosil yakıtları yaşamımızın her noktasına taşıdık. Tabii ki enerji üretimi bu konuda en önde gelen sektör olarak CO2’nin en büyük adresi konumunda. Tüm dünyada yüzde 75 – 80 civarındaki kirlenmeyi yaratan da bu enerji sektörüdür. Arkasından sanayi, motorlu araçlar ve konut ısıtılması geliyor. Tabii ki bunlar bulundukları coğrafyaya göre de değişim gösterirler. Gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan ülkeler göz önüne alındığında da bu oranlardaki farklılık görülebilir. Bu konuda 2012’de yazdığım Megacity Pollution (Büyükşehir Kirliliği) kitapta hem gelişmekte olan ülkeler, hem de gelişmiş olan ülkelerdeki büyük şehirlerin kirlenmesini ele aldım. Dünyada halen 25 kadar Megaşehir var ama en sorunlu olanları gelişmekte olan ülkelerde. Örneğin Tokyo; 35 milyon nüfusu ile dünyanın en kalabalık şehri ancak hava kalitesi bakımından en az sorunlu yerlerden biri. Aynı doğu Asya ekseninde yer alan Pekin ise hava kalitesi bakımından çok ciddi sorunlar yaşıyor. Çünkü Pekin kendi ekonomik büyümesinden ve üretimde çevre standartlarını gözetmiyor, 2020 yılına kadar adeta durumlarına izin verilmesini istiyorlar. Aslında bunun aynı zamanda haksız rekabeti de doğuruyor olması da şu anda pek çok ülkenin şikayet ettiği bir konu. Yani Çin’in 1 sente ürettiğini sen 1 dolara üretebiliyorsun. Özetleyecek olursak elektrik üretimi için kullanılan araçlar tüm dünyada karbon salımında en önde yer aldığını görürüz.
1700’lü yıllarda yapılan ölçümlerde karbondioksit 285 ppm seviyesinde iken şu an 398 ppm seviyesini aştı, her yıl da 2 ppm artıyor. Alınacak önlemlerle bunu önce frenlemek ve sonra da azaltmak gerekiyor.
Aslında son yıllarda tüm dünyada derecesi farklı olmakla beraber başta enerji alanında yenilenebilir kaynaklarda olmak üzere, sanayide, motorlu araçlarda gerek yakıt gerekse de teknoloji değişimi olarak önemli bir değişim hamlesi var. 7 Milyar Dünya nüfusunun en büyük paydaşı olan Çin’in bile yenilenebilir kaynaklara yatırım yaptığı, bu alanda yeni teknoloji konusunda önemli ilerlemelerin sağlandığını söyleyebiliriz. ABD ise Kyoto Protokülü’ne imza atmamış olsa bile gerekli önlemleri almak için yatırımlar yapıyor. Öncelikle teknoloji ve yenilenebilir enerji üretme konusunda büyük yatırımlar yapıyorlar. Almanya rüzgâr ve güneş enerjisi konusunda AB nin başını çektiğini görüyoruz. . Türkiye toplamda 57 GW’lık bir kurulu güce sahip, ancak bunun sadece 2 GW’lık kısmını rüzgâr oluşturuyor. ediyor. Oysa ülkemizin potansiyelinin mevcut kurulu güç kadar olduğunu biliyoruz. Güneş enerjisi alanında ise dünyada büyük yatırımlar var. Ülkemiz ise rüzgardan daha fazla potansiyele sahip olmasına karşın Türkiye de güneş santrallarına yatırım konusu henüz emekleme safhasında. Tabii ki enerji konusu aynı zamanda bir güvenlik sorunudur. Bu nedenle enerji sektöründe çeşitlilik yaratmak gerekir. Yani önemli olan üretim çeşitliliği oluşturmaktır. O çeşitliliği de kendi ülkemizin ihtiyaçlarını gözeterek sağlamalıyız. Kısacası küresel düşünüp yerel hareket etmeliyiz. İşin anahtar noktası bu.
