O Taş Evleri Yapan İnsanlar Bugün Yaşasalardı Ne Yaparlardı?

"Planlar koruma amaçlı yapılıyor. Koruma amaçlı dendiğinde, korunması gereken nedir? Yerel yaşam tarzıdır. Bir metrekarelik pencere değil korunması gereken."

Arkitera.com’da Süper Kent dosyası kapsamında Laçin Karaöz’ün 18 yıldır Bodrum’da yaşayan mimar Tevfik Bilgin ile gerçekleştirdiği söyleşi Bodrum’un problemleri üzerinden Türkiye’nin planlama ve yerel yönetim pratikleri üzerine geniş bir çerçeve sunuyor:

Laçin Karaöz: Bodrum’da sürekli bir inşa etme durumu var. Yarımada’daki muazzam yapı stoğuna rağmen, sürekli yayılma halindeyiz. Bu yapılaşmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tevfik Bilgin: 1996 yılında Bodrum Mimarlar Odası’na kaydoldum. O yıldan 2002 yılına kadar burada İmar planı yapım yönetmeliğinin değiştirilmesi gerektiğini söyledim, insanlar bu bizim boyumuzu aşar diyerek bunu görmezden gelip, şu planın şurasına bu kanun orasına itiraz, şu maddeyi dava edelim diye uğraştılar. İmar planı yapım yönetmeliğinin değiştirilmesi konusu önemli. İmar planı yapım yönetmeliği 1954 yılında yapılmış. O yıldan sonra da hiçbir ciddi değişikliğe uğramamış.

İmar planı bir yerleşimdeki insan nüfusunu kontrol etmek için vardır. Yerleşimlerin bir taşıma kapasitesi vardır, doğal kaynaklarına ve çevre verilerine göre tespit edilmiş. Taşıma kapasitesi diye bir eşik belirleniyor, bu bir sınırdır. Belediyeye başvurduğunda -bizim 2 ev için yerimiz yok tek ev yapabilirsiniz- diyor. Plan budur. Yoksa Gümüşlük vadisine istersek 40 bin kişiyi de doldurabiliriz.

Planlar koruma amaçlı yapılıyor. Koruma amaçlı dendiğinde, korunması gereken nedir? Yerel yaşam tarzıdır. Bir metrekarelik pencere değil korunması gereken.

Bizim Kanada’da yaşadığımız yerde tek bir imar planı notu vardı, Parselin yola cephesi minimum şu kadar olacak, komşulardan ve yoldan çekme mesafeleri şudur ve tek bağımsız bölüm yapabilirsiniz derdi. Bunun dışında bir kıstas yoktu.

Şu andaki imar planı yapım yönetmeliğinde 25 yıllık imar planı yapılıyor. Belediyeler imar planı yaparken nüfusun artacağını düşünüyorlar. Oysa demografik veriler, Türkiye’de nüfusun azalacağını gösteriyor. Biz 200 milyona göre yapılaşıyoruz, ama gerçek şu hiçbir zaman 90 milyonu geçmeyeceğiz.

İmar planını yapanlar da “inşaat var müthiş rant var, oh ne güzel, tamam devam edelim” diyor. Bu yönetmelik varken, ben Gümüşlük nüfusunu 25 yılda 700 bin olarak da öngörebilirim.

Burada yaşadığımız şey şuydu, Gümüşlük sit alanı olduğundan koruma kurulu tamamının korunmasına karar verdi. 1.600 hektarlık Gümüşlük’te tamamının koruma amaçlı imar planı olması istendi, plancı 2800 olan yerleşik nüfusun 25 yılda 9.000 olacağını öngördü plan raporlarında. Köy yerleşik alanına, %30 imar verildi ve bu merkez yapıyla dolduruldu. Ama köyün nüfusu bugün 3000. Peki 2025’te, nüfus 9000’i bulduğunda, nereye yerleşilecek? Böyle bir planlama olabilir mi? Gümüşlük’te yerleşik nüfusun 9.000’e çıkacağını öngörerek köyü imara açıyorsun ki hemen açmamalısın, güncel ihtiyaca cevap vermelisin. Uzun vadeli bir plan yapabilirsin ama bunun uygulamasını ihtiyaç oldukça cevap verecek şekilde yapmalısın. Yıllık plan yapmalısın.

