TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi ile Ankara'da yerel yönetim ve mimarlık üzere konuştuk.
Kentsel muhalefetin en önemli aktörlerinden TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi yıllardır Ankara Belediyesi ile sürdürdüğü mücadele ile gündeme konu oluyor. Özellikle yerel yönetimin son 11 yıldır sürdürdüğü, iktidar güdümlü projelere karşı açtıkları davalar, yaptıkları basın açıklamaları ile sıksık gündeme gelen Oda yönetiminin kentin temel sorunlarına karşı tutumu Ankara’yı anlamak adına büyük önem taşıyor.
TMMOB Mimarlar Odası Ankara Genel Sekreteri Tezcan Karakuş Candan ve TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şube Yönetim Kurulu Üyesi Bülent Batuman ile yaptığımız söyleşimizde kentsel mekanı ve mekanda iktidar ilişkilerini, modern mimarlık mirasının bilinçli bir kimlik oluşturma pahasına yıkımı gibi konuları konuştuk! Keyifli okumalar!
Tezcan Karakuş Candan: Plansız şekilde büyüyen bir Başkentle karşı karşıyayız, bu plansızlık süreci ile gelen ulaşım sorunu, plan tadilatları ile kontrolsüz ve plansız büyüme bence Ankara’nın en büyük sorunu. Başkentin kimliğini değiştirilmesi içinin boşaltılması, kültürel ve sosyal yaşam açısından yoksunlaşması, Cumhuriyet Dönemi mimari mirasının kaybı da söz konusu.
Bülent Batuman: Evet. Kesinlikle. Bu Büyükşehir Belediyesi Başkanı’nın kişiliğiyle de ilgili… İstanbul’la küçük bir karşılaştırma yapacak olursak, oradaki baskı, rant baskısı çok daha büyük ve uluslararası nitelikte. Ama doğrusu, oradaki belediye başkanının zaman zaman arayı bulmayı çalıştığını söylemek mümkün. Yani bunun da sınırlı olduğunu söylemek zorundayım. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı gerilimden beslenen biri.
2004 yerel seçimlerinden sonra büyük bir dönüşüm başladı Ankara’da. Geçmişte, Refah Partili ya da Fazilet Partili belediye başkanlarının yönettiği belediyeler vardı. Ama 2002’de genel seçimleri AKP’nin kazanmasıyla birlikte başkasıyla istişare etmeye gerek duymayan bir yerel yönetim anlayışı oluşmaya başladı. Bunun ilk operasyonel aracı “kentsel dönüşüm” oldu. Mevzuatının temelleri 2005-2006’da atıldı. TOKİ’nin yetkilerinin artırılması vs. derken kentsel mekan üzerinden hem sermaye birikimi oluşturmak hem de kentsel yönetim aracılığıyla kentsel yaşamı organize etmek yönünde girişimler ortaya çıktı.
Kentsel dönüşüm projeleri 2004’ten sonra hem gecekondu alanlarında hem de kent merkezinde başladı. İlk örneklerden biri Kuzey Ankara Girişi oldu. Aslında proje çok barışcıl başlamıştı. Büyükşehir yayınlarında gecekonduların nasıl mutlu yıkıldığının fotoğrafları yayınlandı. Tabi ileriki yıllarda rantın çok daha fazla olduğu yerlerde gecekondu sahiplerine verilen haklar çok daha azaldı. Özellikle Dikmen’de ve Mamak’ta iş sosyal çatışmaya dönüşmeye başladı. Öbür taraftan kent merkezlerinde, Ulus ve Kızılay gibi yerlere çılgın projeler üretildi; Güvenpark’ın altını otopark yapmak gibi…
Ama burada yerel yönetimin en çok uyguladığı yöntem emrivaki uygulamak. Projenin üzerinde dava varsa bile o esnada üstgeçidi vs. yi yapmak, yıkacağı yeri yıkmak. Başaramadığı yerde de yani davayı kaybettiği yerde de o alanı çökmeye bırakıyor. Bunu Kızılay’da yapıyor örneğin.
