“Ofiste Bir Şantiye Ortamı Yaşansın, Hissedilsin İstiyorum”

GAD Vakfı'ndan Gülden Canol, eskiden otopark olan Park 19 apartmanının bir bölümünü dönüştürerek yerleştikleri yeni GAD ofisinin hikayesine dair, Gökhan Avcıoğlu ile bir söyleşi gerçekleştirdi.

Gülden Canol: Daha önceki ofislerinizden farklı olarak ilk kez, tarihi olmayan bir yapıya yerleşmeyi seçmişsiniz, bu bilinçli bir yönelim miydi?

Gökhan Avcıoğlu: Doğduğumdan beri tesadüfen ya da seçerek, klasik üslupta tasarlanmış, yüzyıllık evlerde büyüdüm, yaşadım, çalıştım. Yüksek tavanlı, şömineli, içten merdivenli, genelde de şehir müstakil evleri ya da apartman daireleriydi bunlar. Mesleki anlamda ileri düzey yapılar üstüne çalışmama rağmen hep eski binalardaki ofislerde çalıştım. İlk çalışmaya başladığım Cengiz Bektaş’ın ofisi dahil, kendi kurduğum tüm ofisler de böyleydi. Bu yapıların mekan kalitesi, detayları, yapmakta olduğumuz yeni projeler için mastar oldu. Geçen zaman içinde biriken kitaplar, maketler ve çoğalan yol arkadaşlarımızla bu ruhu tutturabildiğimize sevindik.

Bulunduğumuz mahalleden ayrılmak istemedik ve en zoru da buralarda istediğimiz kalibrede bir yer bulmaktı. Birkaç yıl süren arayış sonucu, yer üstü katları otopark olarak tasarlanan yapılar yerine araçları asansörle katlara çıkarıp indiren bir bina bulduk. Halkın aceleci yapısına çabuk servis veremediğinden sahipleri işlevini değiştirmeye karar vermiş. Tam da istediğimiz nefasete ve büyüklüğe cevap verecek potansiyele sahip bu yapı, penceresiz ve altyapısız bir ‘ruin beauty’ olarak bize göz kırptı. Okkalı, ağır strüktürüyle bizi bekliyordu.


Fotoğraf: Mustafa Nurdoğdu, 2016

Bu yapıyı nasıl dönüştürmeyi planlıyorsunuz?

Uygun noktalara pencereler takacağız. Eski binalarda acısını çektiğimiz altyapı zorluklarına elveda diyeceğiz. Araya kat ilavesine imkan veren yükselişin tadını çıkarıyoruz. Her mimarın nedense fetiş rüyası, önümüz arkamız altımız üstümüz kalıp ruhu taşıyan beton (mimar tashihiyle brüt beton)… Böylece kalmalı ama soğukluğunu da bir şekilde yumuşatmalıyız. Gelişen teknolojilerle mimarlık ofisleri için artık daha dijital altyapı gerekiyor. Üstelik benim gibi üstünde çizik olan her kağıt parçasını, yazı olan her sayfayı, her bükülmüş mukavvayı maket diye biriktiren biri için üstyapı da bir o kadar donanımlı olmalı.

Mimarlık ofisleri aslında diğer ofislerden biraz farklı; ya da bana öyle olmalı gibi geliyor. İçinde mutlaka, maketler, atölye çalışmaları yapılabilecek bir bölüm olmalı, esnek planlanmalı. Bir proje etrafında çalışırken çoğalan sayıları kaldırabilecek esneklikte olmalı. Proje üretmek tümüyle bir strateji günümüzde; bu stratejiyi üretmek için konuşmak, etrafında toplanmak, maketlerle denemek, dijital yeni yazılımlar üzerinden deneyler yapmak gerekiyor. Proje sonuçta bir öngörü, düşündüğümüz bir şeyi verilen programa yönelik uygun ihtimaller üzerinde çalışıp, simüle ediyoruz. Bu simülasyon araçları önemli. Her türlü çalışma metoduna uygunlukta fiziki yapıya sahip bir ofis yaratmak demek bu.

Bizde GAD Vakfı ve GAD iki ayrı kurum olsa da, iki yapılanma da bu ofiste bir arada yerleşik durumda. Zaman zaman vakıf ayrı bir binada olabilir diye düşündük fakat vakıfta olan ekip tarafından cazip görülmedi. Çünkü vakıf ve GAD arasındaki akışkan, sıcak ilişki olumlu anlamda bize geri dönüyor.