Koyunbaba’daki site türü yapılaşmaların köy yerleşik alanına sirayet etmemesi için mücadele verdim, parselasyon şartı getirilmesi gerektiğini, bir parselde birden çok yapı yapılmaması gerektiğini söyledim. Ne oldu? Her yer site doldu, herkesin ineği tavuğu varken, bunlara bakacak yer kalmadı. Daha vahimi 55 m2’lik taban alanlı 120 m2’lik taban alanı sınırlaması gibi ebleh bir uygulamadan, 120+120=240m2’lik bloklar, ortada açık bir merdiven. 4 dairelik blok türü ortaya çıktı.

Tüm bunlar 2002’den önce oluyordu, o zaman da bunlarla ilgili bir şikâyet yoktu, şimdi de yok aslında. Ama şikâyet edilmesi gereken asıl konu bu. Bunu düzeltmeden nasıl doğru yapılaşabilirsiniz? İnsanların iyi niyetine kalmış bir yapılaşma normu olabilir mi? Ortada yapısal bir sorun var, bu sorun da 2002’de başlamadı. Bu sorun çok daha geriye uzanıyor. Modernistim çağdaşım diyen, çağdaşı temsil ettiğini söyleyen insanlar, arkaik bir tavır içindeler. Ben çağdaşım deyince biri, ben 1930’lara 1940’lara gidiyorum.

Türkiye uzun yıllardır bir başkanlık sistemiyle yaşıyor. Belediye başkanlarının hepsi birer başkan, sorgusuz sualsiz bir başkan…

Bodrum denince, insanların aklına deniz kenarında samimi bir kent geliyor ve bu ölçekteki bir kentte, burada yaşayanların kentlerini istedikleri gibi şekillendirdiğini düşünüyoruz. Halbuki öyle değil.

Siyaseten çok gerilere giden, yerel yönetim reformuna acilen ihtiyaç var. 1960’lardan sonra 1980’lere kadar, yerel yönetim reformu her zaman siyasi taraflardan bir tarafın talep ettiği, ama somutlaştıramadığı, (Ecevit’in köy-kent gibi netleşmemiş bir tanımı dışında), her dönem gündemde olan bir konuydu.

Belediyelerin yetkilerinin yeniden belirlenmesi, Avrupa Özerklik Şartnamesine konulan çekinceleri kaldırmak, bunlarla yeni bir anayasa yapmak, yerel yönetimlerin yetkilerini daha katılımcı ve demokratik bir yapıya evrilmelerini sağlayacak biçimde değiştirmek gerekiyor. Ancak bu şekilde yol alabiliriz.

Başkanlık sistemi gelecek dendiğinde hop oturup hop kalkılıyor, dünyada zaten bizimki kadar güçlü bir başkanlık sistemi var mı? Türkiye uzun yıllardır bir başkanlık sistemiyle yaşıyor. Belediye başkanlarının hepsi birer başkan, sorgusuz sualsiz bir başkan…

Seksenlerin başında, bahçeli evlerin bulunduğu bir mahallede Kanada’da oturuyordum, ilkokul çağında çocukların olduğu bir mahallede. Sokağın iki yanında 120cm’lik kaldırımlar var, yol toplam 7 metre. Yol üzerinde tek yöne park edebiliyorsunuz aracınızı. Bir akşam bir komşu geldi elinde dilekçeyle, belediye kaldırımların bir yönünü iptal edip yolu genişletecekmiş biz bunu istemiyoruz, dilekçe hazırladık siz de imzalar mısınız dedi. İmzaladım, yine geldiler, konunun belediye meclisinde tartışılacağı gün imza vermiş bir kişi olarak gelirseniz iyi olur dediler. Gittim, gündem konuşuldu, sıra bizim konuya geldi. Başkan, elimde semt sakinlerinin çoğunluğunun imzaladığı bir dilekçe var, onun için bu projemizi rafa kaldırıyoruz, oylamaya gerek yok. Sokak onların sokağı istemiyorlar dedi, mesele kapandı. Bu kadar kolay…

Peki nasıl oluşur bu yapı?

