Tiyatrocu Levent Üzümcü ile kenti ve kente dair pek çok konuyu konuştuk.
Tiyatro oyuncusu Levent Üzümcü ile şehri, güncel kent meselelerini konuşmak üzere buluştuk. Keyifli sohbetimizde yeşil alanlardan ulaşım projelerine, ulaşım projelerinden kültür-sanat faaliyetlerine kadar pek çok konu yer aldı. “Merkezde insanın olmadığı yatırımlar, projeler bizi bugünlere getirdi” diyen Üzümcü, AKM ile ilgili olarak da: “Kendi tabanlarının buna ihtiyacı olmadığını düşünüyorlar. Siyasete günlük bakıyorlar. ‘Arkadaş ben baleye, operaya gitmiyorum, tiyatroya da gitmiyorum. Eee ben gitmiyorsam bunları kapatayım’ diye düşünüyorlar. Şunun farkına varamıyor insan; sen bunları istemiyor olabilirsin ama belki kızının torunu balerin olacak. Çok uzun bir zamandan bahsediyorum. Belki opera sanatçısı olacak. Bugünden o çocukların geleceğine nasıl ipotek koyarsın?” dedi.
Levent Üzümcü: Genellikle sağ iktidarlar görünür şeyler; köprüler, yollar, barajlar yapmak isterler. Bunlar şehirlerin ihtiyacı olan şeylerdir. Ancak insanlar şehir planlaması yaparken merkeze neyi koyacaklarını bazen kaçırırlar. Merkezde insanın olmadığı yatırımlar, projeler bizi bugünlere getirdi. Metrobüsün ne kadar hızlı yapıldığını hatırlıyoruz. Yerin altından olmamasına rağmen zor bir projeydi; bir yandan çalışmalar yapılırken trafik de aktı. Finalde elimizde arabasız, beş dakikada karşıya geçebileceğimiz bir proje kaldı. İnanılmaz bir iş, ben bunu kötüleyemem. Bu kadar yol ve trafik kolaylaşsın diye yapıldı. Ancak sanatla ilgili bir sıkıntı var. Bu yollar böyle yapılınca dediler ki: “Sanatı halkın ayağına götürelim”. Bu bir hizmet. Belediyenin, hükümetin sponsor olduğu sanat kurumlarından bahsediyorum. Biz bunlara “ödenekli tiyatrolar” diyoruz. “Gaziosmanpaşa’da oturan birisi oradan Fatih’e tiyatroya gitmesin, biz Gaziosmanpaşa’ya sahne açalım” denildi. Bu yapıldı ama olmadı. Sanat kurumlarını halkın ayağına götürme fikri tutmadı.
Merkezine insanı koymadığında, mantığı koymadığında dengesizlik ortaya çıkıyor. Sen bütün yolları Taksim’e çıkarıyorsun ama halk burada tiyatroya gitmiyor -bilmem neden- diye Gaziosmanpaşa’ya tiyatro götürüyorsun. Ben oraya tiyatro açılmasın demiyorum ama Taksim’e oranlarsak çok daha yeni kurulmuş bir yer. Tiyatro alışkanlık ve istekle olan bir şeydir, mücadele edeceksin, basıp gideceksin tiyatroya. Bir de tiyatroda da e-bilet uygulaması var. Eskiden tiyatro kapılarında kuyrukların fotoğrafları vardı. Şimdi örneğin Ümraniye’de oyun dolu görünüyor, oyuncular hazırlanıyor. Bir çıkıyorlar salonun 3’te 1’i, 4’te 1’i ancak dolmuş. Biletler internetten satılmış, bileti almak için çaba sarf etmeyen insan, mücadele etmeyen insan oyuna gelmeyebiliyor.
Maltepe’nin sırtlarında büyük sitelerin yapıldığı yerler var. Onların arkası otokros yapılacak kadar orman. Sahilde ise deniz doldurularak bir alan yapıldı. O dolgu alanı parkmış, park ihtiyacı oradan giderilecekmiş ve o ormanlar da TOKİ’ye satılmış. Bunlar çok düzeysiz hareketler, bunları eleştirince vatan haini ilan edilmek de çok düzeysiz. Orman diyorsun “üç-beş ağaç” diye başlıyorlar… Yöneticilerin ve onların şakşakçılarının iyice kafaları gitmiş. Orman senin de ormanın be kardeşim. “Türkiye şaha kalktı, ilerliyordu önünde engel sizsiniz” diyorlar. Cumhuriyet tarihinden 2002 yılına kadar Türkiye’nin büyüme hızı 5,1, son 12 yıldır büyüme hızı da 5,1.