Stajyerlerin her bölümde zaman zaman çalışmaları oluyor. Her ne kadar kabul koşullarımız çok detaylı olsa da stajyer sayımız genelde çok yüksek oluyor. Yurtdışından, özellikle hocalarının tavsiyesi ile epey sayıda stajyer alıyoruz. Onların istihdamını da bu ofiste sağlamak bizim için önemli. 500’e yakın başvuru oluyor ve 50 civarında alım yapabiliyoruz. Staj sonunda bir sertifika alsalar da kim kimden faydalanıyor genelde o geçişler çok belirgin değil. Türkiye’deki okullardan gelen öğrenciler 4-5 hafta ile yetinseler de yurtdışından gelen öğrencilerin staj süreleri 3 ay kadar oluyor yıl boyunca.


Fotoğraf: Mustafa Nurdoğdu, 2016 

Bu ofisin en ilginç yanlarından biri sizin burada bir odanızın hatta masanızın olmaması. Sizi ofisin her yerinde görmek mümkün.

Mekanla ilgili olduğu kadar benimle de ilgili bir durum diyebilirim. Bazı mimarlarda buna benzer bir çalışma şekli var. Jean Nouvel’in, Norman Foster’ın, Zaha Hadid’in ofisi öyleydi… Galiba günümüzün dinamik çalışma şekli içerisinde ancak böylesi mümkün. Toplantı yapmak üzere bir masa etrafında buluşuyoruz fakat onun dışında daha hareketli olmak gerekiyor. Toplantıda dahi kapıyı açık tutuyoruz. Bundan çok hoşlanmayan müşterilerimiz elbette oluyor. Toplantı odasında bile rahatsız olup, özellikle benim masamda toplantı yapmak, kendilerini özel hissetmek istiyorlar. Güneş Apartmanı’ndaki ofiste benim masamın üstündeki her türlü nesne insanlara ilgi çekici geliyor örneğin. Park 19’da ise bunu tüm ofise yayabildik, ofisin her yeri aslında Güneş ofisin bir odası gibi.

Nasıl bir ihtiyaçla yeni ofis arayışınız doğdu?

Bundan 7-8 sene evvel GAD ofis New York’taydı. Ben gelip giderek o dönem yaptığımız projeleri yürütmeye çalışıyordum. Hatta burada bazı iş ortaklıkları denedim fakat hem ciddi mesafeden, hem de saat farkından dolayı başarılı olamadık. Kurguda uyumlanabilsek hiç uyumayan bir ofis haline dönebilirdik. Fakat mimari üretim o derece elden ele aktarılabilecek bir rotasyona çok müsait değil. İstanbul’da Vedat Tek’in binası Güneş Apartmanı’nı bulunca, mekana tutuldum ve ofis haline getirdim. Mekan da güzel olunca İstanbul’da kaldığım süreler uzamaya başladı. İyi bir mekan insanı içinde tutabiliyor. Mahalle, anılar, detaylarıyla burası güzel bir atmosfer. Ofisin aldığı işler çeşitlenmeye başladı, yurtdışı da devredeydi ve Narmanlı Apartmanı’nda bir daire tuttuk. Maket atölyesi de ayrı bir binaya geçti. Bu şekilde hücre hücre bölünmüşken, bu çevreden ayrılmak da istemiyorduk ve uygun büyüklükte bir bina aramaya başladık. Geçen sene Park 19’u bulduk.


Fotoğraf: Mustafa Nurdoğdu, 2016

İhtiyacın ana sebebi büyüklüktü o halde?

GAD Vakfı da olduğu için artık yerimiz bize yetmiyordu. 25 yıllık kitap, dergi, maket arşivi için ciddi bir yere ihtiyacımız vardı. Arşiv bizim için önemli, burada bir bayrak yarışı var. Eskilerin yeni gelenlere bilgileri aktarması gerekiyor, bu da ancak düzenli bir arşivle mümkün oluyor. Sadece ekranlar üzerinde bir hayat olduğunda, ekrandakinin ötesine gitmek mümkün olmuyor. Detaylı bakmak için başka araçlara ihtiyaç oluyor. Basılı malzeme ve maket bu konuda her zaman daha etkili.

GAD sadece bir ofis değil, bir anlamda kendi elemanlarını yetiştiren bir okul. Mimarlık için Türkiye’de yeterli eğitim yok. Öğrencinin kendisine çok iş düşüyor. Çok detaylı çalışmak, kaynakları doğru kullanmak gibi yönlerini biz ofiste güçlendirmeye çalışıyoruz. Mimarlık bir yandan yapı diğer yandan ise ticaret, ekonomi, finans gibi konularla açıklanamayacak ilişkiler üretiyor; hatıra üretiyor aslında. Tabi ki bu da bir arşiv gerektiriyor.