Türkiye’de gündemde bir özerklik tartışması var. Özerkliğe karşı olanlar, yandaş olanlar var. Ama kimse özerkliğin ne olduğuyla ilgili konuşmuyor. Örneğin, Kanada’da belediyenin nüfusuna göre, eğitim bakanlığı öğretmen ihtiyacını belirliyor. Maaşları belli, o belediye toplanan vergilerle o öğretmenlerin maaşlarını karşılıyor. İtfaiyeci, polis, vs. Belediyeye vergi verenler karşılıyor bu ücretleri. Biz belediyeye vergi veriyoruz, bir başkan seçiyoruz. Bu başkanın görevleri belli, çöpleri toplayacak, okul servisleri var, polis var, öğretmen var vs. Adamın benim vergimle ne yaptığını iyi yapıp yapmadığını takip edebileceğim bir sistem var.

Oysa bizim verginin nereye gittiği belli değil. Bir kutuya atıyoruz, kimden hizmet beklediğini hesap soracağını bilmiyorsun. Eyalet hükümetine bir vergi veriyorsun, yerel yönetime bir vergi veriyorsun.

Yapının bozukluğu ortada. Ben demokratikleşme talep ediyorum. Demokratik bir anayasa ve ona göre düzenlenmiş yasalar istiyorum, kimin nasıl yaşadığı beni ilgilendirmiyor. İnsanların kişisel inançları görüşleri beni ilgilendirmiyor, ister 5 vakit namaz kılar, ister yılda 5 kez Anıtkabir’i ziyaret eder. Benim yaşam alanımda birey olarak bana söz hakkı tanındığı, sözümün bir birey olarak ilgili yere ulaşabildiği bir yapı nasıl oluşacak.

Ortada ciddi bir riyakârlık var Türkiye’de. Kim demokrat kim değil, mücevherat terazisine koyarsanız, söylemlerin tam tersi bir durum ortaya çıkabilir. Demokrasinin hayatımızda olabilme imkânları örgütlülükle ilgili bir şey.

Sosyal güvenlik kurumuna girdim geçenlerde, girdim ve 5 dakikada çıktım. Dilekçeni veriyorsun, sıra numaranı alıyorsun, tekrar geleceğin günü veriyor ve çıkıyorsun. Devlet hastanesine gidiyorsun, randevu saatinde gidiyorsun, saatinde işin görülüyor çıkıyorsun. Şimdi vergi dairesi, nüfus dairesi benzer çalışıyor. Şimdi, belediyeye giden biri, orada aldığı hizmeti bu kurumlardan aldığı hizmetlerle kıyaslıyor insan.

Fransa’da, İtalya’da sosyalist partiler iktidara belediyecilikteki başarılarıyla taşındılar. Belediyede öyle bir hizmet verdiler ki, bu diğer kurumlardan aldığın hizmetten çok daha iyiydi. Birey tercihini iyi hizmet verenden yana kullandı.

Kafanızda bir belediyecilik anlayışı yoksa aynı mevzuata göre kurulmuş AKP ve CHP arasında bir fark yok, biri diğerinden daha iyi değil. Her ikisi de bu mevzuattan dolayı kent denilen insan yerleşimi birimlerinde hiçbir güncel nosyonu uygulamayan, bunu ne kadar rant sağlarsa o kadar yapan, biri diğerinden daha becerikli bu işi yapabiliyor tek ayrım o, ama yaptıkları aynı.

Belki biraz Kürtler belediyecilik anlamında var olan yapıyı değiştirmeye veya dönüştürmeye çaba harcıyorlar. Türkiye’de belediyecilik ben kazanayım ben olayımdan başka bir şey değil. Böyle olunca, hiçbir şey isteyemiyorsun, başka bir şey bilmiyorsun. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartnamesi’nde Türkiye hangi maddelere neden çekince koydu bilmiyorsun. Bu iş, ben Galatasarlıyım sen Fenerbahçelisin gibi, böyle siyaset olmaz. Bu sorunları baştan konuşmazsak, bu sistemde yerele inince doğru yapmak mümkün değil.