TKC: Bence başkentin en önemli sorunu Başkent olamaması. Başkent kimliğinin olamaması. Kentlerin gelişimi artık finans üzerinden şekillendiği için, ve şimdi tüm bankalar vs İstanbul’a taşındığı için, kentin giderek içinin boşaltılması sorunu var. Hem kültürel hem sosyal açıdan, hemde finans açısından başkent gibi değiliz…
Başkenti tek hatırlatan idari yönetimin burada olması. Avrupa’da başkenti hissedersiniz, yaşarsınız, meydanlarıyla, fiziksel düzenlemeleriyle… Bunun tabi bir miktar ideolojik olduğunu da söyleyebiliriz. Özellikle mimarlık ve mekansal düzenleme ile bir baskılanma süreci yaşanıyor Ankara’da. Cumhuriyet’in Başkenti olması, rejime karşı öfkeleri Cumhuriyet’in kurucu mekanı olarak Ankara çekiyor. Cumhuriyet Dönemi mimari mirası yok ediliyor, Atatürk Bulvarı üzerindeki cepheler değiştiriliyor, bir Selçuklu-Osmanlı tarzı mimari zorunlu olarak yaşantımıza giriyor, ki bu müdaheleler özellikle Cumhuriyet Dönemi’nin çok önemli mekansal alanlarında yapılıyor. Örneğin Atatürk Orman Çiftliği, ODTÜ gibi anlar yok edilmeye talan edilmeye çalışılıyor…İstanbul’da Taksim gibi. Çünkü bu artık sadece bir yerel yönetim meselesi olmaktan çıktı .Özellikle son 5-6 yıldır yerel yönetimden çok hükümetin yerel politikaları tartışılır oldu. O da başbakan’ın yerel yönetimden gelmiş olması ile de alakalı. Yani merkezi yönetimin her kent için bir yerel politikası var.
Ankara’nın başkent kimliğini sağlığın başkenti, teknolojinin başkenti ile örtmeye çalışan yöneticiler var. Ancak burası Cumhuriyet’in Başkent’i, her anlamıyla, yaşantısıyla… Bugün ise kültürel ve sosyal yaşam diye bir şey neredeyse yok Ankara’da. Kent dediğimiz şey karşılaşma anıdır, farklı kültür ve anlar ile.. Ama biz bu kenti sadece bir durak olarak kullanıyoruz. İşten çıkıyoruz evimize gidiyoruz. O yüzden kimse başkente yapılan müdahelenin farkında olmuyor. Çünkü bu kenti yaşamıyor insanlar.
Ulaşım ise içinden çıkılmaz bir durum. ODTÜ ile gündeme gelen şey aslında Ulaşım Ana Planı yokluğunun göstergesi . En son 1994’te yapılan bir plan var 2015’e kadar geçerli olacaktı ama bu kontrolsüz plansız büyüme ile geçerliliğini çoktan kaybetmişti. 4,5 milyon nüfus ve T şeklinde bir metro ile Başkent’in ulaşım sorunu çözülmez… Gazi Üniversitesi ile şuanda bir Ulaşım Ana Planı hazılanıyor ki bu plan plansızlığın kılıfı olacak. Yasa dışı olan, bu planla yasal hale gelmiş olacak. Yani bugün Şap Enstitüsü. İle ODTÜ arasından geçen yol bir ihtiyaç değildir, çünkü trafik baskılanması Eskişehir aksı üzerindedir, bu yeni yapılacak yol ile Konya yoluna paralel bir yol olacaktır. Ve tüm istatistikler Eskişehir yolu üzerindeki yoğunluğun kent merkezine doğru olduğunu gösteriyor. Sorunun çözülmesi için toplu taşıma ve raylı sistemlere öncelik verilmesi gerekiyor.