Park 19 ofisin en çekici yanı, kısa bir süre evvel bambaşka bir işlev için üretilmiş bir mekanı ofis yapısına dönüştürüp kullanıyor oluşumuz. Mekanlar aslında belli bir büyüklüğe erişince çeşitli kullanım olanakları da artıyor. Burası ev de olabilirdi. Binada uygun başka katlar da vardı, hızla tutuldu; kendimize başka alanlar çıkarmak istedik ama olamadı. Mesela ben ‘sharing office’ (paylaşımlı ofis) sistemini denemek istiyordum; yakınımızdaki fotoğrafçı, grafik tasarımcısı, web tasarımcısı, kitap tasarımcısı gibi yan mesleklerdeki sevdiğimiz isimlerle bir arada olalım, kısa zaman içerisinde bir araya gelme fırsatı bulalım istiyordum.

Daha önce mahalleye hücre evler şeklinde yayılmıştık. Biraz detoks yöntemi ile buraya taşındık; hafta hafta farklı bölümleri taşıdık. Gelirken de bazı elemelerden geçtik. Attığım her şeye şimdi üzülüyorum. Bir yandan da çok gereksiz kağıt israfı olan yayın çok. Özellikle bizim sektörde korkunç bir yayın bolluğu var. Sektörel derken inşaat, malzeme, müteahhit firmaların katalog, numune gibi ürünlerini de kastediyorum. Kaldı ki ben asla hepsine değil ama az da olsa iyi kotarılmış olanlara kıyamıyorum. Ayasofya’da, ilk bakışta birbirine hiç uyumlu görünmeyen renk ve dokuda mermerlerden oluşmuş küçük parçalı döşemeler vardır. Bize numune olarak gelen bu çok uyumsuz mermer malzemelerinden zaman zaman böyle küçük döşemeler denerim. Ancak ben atmaya üzülsem tüm bunları elimizde tutabilmek için bu ofisin iki katı yere ihtiyaç var.


Fotoğraf: Mustafa Nurdoğdu, 2016

Toplantı odamızda olabildiğince doğal halinde bırakılmış, epey ağır ve büyük bir akasya ağacı masa var. Dokusu, hareleriyle, şekilsiz halini birçok müşteri veya arkadaşımıza çizmiş olsaydık, nerede oturulur, nerede yemek yenir bilemeyecek ve şekilsiz, tanımsız bulacaklardı. Oysaki biz geldiğimizden beri denedik, herkes masanın kenarında köşesinde kendine bir yer bulabildi. Mimari biraz da böyle bir şey, deneyerek görmek gerekiyor. Ofis girişindeki pencerenin yemyeşil avluya bakışı, bize göre İstanbul’da bulabileceğimiz en güzel manzaralardan bir tanesi. İçeride kontrollü bir ışık var. Pencerelerde özellikle biraz dramatik büyüklük kullandım. Bir kişinin kolayca takabileceği 2×2’lik pencereler açtık. Bu pencerelerden gelen ışık orta alanda birleşerek tam istediğimiz aydınlatmayı veriyor. Bir iki noktada daha pencere açıklığına ihtiyacımız var, biraz zaman geçtiğinde belki onları da açabiliriz.


Fotoğraf: Mustafa Nurdoğdu, 2016

Binada çelikle güçlendirilmiş betonarme sistem var. Düğüm noktalarını Jotun’la özel bir renk çalışarak belirgin hale getirdik. Genel boyalarda da Dyo ile çalıştık. Yer döşemesi poliüretan. Malzemenin kendisi bitmiş bir malzeme olduğundan, üzerinde her türlü çalışmayı devam ettirmek mümkün. Camcılar, demirciler malzeme serildikten sonra çalıştı ve herhangi bir sorun yaşamadık. Önümüzdeki günlerde bitiş malzemelerinde değişiklikler yapacağız. Toplantı odasını ahşap parke döşemeyi planladık. Giriş bölümü bir kütüphane olacak.

Özetle biraz da bazı şeyler biz burada yaşarken yapılacak. Bu yapım aşamasının görünür olmasını da özellikle tercih ediyorum çünkü ofiste de geçici sürelerle bir şantiye ortamı yaşansın, hissedilsin istiyorum.