O taş evleri yapan insanlar “Bugün yaşasalardı ne yaparlardı?” sorusunu sormak lazım

Bodrum’da imar planı notlarında koruma amaçlı olarak uygulanan bir takım kurallar var. Bugün Bodrum’da koruma adına yapılan uygulamalar ne kadar doğru veya ne kadar anlamlı?

Bodrum’da sözüm ona koruma amacıyla getirilmiş kısıtlamalar, şuna benziyor: Süleymaniye Cami’nin etrafında, Süleymaniye caminin kubbesine benzer ve minaresi benzer yapılar haricinde yapı yapılamaz dediğinde, her yer Süleymaniye’ye benzer.  Süleymaniye’yi ayırt edemezsin.

Baktığın zaman bir dikdörtgen, köşelere kulak koy, küçük pencereleri aç, oldu, mevzuata uygun yasal, sözüm ona kültüre de uygun. Oysa değil, korunması amaçlanan kültüre çok yabancı bir durum var.

Zamanında, 100 sene önce yapılmış taş yapılara baktığımızda, bunlarda malzemelerin son derece doğru kullanıldığını görüyoruz, topografyaya uyumları güzel, rüzgâr güneş vesaire iklim şartlarının dikkate alınması harika. Sonra yapıyı da incelediğinde, kırlangıcın yuva yapması gibi: denizden erişteyi toplayıp, onun altında Geren toprağının kullanılması, sızabilecek suyu o tuza emdirmek.

Taş mesela, taş eski Bodrum evlerinin tamamı moloz taştır. Adam hem tarlasındaki taşı temizliyor, kendine ekecek bir avuç toprak elde ediyor, hem de kendine barınak yapıyor.

Pencere camlarını düşünelim, 1970’lerde Bodrum Gümüşlük arası 2,5 saat sürerdi araba ile. Daha eskiye gidelim, 1m2 tek parça camı Bodrum’dan Gümüşlüğe nasıl getirirdin? Bodrum’a nasıl geldiğini sormuyorum. Adam eşeğinin devesinin heybesine sığdırabildiği büyüklükte camlardan doğrama yapmış. Şimdi bunu 2014 senesinde devam ettirelim demek, kültür fikrine sahip olmamak demek, papağan gibi yapılanın aynısını 100 sene sonra devam ettirmek demek.

Kızılağaç’ta bizim taş derdimizden dolayı orman yok oluyor, doğa tahrip oluyor. Betonarme karkas yapıp üzerine taş kaplayıp sonra da taş yapı yapıyorum demek sahtekarlık, bunun çevrecilik olarak savunulduğu bir kültürden bahsediyoruz bugün.

O taş evleri yapan insanlar bugün yaşasalardı ne yaparlardı sorusunu sormak lazım. Kültürel devamlılıktan anladığım bu benim. Biz Kızılağaç’ta karbon emülsiyonu salarak, ormanı yok ederek çıkarılmış taşı kullanıyoruz, taş yapı yapıyoruz diyoruz.

Dokuyu anlamamışsın, neden yapıldığını anlamamışsın, binaların hepsi toplama taşla yapılmış. Bodrum Kalesi, kendisi mozolenin yıkıntılarından toplanan taşlarla yapılmış. En azından meslek odamızın ve meslektaşlarımız biraz daha düşünmeliler sorgulamalılar bu konuyu. Tersine onlar koruma diye bunu destekliyorlar.

Geçtiğimiz yıl Muğla büyükşehir oldu. Öncesinde Yarımada’da yer alan 11 belde belediyesi kapandı ve hepsi Bodrum Belediyesi bünyesinde toplanmak zorunda kaldı. Sizce Bodrum için doğru bir karar oldu mu?

Büyükşehir belediyesi yasasında büyükşehir olma kıstasının nüfusa dayalı bir tanımlanması yanlış, nüfusu 750 bin kişiyi geçen iller büyükşehir statüsüne girebilir diye bir şey var. 

Metropol İstanbul, Londra, Paris gibi örneklerde gördüğümüz, kesintisiz yerleşim kütleleri olduğunda farklı idari birimlerin bir üst idari birim altında birleştirilmesi ile oluşuyor.