Japon yönetmenin videosunu izledim ve paylaştım. Vatan haini işte… Uzaktan vatan haini. Başbakan nükleer için ilk zamanlarda tarihe geçecek bir açıklama yapmıştı: “Tüpgaz da patlıyor” demişti. Bir evde tüp gaz patlasa evdekilerin ölme ihtimali vardır. Sokağın öteki tarafında olan adamın ölme ihtimali var mı? Bir nükleer enerji kaynağı patladığında komşu ülkelerdeki insanlar ölüyorlar. Gencecik insanlar Karadeniz’de neden ölüyorlar? Ufka baktığında görülemeyecek kadar uzakta bir yerde, hiç bilmedikleri, hayatları boyunca gitmeyecekleri bir yerde nükleer bir tesis patladığı için ölüyorlar. Bunun sınırı yok ki. Paylaştığımız gökyüzü bizi birleştiriyor, onu kirletirsen ne yapacaksın?
Çok basit, istemiyorlar. Yalan söylüyorlar. Kendi tabanlarının buna ihtiyacı olmadığını düşünüyorlar. Siyasete günlük bakıyorlar. “Arkadaş ben baleye, operaya gitmiyorum, tiyatroya da gitmiyorum. Eee ben gitmiyorsam bunları kapatayım” diye düşünüyorlar. Şunu farkına varamıyor insan; sen bunları istemiyor olabilirsin ama belki kızının torunu balerin olacak. Çok uzun bir zamandan bahsediyorum. Belki opera sanatçısı olacak. Bugünden o çocukların geleceğine nasıl ipotek koyarsın? “Ars longa vita brevis” diye Latince bir tanım var. “Hayat kısa sanat uzun” demektir. Yani 20-30 yıllık tiranlık hayatın boyunca dünyanın tek gerçeğini yaşadığın 30 yıl zannetmek çok acı bir şey. Kendilerini milat olarak gösteriyorlar. En büyük başarıları da bu. En son 1946 seçimlerinde başa gelmiş olan CHP, cumhuriyet tarihindeki bütün problemlerin kaynağı olarak gösteriliyor. 1950’lerde doğmuş, hiç CHP iktidarı görmemiş ama diyor ki hayatta oyumu CHP’ye atmam. Bu sağ politikaların Türkiye’de ulaştığı en büyük başarıdır. Bu hayatı boyunca hiç kereviz yememiş bir adamın kerevizden nefret etmesine benziyor.
Fotoğraflar: Can Erok
Çok acıklı bir örnek vereyim. 17 Aralık’tan sonra ortalık yıkıldı. Bazı ses kayıtlarını dinlerken utandık. İhaleye fesat karışıyor, gözümüzün önünde anayasal suç işleniyor. Hepsini de reddettiler. En sonunculardan bir tanesi de Makara-Bakaraydı. Geçen hafta bir gazetede yazar olan arkadaşımız “Ben Egemen Bağış’ın o partide olmasını içime sindiremiyorum, istifa etsin” demiş. Belgelere göre en az rüşvet yemiş gözüken Egemen Bağış. Aslında kadın Egemen Bağış’ın istifasını isteyerek bütün tapelerin gerçek olduğunu ve sadece kendisinin önemsediği şeyin Bakara-Makara olduğunu söylüyor. Birilerinin gelip ülkeyi soymasını değil, vatanın toprağını babasının malıymış gibi pazarlayarak bunun üzerinden yüzde almasını değil, şu garibanın ettiği Bakara-Makarayı hazmedemiyor. Her şeyi kabul ediyorsun, önemsemiyorsun öyle mi, bir tek önemli olan bu öyle mi?
Turneler dolayısıyla Türkiye’nin birçok yerini gezdim. İsmi tiyatroyla anılamayacak düzeyde illeri de gördüm tiyatro yoluyla. Bu toprakların içinde yaşayan insanların –günümüzde-, bizim yarattığımız şehirlerin çok fazla bir karakteri yok. Karadeniz sahil yolundan geçerseniz sol tarafınızda deniz, sağ tarafınızda evler vardır. Deniz ile sahilin bağlantısı sahil yolu nedeniyle kopmuştur. Orada karasal iklimde yaşıyor gibidir o evlerde yaşayanlar. O evlere baksan ve birine sorsan bu evleri yapan insanlar hangi mesleği yapamaz desen herhalde “mimarlık, mühendislik” derler.