BB: Tabi bu durumda yapıların geleceği biraz halkın ellerine kalıyor. Yani Saraçoğlu Mahallesi kamuoyu baskısı olmasaydı ne olurdu bilinmez. Ulucanlar Cezaevi örneğin mimari değerinden daha çok kentsel ve toplumsal bellekteki yeri ile öne çıkan bir alandı, bu sayede kurtarılabildi. Saraçoğlu için yine mücadele sürüyor ve kamoyu baskısı ile kurtarılmış oldu ama asıl tehlike altında olan 1950 sonrası yapılmış olan yapılar. Çünkü o dönemde de yapılan çok nitelikli yapılar var fakat onları mimari değer olarak gören bir zihniyet ve yasa yok.
BB: Onu Ulucanlar’la başlatmak gerekir, Kent Düşleri fikir projesi yarışmalarını ilk Ulucanlar üzerine açmıştık biz ve orada aslında konu bir yarışma açmak değil de bir kent mekanını savunmaktı. Orada bu yarışma sürecini, bir taraftan meslek insanlarının duyarlılığını kavrayan bir mimari proje yarışması, bir taraftan da yarışmanın ötesinde kamuoyunu da bilgilendiren, onların duyarlılıklarını artıran ve proje üretim sürecine de katılım sağlayan bir araç olarak tarif ettik; o anlamda da önemliydi. Orayı insanların katılımına açtık, geldiler gittiler, yarışma da iyi bir yarışma oldu. Sonrasında, yine oluşan duyarlılık ve kurumsal ilişki sonucunda olumlu yönde ilerledi. O dönem Adalet Bakanlığının, baroların çok ciddi katkısı vardı. Böyle bir uzlaşma zemininin oluşmasıyla bu iş ortaya çıktı. Altındağ Belediyesi daha sonra sürece girdi, yüklenici oldu.
Saraçoğlu Mahallesi’ne gelirsek, alanın afet yasası kapsamında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na devredilmesi bizi alarma geçirdi çünkü Kuruldan onay alıp orayı yıkabilir duruma gelmişti Bakanlık, afet yasasının sağladığı olağanüstü yetkiyle. Biz bunun üzerine orada eylemler yapmaya başladık, kamuoyu duyarlılığı yaratmaya çalıştık. Belli bir oranda da başarılı olduğumuz söylenebilir sanıyorum. O süreçte son dönemde özellikle Ticaret Odası’nın Cumhurbaşkanı’yla görüştüğünü duyduk. Ticaret Odası aslında bizi de ziyaret etti konuyla ilişkili olarak. Bunun üzerine biz de Cumhurbaşkanı’yla görüşelim dedik. Randevu istedik, Cumhurbaşkanı da bizimle birlikte Ticaret Odası ve Çevre Şehircilik Bakanlığı’nı da davet etti ve kurumları bir araya getirmiş oldu. Daha objektif baktığımız zaman herkeste bir güvensizlik olduğunu farkettik. Ticaret Odası temsilcileri “biz de yıkıma karşıyız yeter ki burası yaşayan bir kent merkezi olsun” dediler, ki bu çok olumluydu. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı da yıkım olmayacağına dair teminat verdi. Diğer kurumların bizim kavgacı ve uzlaşmaz olduğumuza dair bir önyargıları olduğunu gördük. O güvensizliğin karşılıklı olduğu belki bir miktar da yersiz olduğu böyle bir diyalog ortamında görülünce önümüzü açtı sanıyorum. Tabii Ulucanlar’dan aldığımız dersler de var. Uygulama sürecinin de takip edilmesi ve denetlenmesi gerektiği konusunda, o katılımcı sürecin mümkün olduğunca genişletilmesi gerektiği çok açık. Biz tek başımıza hiçbir şeyin teminatı olamayız. Orada olumsuz bir uygulama olmayacağına dair kamuoyunun oluşturabileceği bir baskıyı biz tek başımıza üstlenemeyiz. Bunun içinde biz olsak da yine de bir kamuoyu mekanizması ve katılımcılık çok önemli, bunu da belirttik.
