Mamut Art Project'in çağrısına katılıp seçkiye giren sanatçıların işleri bu hafta sonu KüçükÇiftlik Park'ta sergileniyor olacak. Genç sanatçıların üretimlerini merak edenlerin ilgisine sunan sergiden üç sanatçıyla kısa bir soru-cevap serisi hazırladık.
Fotoğraf: Emir Uzun
26-29 Nisan tarihleri arasında görülebilecek Mamut Art Project, 25 Nisan’da KüçükÇiftlik Park’ta basın ön gösterimine açıldı. Her yıl belirlenen bir jüri tarafından, açık çağrıya yapılan başvurular arasından seçilen işleri bir araya getiren sergide bu sene 50 sanatçının işleri sergileniyor. Serginin, farklı disiplinlerden genç sanatçıların dünyaya bakışını ve neler ürettiğini merak eden izleyici için iyi bir gezinti olduğunu düşünüyorum.
Hangar benzeri dev yapının çatısı altında toplanan sergi kutucukları, sanat fuarlarında olduğu gibi galerilere ayırılmış değil, yani galerileri tarafından temsil edilen sanatçıların olduğu bir sergi gezmiyorsunuz (işleri sergilenen sanatçılar ile Mamut Art Project arasında nasıl bir anlaşma olduğunu ise bilemiyorum). Seçilen işleri hem ifade hem malzeme çeşitliliği açısından etkileyici bulduğumu söyleyebilirim; videonun, yerleştirmenin ve fotoğrafın kullanıldığı işler kadar, resim ve heykeller de günümüz seyircisiyle konuşan bir dile sahip.
Seçkide, soyut bir kavram olarak mekâna, somutlaştığında ise odaya, cepheye, şehre, betona (ve oradan ülkeye) bakan işler var. Çoğunluğu şehirde yaşayan sanatçıların bazıları, oda ölçeğinden ülke ölçeğine kadar genişleyen bir aralıkta, çok farklı bağlamlarda deneyimledikleri mekânlara dair pozisyon alıyor. Bu manada -yazının başlığında soru cümlesine dönüşen bir iddia olarak- sergi dahilindeki bazı sanatçıların mekana dair önemli bir takım bilgi ve sezgi ürettiği söylenebilir. Biz de seçkiye dahil olan; şehre ve kırsala bakan işler üreten üç sanatçı, Ayşe Yıldırım, Bekir Dindar ve Ali Demirtaş ile kısa birer soru-cevap seansı yaptık.
Fotoğraf: Burcu Bilgiç
Burcu Bilgiç: İşlerinde, bakışın üzerinde durmayı pek tercih etmediği mimari elemanlardan detaylar çekip, başka bir bağlamda seyre açıyorsun. Bunun öncelikle formal bir arayış olduğunu söylenebilir mi?
Ayşe Yıldırım: Evet, öyle de diyebiliriz. Çalışmalarımda boşluk ve doluluk kavramlarını nasıl ifade edebilirimden yola çıkarak, bütünden çekip aldığım parçaların yüzey üzerindeki biçim-renk arayışını sürece dahil ettim.
Ayşe Yıldırım, İsimsiz, Tuval üzerine akrilik, 100x70cm, 2015
Burcu: Formal bir arayışın yanında mimariye ve şehre dair bir histen besleniyor musun? Gündelik hayattaki, şehirdeki deneyiminin yansıması var mı işlerinde?
Ayşe: Şehir ve mimari anlatımda kullandığım bir araç. Birbiri ardına dizilmiş binalar, kasvetli ve tekdüze mimari bana aksini düşünmem için fikir veriyor. Bu karmaşayı nasıl yalın bir dile dönüştürebilirim, onu anlatmak istediğimle nasıl örtüştürebilirim diyerek mimari öğelerden faydalanıyorum. Kaçışı, minimalize ettiğim yapılar ve boşluk üzerinden dile getiriyorum.
Ayşe Yıldırım, İsimsiz, Tuval üzerine akrilik, 70x100cm, 2016
Burcu: 80 doğumluların aşina olduğu, benzer kaplama malzemelerinin kullanıldığı gri cepheler; binanın işlevine ve mekana gönderme yapmayan yüzeyler ve gökyüzü… Bu yüzeyler seni neden cezbediyor? Nasıl bir ilişkisi var cephelerle gökyüzünün?