Biz hiçbir şey üretmeyen bir ülkeyiz. En büyük üreticimizi de otelini Gezi’de kapatmadığı için karşısına aldı iktidar. Biz garip şeylerle övünüyoruz. Avrupa’nın en büyük PVC üreticisiyiz deyince gururlanıyoruz. Neden Avrupa’da sana rakip olan kimse yok? Çünkü PVC Avrupa’da zehirli olduğu için yasaklandı. Rant bu, bunun belediyeciliği, particiliği yok. Değer yaratıyor, yarattığı değeri, Bağdat Caddesi’ne, Nişantaşı’na yayıyor. Şehri büyütüyor, fiyatlar ikiye katlanıyor ve ekonomi büyüdü diye algılanan şey bu.
İstersen Boğaz’ın tümünün üstüne beton dök. Trafiği çözebiliyor musun? Yapılacak üçüncü köprü ile uzmanlar trafiğin rahatlamasının yedi dakika olduğunu söyledi. Üçüncü köprü yapıldığında İstanbul trafiği geçici olarak yedi dakika rahatlayacak sadece. Trafik sorunu çok büyük bir sorun ve yerin üzerine yol yaparak bu iş çözülmüyor. Çözülmediği çok net. Hala bunda ısrar ediliyor olmasını çok acıklı görüyorum. Londra, Moskova metroları ile ilgili haritaları gördüğümüz zaman ne kadar acıklı bir durumda olduğumuz ortaya çıkıyor. Metrolarını sanat eserleri gibi yapmışlar, insanlar gidip orada fotoğraf çekiliyor. Londra metrosundaki uyarı levhalarından tişört yapılıyor ve satılıyor. Berlin’de karşıdan karşıya geçen yeşil adam şapkalıdır. Gördüğünde biliyorsun ki Berlin.
Berlin’de ikinci dünya savaşı sonucunda Komünizm ve Kapitalizm faşizmin kalesini ortadan ikiye böldü. Bu bölünmüşlük içerisinde Berlin şehrini de böldüler. Sonra Komünizm kendi halkını Kapitalizmden korumak için araya duvar ördü. Duvar örüldükten sonra 1989 yılında duvar yıkıldı. Berlin’de o duvarın parçalarını satıyorlar şuan. Bir sistem kendini başka bir sistemden korumak için araya bir duvar ördü, kendini koruyamadığı gibi o sistem diğer sistemin ördüğü duvarı kırdı ve parçalarını satıyor. Dünyanın genel hikâyesi de bu.
Avrupa’nın sağcıları burada olduğu gibi sol partilere oy atmıyor, solcuları da sağ partilere oy atmıyor genellikle. 1930’lar Almanyası’ndan ya da İtalyası’ndan bahsetmezsek dengedeler. Yapılan araştırma sonucunda bütün insanlardan, ırklardan, görüşlerden oy almış tek partiyi buluyorlar: Yeşiller Partisi. Çok ilginç bir sonuç bu. Gezi’de de yapılan galiba buydu. Araştırma yapmaya gerek yok. Bir ateistin şemsiye ile namaz kılana destek olması da bunu gösteriyor. Her ne kadar “vatan haini” de olsalar bu insanları bir araya getiren şey ağaçlardır (gülüyor).
Köşe yazarlığından hayat geçindiren bir insan değilim. Söylemek istediğim şeyler var. Bunun doğru yolu da gazete. Ama insanları suçsuz yere işten çıkarmış, yazdığı yazı nedeniyle insanların işlerine son vermiş gazetelerde de yazmam yani. Bu ne gazetesi olursa olsun. Adamın işine son vermiş beni çağırıyor, yazmam ben orada. Sonra ben o arkadaşımın yüzüne nasıl bakacağım?
Bu iş siyasete girerek düzeltilebilecek bir şey değil. Ben 16 ay askerlik yaptım. Türk ordusunu düzeltebileceğim hissine kapıldım (gülüyor). Aksaklıkların hepsini görüyorum, düzeltebilirim dedim. Bazen insan böyle hissiyata kapılıyor.