Karbondioksit emisyonlarına bakacak olursak Türkiye’de bu emisyonları sürekli artış halinde. Oysa biz Kyoto Protokülü’ne taraf olmuş bir ülkeyiz. Protokol şunu söyler; protokolün birinci fazı sonunda, 2012 yılı sonunda, CO2 emisyonu 1990 yılına göre yüzde 5,6 oranında düşürmeniz gerekiyordu. Türkiye protokole, geç bir tarihte katıldı. O bakımdan Türkiye bir indirim taahhüdünde bulunmadı. AB mesela başlangıçta ortalama yüzde 8 indirimde bulunacağını taahhüt etti. Örneğin Almanya, Doğu Almanya ile birleşmiş olmasına rağmen bunu başardı. Şu an Almanya model ülke niteliğinde. Türkiye ise emisyonu düşüremediği gibi yüzde 100 artırmış durumda. Durban, Güney Afrika’da yapılan toplantılara Türkiye’nin resmi temsilcilerinden biri olarak katıldım. AB ve Çin temsilcileriyle münakaşalarımız oldu. Onlar “Kyoto Protokolü’nde imzanız var ancak taahhütte bulunmadığınız için Kyoto’nun sağladığı destek projelerden yararlanamazsınız” diyorlar. Bu bakımdan Türkiye’nin attığı imza sembolik olmaktan öteye gidemiyor. Daha önce taahhüt vererek bir imza atılmış olsaydı çok daha güçlü projeler yapılabilir, daha sağlam adımlar atılırdı. Ancak bu da kolay değil çünkü yeni yaptırımlar getiriyor mesela karbona dayalı sanayi için –çimento, demir çelik vb.- üretim alanında sıkıntıya düşülebilirdi. Fabrikalarını kapatacağım ya da demir-çelik sanayini bırakacağım demenize neden olabilir. Yani ya bunu imzalayıp ekonomik büyümeyi ve ilerlemeyi bir kenara bırakacaktı ya da bazı şeyleri göz ardı edip-ya da ikinci plana atıp- hızlı büyümeyi seçebilirdi. Türkiye ikincisini seçti. Bu seçim başka bir tartışma konusu ancak olayın fotoğrafı bu. Ancak yine de 20 yıl önce yapılması ve bitirilmiş olması gereken işlerin gecikme ile de olsa başlandığını ve ilerlemeleri görüyoruz.
Türkiye enerji alanında tüm üretim tesislerini özelleştirme kapsamına aldı. EUAŞ’a ait tüm termik santraller bu kapsamda değerlendirildi. Bunların içlerinde Çan Termik Santrali gibi çok başarılı santraller de var. Termik santrallerin bir kısmı kömüre bir kısmı da doğal gaza dayalı. Son yıllarda doğal gaza dayalı santrallerin oranı o kadar büyüydü ki AB ortalamasının çok üzerine çıkıldı. Bu da ciddi bir sorun çünkü ithal ettiğini ve fiyatını kontrol edemediğiniz bir yakıt ile elektrik üretim bunu kullanıyorsunuz. Türkiye’nin kömür rezervi son derece yüksek. 11 milyar ton civarında bulunuyor. Ancak kömürümüzün kalitesi sorunlu. Bu rezervin önemli özelliği ise düşük kalorili, nemli ve kül oranı yüksek olması ama yine de bizim kömürümüz. Ya ithal kömüre dayalı bir santrale dönüştüreceksiniz ya da doğalgaza dayalı santrallere dönüştürecektiniz. Geçmişte inanılmaz hatalar yapıldı ve Türkiye doğalgazla çalışan santrallerle donatılmaya bırakıldı. Uzun anlaşmalarla inanılmaz bir dışa bağımlılık yaratıldı. Türkiye şimdilerde sıfır karbon üreten nükleer teknolojiye geçiş kararı aldı.
Akkuyu’da yapılması planlanan nükleer santralle ilgili ilk proje ve Akkuyu’nun belirlenmesi 1973 yılında Ecevit hükümeti tarafından yapıldı. Bu teknolojiyi o zaman da Türkiye üretmeyecekti, bugün de Türkiye üretmeyecek. Ama bu teknolojiyi ülkemiz öğrenecek. Bu önemli. Dünyada nükleer enerjide ulusal teknoloji diye bir kavram henüz yok. Şu an herkesin aklında 1986 yılında meydana gelen Çernobil olayı geliyor. Çernobil çok uzun zaman önce kontrol altında olan bir santral olmaktan çıkmıştı. Bu alanda en önemli anahtar Atom Enerji Ajansı’nın denetlemeleridir. Bir başka konu da; nükleer enerji santrallerindeki yatırımın en büyük payının santralin güvenliği için harcanmasıdır. Ecevit hükümetinden sonra kimse de bu projeyi yapmaya cesaret edemedi ya da kaynak bulamadı. Bu bakımdan öncelikle halkın bilgi eksikliğini gidermek gerekli sanıyorum. Danimarka’da Kopenhag havaalanında indiğinizde İsveç tarafında nükleer santral ile karşılaşabilirsiniz. Fransa’da durum daha da farklı. Fransa’da enerjinin yarıdan fazlası nükleerden geliyor. Sıfır karbon ile enerji üretmek istiyorsanız nükleer işte sıfır karbon salımı yapan bir üretim tekniğidir.