Ayşe: Onlar sadece yüzeyi dolduran imajlar. Metaforik bir karşılığı var. Birbiriyle zıt ama bir o kadar dengede. Size gökyüzünü andıran şey aslında tuval üzerinde yaratmış olduğum bir renk-ton uyumu veya sınırsız ve derin bir imge. Boşluğu doldurmak size kalmış.
Fotoğraf: Burcu Bilgiç
Özüm İtez: Biraz kişisel bir proje olan “Karabiga” isimli fotoğraf/belgesel çalışmanızdan bahseder misiniz, nasıl başladınız, neleri amaçlıyordunuz?
Bekir Dindar: Karabiga, ailemin uzun zamandır yazlarını geçirdiği benim de daha çok çocukluk anılarımda kalan sessiz, yemyeşil ve güzel koyları olan bir balıkçı kasabası. Uzun yıllardır gitmiyordum ancak 6-7 yıl önce termik santral söylentilerinin çıkması üzerine tekrardan gidip gelmeye başladım. Son dört yıldır, termik santral inşası ve hukuk sürecini yakından takip ettiğim bölgedeki değişimi ve ileride kaybolacağına inandığım şu an ki Karabigayı fotoğraflıyorum.
Bölge halkının mücadeleleri ile yapımı ancak birkaç yıl ertelenen santralin haricinde, Karabiga kıyılarına 3 tane, Güney Marmara kıyılarına ise 10’dan fazla santral yapılması planlanıyor. Bazı şeylerin oluşuna engel olunamasa da geciktirilebilir, daha sıkı denetlenebilir ya da ilerisi için planlanan adet ve etki azaltılabilir diye düşünüyorum.
Bekir Dindar, Karabiga serisinden, Fine art baskı, 50x70cm, 2017
Özüm: Özellikle bu proje söz konusu olduğunda, fotoğraf çekmeye başlamadan ne gibi bir hazırlık/araştırma süreciniz oldu?
Bekir: Genelde benzer projelerde yüzeysel bir araştırma ve okumalar yapıp bölgeyi olabildiğince yürümeye çalışırım. İlk izlenimlerin ve şaşkınlığın etkisiyle çektiğim fotoğrafların, bu tür konuları anlatmada daha doğru sonuçlar verdiğini, konuyla ilgili direkt izlenimler aktardığını düşünüyorum. Sonrasında bölgeyle, termikle ilgili araştırmalar yapıp “Neden Karabiga?”, “Neden bu kıyı?” soruları üzerine yoğunlaşarak, doğru bilgi edineceğim, farklı statülerde insanları aradım ve ulaştım.
Bekir Dindar, Karabiga serisinden, Fine art baskı, 50x70cm, 2017
Özüm: Sahada neler ile karşılaşmayı umuyordunuz ve neler buldunuz?
Bekir: Karabiga yavaş yaşayan ve bundan yüz yıl sonra bile gitsem aynı bulacağımı düşündüğüm bir yerdi. Kabullenmek, belki de bu sebepten, çok zor olabiliyor. Doğal plaj olarak kullanılan eşsiz güzellikte koyları vardır. Yıllardır gittiğim bu koylardan birinin yolu üzerine bir gün kumdan bir tepe yapıldığını, geçişin kapandığını ve bu koya bir santralin yapılacağını öğrendim. Ardından geçen süreçte bu koyda kocaman bir tepe yerle bir edildi ve denizde büyük bir kısım dolduruldu. Belirli aralıklarla doğadaki değişimleri ve yaşayan insanların tepkilerini görüşerek takip ettim. Başlarda bölge sakinlerinden yoğun bir karşı duruş vardı, ancak zamanla mecburi bir kabullenişe dönüştü. Karabiga’ da en az doğa kadar insanlar da değişiyorlar. Bir kısmı santralde çalışıyor, bir kısmı ise hala, arazilerinden izinsiz geçen yollar ve direkler için santrali yapan firma ile hukuk mücadelesi içinde. Balıkçıların santralin yapımıyla değiştirdiğini söyledikleri akıntılar sonucu avlanmadaki sıkıntıları, nesli tükenmekte olan Akdeniz foklarının tehlike altında oluşu, 2.500 yıllık Priapos antik kentinin surlarına santralin dayanması ve bölgeye santral inşasında çalışmak üzere gelen 3 bin Çinli işçi bulunması bu küçük kasaba için ciddi değişimlerdi.