“Burada butik bir mimarlık okulu hayata geçirmek mümkün.”

Ne zaman tamamlandı dersiniz, ya da hiç “tamamlandı” diyecek misiniz?

Bizim içinde rahatlıkla yaşayabildiğimiz, “budur” diyebileceğimiz bir noktadayız aslında. Bundan sonra her şey olduğu gibi kalır ya da dekoratif, kozmetik katkılarla iş desteklenir ya da abartılır. Burada tüm yüzey ve dokular açıkta, bundan sonra dilediğimizi saklamak, toplamak, alta/üste alıp değiştirmek mümkün. Akustik için, toplantı odası gibi noktalarda akustik kesici elemanlar deniyoruz. Park 19 biraz bizim deneyler yaptığımız bir yer. Bu yüzden aslında ofis bitti diyemem; bitti ama meraklarımız bitmedi. Kütüphane mesela girer girmez karşılaştığınız bir alan olacak, elimizde çok fazla kitap ve maket var. Onları burada sergilemek istiyoruz. Gördüğünüz merdiven geçici bir merdiven aslında. Merdivenin şu an bulunduğu yeri çeşitli konuşmalar, toplanmalar için kullanabilmek istiyoruz. 20-30 kişilik çeşitli etkinliklerimiz oluyor. Şimdi üretici firmaları davet edip, burada çeşitli görüşmeler yapmak tüm ofisi aynı anda bilgilendirmek gibi konularda daha avantajlıyız. Müşterilerimiz, arkadaşlarımız da memnun. Çeşitli ihtiyaçlara cevap verecek mekanlarımız mevcut. Herkesin bir araya gelebildiği mutfağımız var, hatta biraz abartmışız büyüklüğünü. Bizim ofis özel günleri kutlamayı sever, artık kutlamaları orada yapabiliyoruz.

Aslında tam da bu büyüklükte bir mimarlık okulu da olabilir. Yukarıdaki 4 çalışma hücresini ayrı sınıflar olarak kullanmak mümkün. Jüriler için toplanma alanları ve sergi alanları kullanılabilir. Özetle butik bir mimarlık okulu hayata geçirmek mümkün.


Fotoğraf: Mustafa Nurdoğdu, 2016

Gördüğüm en güzel geçici merdiven.

Yeni merdiven çok daha fonksiyonel ve bir merdiven olmanın ötesinde yukarı kadar çıkan raflarla birlikte hareket eden bir bütünlüğün parçası olacak. “Formation” metoduyla oluşturduk; yani belirli bir formu yok, ihtiyaca göre her yöne hareket eden parçalardan oluşuyor. Bir tane yangın direği de var. Benim eskiden kalma kum torbam vardı, o da buraya geliyor. Stres atmak için!

“Benim için kişilerle ilişki inşa etmek, ardından bina inşa etmek geliyor”

Genel olarak günümüzdeki ofis yapılarıyla ilgili değerlendirmeniz nedir?

Çok ciddi bir değişim yaşanıyor. 21. yüzyıl başladığından beri henüz 15 yıl geçti ve geçen yüzyılın ilk 15 yılı gibi savaş çanları var; bir yandan çoğumuz barış diyoruz. Gelişmeler kesinlikle o an düşünenler ya da icra edenler tarafından değil, o zamanın içine doğanlar tarafından daha yoğun başarılabiliyor. Şu anda hepimiz dijital teknolojiyi çeşitli amaçlarla kullanıyoruz. Yardımcı hafıza, arşiv, oyun oynamak gibi… İleride ise düşünce aracı olarak kullanılacağını düşünüyorum. Bizler hala eski hafıza ve eski tecrübelerimizi kullanıyoruz ama bu zamanın içine doğanlar ileride çok ciddi fark yaratacak. Genel olarak yakın zamanda mimari ofisler de uzun soluklu tutulmayabilir, hatta paylaşılabilir. Esneyebilen, büyüyüp, küçülebilen yapıda olabilirler.