Marmaray, YHT ve tüp geçiş tünelleri önemli ve çok geç kalmış yatırımlar. Bunlar 1990’lı yıllarda bitirilmiş ve yaşama geçirilmiş olması gereken projelerdi. Bu ulaşım yatırımlarıyla karbon salımı çalışılıyor. Umuyorum bu yatırımlar bir an önce tamamlanır ve bunun sonucunda hem yaşam kalitemiz arttırılır, hem de emisyonlarımız azalır.
Karbon salımı neticesinde ortaya çıkan ve bugün atmosferde %1 in altında (400 ppm i bulan) olan CO2 konsantrasyonu sadece Türkiye’yi ilgilendiren bir durum değil yani karbon salımı artarsa sadece Türkiye daha fazla ısınır gibi bir durum söz konusu değil. Bu küresel bir olay, 400 ppm atmosferin karışımında 400 mol olarak ortaya çıkan değerdir. Bunu her ülke düşürerek ortaya çıkan toplam değer bir etki yaratır. Burada da hep söylediğimiz şey geçerli “küresel düşünüp yerel hareket etmek” gerekli. Atmosferin doğal bir sera etkisi var. Karbondioksitin artması daha fazla ısının tutulmasını sağlıyor. Bunun yanında bir de radyatif zorlanma var. Atmosferdeki çeşitli aerosollerin bu radyatif dengeyi bozacak davranışlarda bulunması demek. Bunlardan bazıları karbondioksit, metan gazı, troposferik ozon. Troposferik ozonun artması da etki yaratıyor. Yeni bir araştırma alanı olarak ortaya çıkan elementer karbon ya da siyah karbonun artışı da küresel ısınmayı etkiliyor. Buradaki çok küçük oransal değişiklikler çok büyük etkilere yol açabiliyor.
Öncelikle bizim coğrafyamıza bakmamız lazım. İçinde bulunduğumuz Güneydoğu Avrupa ve Doğu Akdeniz coğrafyası iklim değişikliğinden en fazla etkilenen bir bölge. Bu coğrafya için yapılan tüm iklim modellemeleri Akdeniz Bölgesi’nde çok ciddi sıcaklık artışları öngörüyor. Isınma nedeniyle sirkülasyonlar değişiyor. Bazı yerlerde yavaşlıyor, bazı yerlerde hızlanıyor. Bu sirkülasyonların etki alanlarında sıcaklık ve yağış üzerinde sonuçlar vermeye başlıyor.
Türkiye’de İklim değişikliğinin yarattığı en önemli sonuçlarından biri sıcaklık artışının yanı sıra yağış rejiminin değişmesi. Artık konvektif tipli yağışlar giderek hakim olmaya başlıyor. Kar konusu da çok çarpıcı. 100 yıl öncesinin yağış kayıtları var, onları incelediğimizde görüyoruz ki bugün yılda 3 – 4 gün olan karlı geçen gün sayısı o zamanlar 19-20 gün. Ayrıca kar yağmurdan çok daha önemlidir, özellikle içme suyu havzaları için. Türkiye için tehlike çanlarından en önemlisi budur. Kış turizmi yatırımları bakımından da bu sonuç önemli. Artık eskisi gibi yağışlar düzenli yağışlar alamıyoruz Onun yerine konvektif yağışlar alıyoruz. Tornadoların artmasının sebebi de bu. 2013 yılında NOAA’da bir rapor yayınlandı; rapora göre CAPE (Convective Available Potential Energy) artıyor. Bunun artması yani ısınma ve konveksiyonda artış ile kararsızlık da artarak rüzgârın yükseklikle değişimi ortaya çıkıyor. Bu da tornadonun oluşumunun şartlarını sağlamak demek. İşin kilit noktası burası, potansiyel enerjiyi artırırsanız tornado oluşumu, potansiyeli de artar.
İstanbul’da yağışlı dönem 1 Ekim’de başlar ve bahara kadar devam eder. Ancak en önemli iki ay aralık ve ocaktır. Geçtiğimiz aralık ayında İstanbul’un 110 milimetre yağış alması bekleniyordu ancak İstanbul bunun üçte birini bile alamadı. Yerel yönetimler aslında bu tehlike çanlarını duymalıydı ve o tarihten beri tasarruf tedbirlerini almalıydı ve halka bunu eğitim seferberliği ile anlatmalıydı ancak bu uyarılar yapılmadı. Ancak geçenlerde gördüm ki İBB köprülere tasarrufla ilgili afişler asmış. Bu saatten sonra ne kadar fayda sağlar biliyorum. Ama en azından suyun halkımız tarafından daha rasyonel kullanımı için de bir kültür oluşturabilir.