Burada, Bodrum ile Fethiye, Cizre ile Lüleburgaz kadar farklı. Bu kararla ilçe belediyeleri de zor durumda kaldı. Burada yine çok farklı beldeler bir araya geldi: Mumcular ile Türkbükü birbirinden çok farklı. Tüm bunların yönetilebilirliği konusunda belediye zorlanıyor. Özellikle imar servisindeki organizasyon bu faktörleri göz önünde bulundurularak yapılandırılmalı.

Bakırköy’de nüfus 2 milyon ama ilçe sınırı Bodrum’un onda biri. Orada servis vermek çok kolay. Ben Gümüşlük’teyim burada çalışıyorum, buradaki kanunları biliyorum ama Yalıkavak’tan bir proje geldiğinde oranın plan notlarını çalışıyorum.

Belediye çalışanları için de aynı şey geçerli, 51 tane imar planı değişikliği varmış, bir insanın 51 tane planı notu ayrıntısını bilmesine imkan yok. Burada belediyeye yardımcı olmak gerekiyor, öneriler getirmek gerekiyor. Eleştirmek kolay.

Süper Kent Bodrum ile ilgili daha fazla bilgi ve veriye erişmek için etiketimizi inceleyebilirsiniz: https://www.arkitera.com/etiket/110/bodrum

Etiketler

4 yorum

  • cem-yildirim says:

    Ahşap konusundaki iyi niyetli yorumlarınıza çok katılmasam da insanlardan beklediğiniz duyarlılığa katılmamak mümkün değil. Siz muhakkak biliyorsunuzdur, ancak bilmeyen okuyucular vardır belki diye paylaşmak isterim: http://www.thevenusproject.com
    Örnekler çoğaltılabilir. Gelecek ile kaygılar ciddi, mimarlık/mühendislik -daha önce belirttiğiniz gibi en temel ihtiyaçlardan biri olması nedeniyle- geleceğimizi şekillendirmede önemli yer oynuyor. Bizler ise hala yarını sorgulamadan dünün yanlış öğretileri ile başarı peşinde koşuyoruz. Ancak devrim yalnızca yapı sektörü ile olursa başarılı olmaz. Beslenme kültürümüzde devrim olmalı, enerji üretimimizde devrim olmalı, ve kentleşme-yapılaşmada. Sanırım modern dünya filozoflarına bu konuda çok iş düşüyor. Ama ben inanıyorum, içinde bulunduğumuz bu hantal sistem değişecek, her ne kadar küresel üretim/tüketim mantığı aksi yönde hareket etse de kıvılcımlar yok değil.

  • celik-erengezgin says:

    Cem bey, bu konuya gösterdiğiniz ilgiye ve değerli katkınıza teşekkür ederim… Öncelikle ahşaba ilişkin birkaç açıklama yapmama izin verin.. Daha sonra, enerji üretimine, beslenmeye, kentleşmeye ve Venüs projesine dair paylaşacaklarımız olacak..

    Ahşap yapım sistemlerine dair bilgilerin toplum beleğimizden silinmesi ve yerini betonun alması 2. Dünya savaşı yıllarına isabet eder.. Evet bu işi Hitler başlattı ve beton teknolojisi onun sayesinde çok hızlı gelişti.. Çıkarmayı tasarladığı savaşın tek kazanılma çaresi idi çünkü.. Üç kara sınırına da hızla sevk edebilmeliydi tankını topunu.. Şimdiki zamanın uzay teknolojisi gibi idi beton o günün Almanya’sında.. Teknik Üniversitemize taşınması da, savaş rüzgarı ile yurdumuza gelen Yahudi asıllı bilim adamları ve Almanya’da eğitim almakta olup mecburen dönen öğrencilerimiz sayesinde oldu.. Oradaki talep, şer amaçlı idi belki, ama bence hayra dönüştü.. Otobanlar oluştu. O yüzden, beton yollara, köprülere hiçbir itirazım yok.. Ben sadece betonun tepemize çıkmasına karşı oldum.. Depremde iskambil kağıdı gibi üst üste yapışmasına ve binlerce can almasına isyan ettim. 1924’de babamın, 1957’de ağabeyimin betonarme ihtisaslı inşaat mühendisi olduğundan bahsetmiştim.. Dolayısı ile; en az altmış yıldır dinledim, izledim ve bir ömür yaşadım betonu.. Ahşaptan betona dönüş adeta, başat gözlemim oldu..