Özüm: Statik imgelerden oluşan fotoğrafların anı belgeleme gücü, -belki sergileme eylemi sayesinde- ekolojik mücadelenin aktif bir katmanı haline dönüştüğünü vurguluyorsunuz. Fotoğrafın bu etkin kullanımı konusunda sizi etkilemiş akımlar veya kişiler var
Bekir: Özellikle Cem Ersavcı’nın “Dışarısı” ve Kuzey Ormanlarındaki çalışmaları, Victoria Sambunaris Teksas’ta petrol bölgelerindeki fotoğrafları, Elena Chernyshova’nın Norilsk kareleri ve George Georgiou ‘nun Fault Lines: Turkey/East/West serisi.
Fotoğraf: Burcu Bilgiç
Tülay Aydın: Öncelikle “Çelenk” serinizin konusundan biraz bahsedebilir misiniz?
Ali Demirtaş: Çelenk’in konusu: beton duvarlar üzerinde, asfalt yollar kenarında bir avuntu olarak yerleştirilmiş botanik unsurlar… Trafikte maruz kaldığımız uzun bekleyişler ile o sıkışmışlığın kendine has atmosferi, bu süslerle bütünleşiyor. Dikey bahçelerin gri betonları süslemesinin yanında, subliminal olarak, kesip üzerine asfalt döktüğümüz ormanların eksikliğini teselli etmesi amaçlanıyor. Ama olsa olsa samimiyetsiz bir cenaze çelengi gibi eğreti bir şekilde öylece kenarda duruyorlar.
Ali Demirtaş, Çelenk serisi, dijital baskı, 20×20 cm, 2017
Tülay: Çalışmalarınız ile sanal gerçeklik faktörünü buluşturma süreciniz nasıl gelişti, “Çelenk” düşünce ve teknik anlamda ne gibi hazırlık aşamalarından geçti?
Ali: Dikey bahçeleri; cenazeye teselli amaçlı getirilen çelenkler ile eşleştirme fikri, görsellerin tekniğini beraberinde getirdi. Uzun bir süre panoramik yol görüntüleri içerisinde gezinerek, büyük bir arşiv oluşturdum. Bu görüntüler ile bütün bir trafik atmosferini; araçsız, insansız, yalın bir şekilde görselleştirmeye başladım. Bir yandan “Çelenk” bütün kurgusuyla kafamda şekillenirken, hali hazırda denemeler yaptığım sanal gerçeklikle uyumlu olacağını düşündüm. Ve serinin görsellerini oluştururken, bu görselleştirdiğim atmosferlere izleyiciyi yerleştirme fikri beni oldukça cezbetti.
Ali Demirtaş, Çelenk serisi, dijital baskı, 20×20 cm, 2017
Tülay: Önceki çalışmalarınıza baktığımız zaman bu çalışmanız, “Refüj-i” çalışmanızın devamı niteliğinde aslında. İki çalışmanın da temelinde İstanbullunun kentsel mekanı deneyimlerken içinde bulunduğu çaresizliği anlatma kaygısı var. Bu konuları çalışmalarınızda işleme hikayenizden bahsedebilir misiniz?
Ali: Kişisel olarak kent ögelerine yaklaşımım politik bir bakış içeriyor. “Bu neden böyle?” diye sorguladığım her ögenin arkasından, büyük bir çarpıklık zinciri ortaya çıkıyor. Ayrıca şehir bölge planlama doktrinine sahip yakın çevrem, kent ögelerine akademik yaklaşmamı sağlıyor. Bir yerlerinden yakaladığım bu çarpıklıkları, anlatma ihtiyacı duyuyorum.
Bu anlatma kaygısı, tespit ile başlıyor, belirli bir irdelemeden sonra kavramsal olarak konu iyice şekillenerek görselleştirme ve sunumla tamamlanıyor. Refüj-i, fark ettiğiniz gibi temel olarak pasif yeşil alanların çaresizlik sonucu rekreasyon amacıyla kullanılmasına dayanıyor, proje halen devam etmekte. Çelenk, Refüj-i’den sonra başlamama rağmen, daha önce tamamladığım bir çalışma oldu. Çelenk’teki sanal gerçekliğin rolü çalışmanın kafamda tamamlanmasını kolaylaştırdı.