Bu yerleşik bir sorun haline gelmese bile bununla her an yüzleşebileceğimize dair bir bilgimiz oldu. Bazı yıllar yağışta bu tip döngüler olur. 1989 yılında da aynı şeyi yaşadık tüm yıl için sadece 300 milimetre civarında yağış alındı ancak bu İstanbul’un büyük talebini karşılayamadı ve o dönemki yerel yönetim de çeşitli çözümler aradı; Yalova’dan her gün şehre su taşındı. Önümüzdeki sene yıllık yağışların ortalamanın üzerinde olacağını kimse garanti edemez. Bu bakımdan da krizi yaşamadan önce olasılıkları göz önüne alarak önlemler alınmalı.
Yapılaşmayı su toplama havzalarının çevresine doğru yaygınlaştırmak asıl sorun. İstanbul’un kuzeyi adeta akciğerleridir. Bu bölgenin yoğun yerleşime açılması stratejik bir hata olur. En büyük zararı da Türkiye ekonomisin en büyük paydaşı olan İstanbullular çeker. Su toplama havzaları sıfır tolerans ile korunması gereken yerlerdir. Havzaların çevresi yapılaşmaya açılırsa suyu toplayamaz hale getirirsiniz. Bu konuda çok sert yaptırımlarla ve sıfır tolerans ile iş yapılmalı.
Hiçbir olay bugünden ertesine değişmez. Önemli olan iklim değişikliğinin hızını yavaşlatmak. Atmosferde karbondioksitin kalıcılık süresi 100 yıl, bu bakımdan da iklim modelleri 21. yüzyılın sonuna 2099’a göre modellemeler yapılıyor. Ancak yeni bakışa göre artık 2300 yılına göre model çalışmaları düzenleniyor. Uzun vadeli senaryolar artık 2100 sonrasını göz önüne alıyor ve 2300 yılına kadar uzanıyor. İklim değişiminin risklerinden kaçınmak için, adaptasyon ve azaltım için uzun vadeli stratejiler gerekli hale geldi.
2300 ile ilgili çalışmalar henüz daha çok yeni. 2099 yılına ait projeksiyonlar yaygın olarak kullanılıyor. 2050 yılı bir kontrol noktası gibi çalışacak. Tek temennim de onları görebilmek, 2050’de çıkan rakamları 2100’de test etmeyi de çok isterim ama maalesef bu mümkün değil (gülüyor). Artık hedef 2300.
Önlemlerin temelinde örneğin enerji üretiminde, ulaşımda, sanayide ise düşük karbonlu yaşama geçişin sağlanması yer almalıdır.
Türkiye’de suyu yüzde 70 ile en çok kullanan sektör tarım, gelişmiş ülkelerde ise bu oran yarısı kadar. 1977 yılında Avrupa seyahatimde Bulgaristan’dan kuzeye doğru yolculuk ederken görmüştüm tüm tarım arazilerinde damlama sulama yapılıyordu. Biz ise hala klasik yöntemlerle sulama yapıyoruz. Bir türlü bu yaygınlaşamadı. Bu bakımdan da en azından su kullanımı açısından tarımın tekrar regüle edilmesi gerekli. Ziraat odalarına, yerel tarım yöneticilerine bu anlamda çok iş düşüyor. Üreticiyi bilgilendirecek etkili çalışmalar yapılmalı.
1980’li yıllarda yaptığım çalışmalarla “ısı adası” kavramını ilk ortaya atanlardan biri benim ancak ben onu başka bir anlamda kullandım. Ben onu hava kirliliği açısından ele almıştım. Bir şehrin yatay bir profilini alırsanız şehri yoğun olduğu bölgede ısının oluşturduğu kubbeye ısı adası denir. Bu neye sebep olur? Hava akışlarını ve sirkülasyonunu etkiler ancak bu yerel etkilerde bulunur. O bakımdan İstanbul’da da yağış azlığının sebebini ısı adasına bağlamak doğru değildir. Yağış ile bağlantı kurulması isteniyorsa o zaman arazi kullanımı ve ormansızlaşmayı gündeme getirmek gerekir. Ormanla ağacı birbirine karıştırmamak gerekir.