    Nefes bile alamayan bir beton duvarın, hele hele özensiz dökülen, sulanması unutulan, eksik dozajlı, belki demiri bile paslı ve hesap hataları içeren, yani ortalama bilimsel ömrünü bile tamamlayacağı şüpheli bir tavanın, yaşama hakkımıza tecavüz ettiğini düşünmekteyim.. Yani ayağımın altında; beton yol olarak, toprağın hemen üstünde; tabanımda veya bodrumda ve temelimde başımın tacı.. Ama tepemde asla !.. Tıpkı Amerika ve Kanada’da %90’ları geçen, deprem riski yüksek kentlerinde ise % 99’a varan oranlarda ve aklı başında tüm ülkelerde kullanıldığı gibi ahşap; yaşam, sağlık ve deprem güvencesidir. Bu ülkelerin hiçbirisi geri kalmış ya da aptal değil.. Çürüme ve yangın sorunu çözüleli çook oldu.. Üstelik ormanların büyümesi bile, bu teknoloji sayesinde hızlandı.. 9 kat yüksekliğinde olanı atalarımız 120 sene önce zaten inşa etmişti ve çağdaş dünyada çoktan, 40 katlılara sıra geldi bile.. O yüzden artık ahşap, en doğru ve en güvenli yapı malzemesidir dünyada..

    Ahşabın mühendisliğini ve mimarlığını bizden öğrendiklerini itiraf eden birçok yabancı mimar ve mühendise rağmen, toplum belleğimizden, anlattığım nedenlerle maalesef en az altmış yıldır, silinmiştir.. Dolayısı ile bazı tereddütleri anlıyorum, fakat bu kuşkuları başarılı örneklerle kolayca aşacağımıza da güveniyorum.. erengezgin.net sitemizde MAKALELER bölümünde 04-AHŞAP ana başlığı altındaki makalelerime göz atınız.. Atölyesinde, 45 yıl öncesi ahşabın tozunu yutan, marifetini yıllar boyu sınayan kardeşinize lütfen kulak veriniz..

    Enerji üretimi ve beslenme kaygılarınız da çok yerinde. O konuda da yine aynı bölümde, bu defa 05-YENİ YAŞAM ana başlığı altında, 2004’de yazdığım ve 2013’de revize ettiğim “05-03- Hayata Yeniden Bakmak” başlıklı 10 sayfalık makaleye göz atınız lütfen.. Orada hem enerji hem kentleşme hem de beslenme adına benzer endişeleri taşıdığımızı göreceksiniz.. Ve birçok kişinin bu konudaki samimi beklentilerine şahit olacaksınız.. Özellikle sizin de önerdiğiniz beslenme konusuna dair önerilerimiz, hasbel kader 33 yıldır yaşadığımız köyde, toprağın bize doğrudan öğrettiği bilgiler ve sınadığımız çözümlerin paylaşılmasından ibarettir..

    Evet “Enerji Mimarlığı” bir bütündür.. Ne enerjiyi ne ekolojiyi ne beslenmeyi, ne de tümüne bütüncül bir çözüm üretmesi gereken kentleşmeyi ikinci plana atabiliriz.. Bu konuya dair tüm yazılarımda, sizin de işaret ettiğiniz gibi bu dört unsurun, daima bir bütünü ayakta tutan başat faktörler olduğunu anlatmaya ve projelerimde örneklemeye çalıştım..

    Son olarak, verdiğiniz ilginç linkteki öneriler; kırk yılı aşkın süredir, zaman zaman gündeme gelen ve dünyada yaşanacak yer kalmadığı ve elimizdeki arazilerin, malzemelerin ve teknolojinin bize bir gün yetmeyeceği varsayımı ile sunulan projelerdir.. Ne yaşamsal risk dolu denizler mecburiyetimiz olacaktır, ne de ufo çağrışımlı, salt uçma eylemi dışında fonksiyonel olmayan ve psikolojik sorunlara kapı açtığı araştırma konusu olan; daima yuvarlak hatlı konutlar ve yön kaygısı olmayan, yani genelde dairesel kurgu içindeki, bol cam yüzeyli su üstü kentler… Ne güneş her yönden gelir ne de hakim rüzgar.. Varoluşun temel değerlerini dışlayan dairesel kurgu, mimarlığın temel yanlışıdır.. İyi niyetli bir yaklaşım olduğuna inansam da, yine de topraksız kalma korkusuna vardıran, ismi ile müseccel böyle bir Venüs macerasında değil, ayağı yaşadığımız dünyaya sıkıca basan dünya mecrasında, sizlerle el ele vererek çok değerli çözümler üretebileceğimize inanıyorum..