Avrupa’da, 2. Viyana Kuşatması’ndan sonra bütün duvarlar ve kaleler yıkıldı ve bütün şehirler birbirine bağlanmaya başladı. Daha evvel şehirler birbirinden kopuktu. Fakat derebeylik sistemi uzun süre etkin oldu ve köy/ kasaba/küçük şehir/baş şehir gibi sistemlerle hareket edildi. Avrupa’da büyük şehirler yerine küçük ve orta büyüklükte kasabalar, köyler vardır. Amerika’da da büyük şehirler ve küçük şehir yani tarım ve endüstri bir arada yürüdü. Avrupa mevcut düzenini, yapısını terk etmeden hareket etti; Amerika’da ise her şey yeniden inşa edildi. Türkiye’deki şehirler ise uzun süre değişmediler. Türkiye bir anda tarımdan sanayiye geçmeye karar verdi ve sanayi geçmişe ait tüm izleri yok etti. Değişim çok hızlı ve büyük yaşandı, kurunun yanında yaş da yandı, izler, hatıralar, hafızalar kayboldu. Tek bir ulus olmaya çalışırken, aradaki güzel nüanslar kaybedildi. Mimariyi konuşana kadar sosyal anlamda kabul etmemiz ve konuşmamız gereken çok konu var. Bunları konuşmak, tartışmak istemiyorlar. ‘Bina yapalım’ tamam da bina geçmişi olan, tecrübeye dayanan bir iş. Bugünün mimarlarının konuştuğu, mimarlık basınında çok öne çıkan klanların söylemlerinin çoğunluğu ‘gimmick’lere dayalı, ‘gimmick’ler üzerinden hareket edince netice çok da uzun soluklu olmuyor. Mesela postmodernizm bir şey olmaya çalıştı, ‘gimmick’ler üzerine hareket etti; tıpkı modernizm gibi… Modernizm de yeterli alan ve yeterli mekanlar üzerinde söylem üretti. Ama her ikisi de alan kaybetti. Şimdi ise görüyoruz ki mimarinin yerçekimiyle, sosyal ilişkilerle çok kuvvetli bağı var. Bu bağ koptuğunda, ‘her şey yepyeni’ dendiğinde bu iş yürümüyor. Bir yapıdan konuşabilmemiz için 25 yıl geçmesi lazım ki görelim; “bina bize nasıl bir etki yaptı, yordu mu, üzdü mü?” Her yaptığımız şey, arkasındaki perspektifi kapatıyor, ışık değişiyor, rüzgar değişiyor, ilişkilerimiz değişiyor. Tüm bunların iyi ya da kötü olduğunu anlayabilmemiz için çeyrek yüzyıl geçmesi gerekiyor. Çok çabuk, derinleştirmeden ve detaylandırmadan hareket ediliyor. Hep söylüyorum, çok fazla ‘junk’ bina üredi.

Günümüzde hem mimarlık ofislerinde hem de dünyadaki bütün çalışma alanlarında durum değişiyor. Bizimle çalışan arkadaşlarımızın bir kısmı çalışmalarını evde, seyahat sırasında ya da şantiyede de sürdürüyorlar. Yani, yarı mobil bir durum söz konusu. Tüm bunları yapmak için enerjiye, mali bir portreye ihtiyacımız var. Bu portrenin, zamanın ve emeğin kontrol edilmesi, tasarruf edilmesi gerekiyor. Bazen bana sormadıkları için anlamsız bir konunun günlerce havada asılı bir soru olarak kaldığını görüyoruz. Fakat şimdi ilişkiler bağlamında ben ofis içinde daha görünür hale gelmeye çalışıyorum. Ben yanından geçerken soru soran ama ben geçmesem sormayacak insanlar var. Ben de devamlı yanlarından geçiyorum ki mutlaka soruları vardır ve cevaplayabileyim diye.


Fotoğraf: Mustafa Nurdoğdu, 2016

“No space, no time” gibi bir zaman dilimindeyiz ve ofislerin nerede olduğunun çok da bir önemi yok. Benim için kişilerle ilişki inşa etmek, ardından bina inşa etmek geliyor. İlişkiyi inşa edemeyince, bina da inşa edilemiyor. Dolayısıyla biz bu ilişkileri geliştirebileceğimiz, müşterilerimizle daha çok sohbet edebileceğimiz bir yer haline getirmek istiyoruz ofisi. Toplantıları mümkün olduğunca ofiste yapmaya çalışıyorum çünkü burada gösterebileceğimiz kaynak çok. Şantiyeye geçtikten sonra ise toplantı binanın kendisinde olmalı. O zaman da ofiste toplanmanın bir alemi kalmıyor. Esas üretici mekan mimarlık ofisi ile şantiyenin kendisidir. Bu ofiste hem fiziksel hem de zihinsel olarak toparlandık; ne yapıyoruz, neredeyiz, neler yapmışız ve ne yapmak istiyoruz, tüm bunları düşünüyoruz, cevaplar arıyoruz.

Etiketler

Bir yanıt yazın