    Bu açıklamalara vesile olduğunuz için tekrar teşekkür ediyorum.. Evet, sıra filozoflarda !.. Siyasiler mi ?.. İnanın bizler, yaşam tarzımız ve taleplerimizle değişirsek, onlar mecburen değişeceklerdir.. Aslolan; güneşine ve toprağına sahip çıkan ve adaletle paylaşmasını bilen insandır.. Evet, katılıyorum. Kıvılcımlar yok değil !..

  • celik-erengezgin says:

    Gördüğünüz gibi, bu yazının imajına uygun resim olarak Arkitera tarafından Diyarbakır Güneş Evi projemiz seçilmişti. O yüzden bir küçük açıklamaya izin veriniz..

    Benim açımdan bu yapı, makalemizdeki tanım çerçevesinde, 2007’de inşa edilen ve eğitim yapısı olarak kullanılmakta olan, “adı güneş evi !” olmayı aşan, ülkemizdeki ilk örnek olmakla önemlidir.. O yüzden, tahmin edebileceğiniz gibi yapım aşamalarında, ilk olmanın tüm sancılarını da yaşamıştır.. Tromp duvarları dışardan temin edilemediğinden, sanayi çarşısında verdiğimiz detaya göre imal edilmiş, yine ilk kez uygulanan rüzgar kepçesi, venturi bacası kombinasyonu da mahallinde imal ettirilmiştir.. Yine örneğin, çatı alanından taşıyormuş gibi duran panellerin görüntüsüne takılan arkadaşlarımıza, “bunları temin edene kadar altı firmanın kapısını çaldık ve sonuncu firma sayesinde, verdikleri ölçüye de uymayan paneller Diyarbakır’a geldiğinde, artık monte etmekten başka seçeneğimiz kalmamıştı..” diye yanıt vermiştik..

    72 sponsorla bitirilebilen bu proje, iki kez AB ödülü almış ve bugüne kadar 40.000’i aşkın öğrenciye sertifikalı eğitim vererek bence görevini yapmıştır.. Bu içerikteki 90 farklı projemizin görsellerine, erengezgin.net sitemizden ulaşabilir “Enerji Mimarlığı”nın, mimarca özgürlüğü engelleyen bir dayatma olmadığını görebilirsiniz…

    Ne panelin rengine takılın ne desenine. Fotoğrafınızı bile resmederiz çatıya Evel-Allah.. Hatta çatı bile dert değil, duvarlarınız dahi üretebiliyor artık elektriği.. Yani lütfen, mevcut görselliğe aldırmayınız.. Buradaki hiçbir görüntü, mecburiyet değildir.. Malumunuzdur ki, mimarın hikmetinden sual olunmaz.. Yeter ki, sadece dış görünüşe abanıp “kendine yetmenin; bireysel özgürlüğün ve bağımsız ülke olmanın ilk şartı olduğunu” ve anahtarın bizlere teslim edildiğini unutmayalım..

  • celik-erengezgin says:

    İKLİMSEL VERİLER..

    Gelin birkaç değinme daha yapalım.. Şifresi kalmasın Enerji Mimarlığının !..

    İnsanlar kışın palto giyiyor kendisini ısıtmak için, yazın da ince şeyler giyiyor terlememek için. Yapısal mantonun yanlışı öğrenildiğinde ise, yapı ve insan sağlığı açısından iş işten geçmiş oluyor maalesef.. Mimarın görevi, kapalı ve yarı kapalı mekanlarda; kışın palto, yazın da mayo giymeden yaşam konforu elde edebilen çözümler bulmaktır.. Hatta açık mekanlarda bile asgari iklimsel konforu “yapısal çözümlerle” sağlamaktır marifeti.. Bütün sorunları makine ve elektrik mühendislerinin gayretine bırakmak değil. Çünkü onların bulacağı çözümlerin çoğu, fosil kaynaklara ya da bağımsızlığın satılması anlamındaki teknolojilerle elde edilen enerjiye bağımlı olacaktır maalesef.. Mimari çözüm ve detayın katkısı olmadıkça, geri dönüşebilen makul bir harcama ile, kendisine % 100 yetmesi mümkün olmayacaktır..

    Mimarın bilgisizliği ve kendisini çaresiz sanması, başımıza bela yapı kılıflarına bağımlı hale getirdi bizi.. Çünkü onlara öğretilmeyen buydu.. Bütün coğrafi, iklimsel ve yöresel koşullara rağmen konforlu yaşam standartlarını sağlayabilmektir mimarın görevi !.. Bir kapı dört pencere, iki oda bir salon basitliğinde değildir mimarlık.. Toprak katmanının serinliği, ya da yeraltı su kaynaklarının yaz kış değişmeyen ortalama 15 derece sıcaklıkta olması hiç bir şey çağrıştırmaz nedense.. Çünkü kombi varken, klima varken, kaça olursa olsun elektrik ya da doğal gaz varken, “mimara ne” olan bitenden ?..

    Maalesef, bizlere kullanmamız için ne verildi ise, kaynak sorgulaması bile yapmadan, olabildiğince tasarruf etmek öğretilmiştir sadece. Bu tasarrufu belli ölçeklerde becerene de madalyalar verilmektedir malum.. Yani adeta, para kazanmak önemli değil de, babadan kalan parayı tasarruflu kullanmaktır önemli olan.. Hayır, sevgili mimarım !. Sen bizzat kazanmalı ya da kazandırabilmelisin topluma… İşte enerji mimarlığının bir kısa özeti de budur. Sana gereken enerjiyi; doğru yönü, doğru malzemeyi ve doğru tasarımı kullanarak üretebilmelisin.. Bir mirasyediymişcesine, harçlık sanılandan, sadece tasarruf etmek olmamalıdır amacın.. Kerameti mimarından menkul bir kütle ve biçim arayışı uğruna, binlerce metrekare alanı kişisel tercihlere teslim etmemelisin..

    “Bir hilal uğruna Yarab ne güneşler batıyor !” cümlesi anlamlıdır. Çünkü oradaki hilal bir şekil şartı değildir.. Arkasındaki kutsal içeriğe gönderme yapmaktadır sadece.. Eğer maddi ve manevi nedenler varsa, uğruna savaş ta çıkabilir, insan da ölebilir.. Ama bir binanın mutlaka bir şeye benzemesi uğruna, yüzeylerin çarpıtılması ya da bir şekli çağrıştırmasının binaya ne kazandıracağını ve elbette ne kaybettireceğini tekrar tekrar düşünmek gerekir. Görselliklerin arkasına sığınmak üzüntü vericidir. Kafamızdaki grafiği ya da üç boyutlu bir plastiği binaya aksettirmeye çalışırken, neleri ıskaladığımızı düşünmemiz gerekir. Örneğin hangi pencereleri cephe endişesi ile açtığımızı ya da vazgeçtiğimizi gözden geçirmeliyiz. Hangi ışık gölge oyununun salt görsellik uğuruna yaratıldığını, bir cam cephenin hangi fonksiyonları zedelediğini düşünmeliyiz.. İşlevsel maksat içermeyen, birtakım harflere ya da peşinen öngörülen biçimlere benzetilmeye çalışılan binalar, bana sorarsanız, şımarıklıktır. Daha da ağırı, taammüden suç işlemektir.. Çünkü yaşam da, ona en uygun kılıfı arayan mimarlık da, şekil şartı değildir. Doğal olması gereken bir akıştır.. Hayatta kalma gayretidir. Güvenli ve konforlu koşullarının oluşturulması ve olgunlaştırılmasıdır.. Dayatma ölçülerine gitmedikçe, elbette estetik kaygıları da taşıyarak !..

Bir yanıt yazın