Bir protokol taslağı üzerinde çalışıyoruz. Bir yandan da Ulucanlar’daki gibi bu alanı kamuya mal edebilmek için orada büyük etkinlikler düzenlemeyi önerdik. Biz mimarlık şenliklerimizi orada yapmıştık. Dilek mektupları toplamaktan veya anket dağıtmaktan daha etkili bir şey çünkü insanlar mekanı deneyliyorlar ve oranın parçası oluyorlar. Orayı kendilerine ait hissediyorlar ki kent merkezinde, kamusal alanda böyle olması gerekiyor.
TKC: Kamuoyunda ya da mimarlar arasında çokça söylenen birşey var. “Mimarlar Odası siyaset yapıyor”, “meslek alanlarıyla ilgilenmiyor” gibi hakim bir yaklaşım içerisinde, aslında bir propaganda yürüyor. Bu, bugün geldiğimiz bir durum. Mimarlar Odası’nın kent ve mimarlık mücadelesinde bir aktör olarak ortaya çıkmasının arkasında siyaset yapması var. Çünkü herşeyi siyasetle ilgili. Son 10 yıldır siyasetten uzak bir mekansal değişim, bir mimarlık politikası düşünülemiyor.
Dolayısıyla saf bir mimarlık süreci, masa başında düşünülen bir mimarlık süreci yok, olamaz. Mimarlık sürecini etkileyen o kadar çok faktör var ki. Özellikle son 10 yıldır sadece mimarlık üzerinden bir siyaset yapılmaya başladığı için hükümetin kendisi kararlarıyla, yargılarıyla, kurullarıyla birlikte ya da finansını kentsel dönüşümle sağlamasıyla birlikte politikanın göbeğine oturttu mimarlık sürecini. Mimarlık bir anda hiç olmadığı kadar bir savaş haline de getirildi. Arkasında rant ilişkileri bulunan bu süreç Mimarlar Odası’nı da, mimarlığı da karşısına aldı. Rantın engellenmesine yönelik hiçbir müdaheleyi kabul etmeyen bir hükümet var karşımızda.Bizim meslek alanımız ve kentler de çok ciddi bir rant alanı olarak görülüyor ve her rejim hem bir rant yaratmak istiyor hem de kendi ideolojik yaklaşımlarını mekanı kullanarak iz bırakmak istiyor. Dolayısıyla toplum yararı için faaliyet yürüten Mimarlar Odası ile çatışması kaçınılmazdı. Bunu bazı meslektaşlarımız ya da mimarlık ortamının değişik kesimleri saf bir mimarlık üzerinden, bir ilişkilenme biçimiyle, iletişimle çözülebileceği yaklaşımı üzerinden ilerliyor. Biz bunun çok doğru olduğunu düşünmüyoruz. Çoklu ilişkiler içerisinde kendini ifade eden bir mimarlık süreci var. “Tek başına, masa başında tasarladım, çizdim, güzel oldu, teknolojiyi kullandım”la ilgili birşey değil. Bülent’in söylediği o noktada başka bir sorgulama sürecine itiyor bizi. Plancıları, teknik plana karşı yeni bir aktör olarak devreye giren halkın talepleri, onların yaşamları, onların katılımcılığı süreci ortaya çıkıyor. Bugüne kadar hangi planda halkın katılımı sağlanmış? Yurtdışında bir plan yapma sürecinde 15 yıl halkın katılımı sağlanıyor 5 yılda uygulanıyor. Burada öyle bir durum yok; 1994’te yapılmış bir plan 2013’te hızlıca yapılıyor ve insanlar evlerinin önünden yol geçtiğini yeni öğreniyorlar. Burada, saf bir şekilde planı var demek olmuyor. O zaman hepimiz bir sınır noktada kalıyoruz. Meslekçi bir bakış açısı içerisinde meslek profosyonelizminde mi olacagız yoksa bu toplumun ihtiyaçlarını da göz önüne alan daha toplum öncelikli bir mekansal üretim sürecine ya da çevre üretimine mi gireceğiz?
BB: Katılımcılık çok önemli. Kent demokrasisinin kurulması gerekiyor. Gerçekten ihtiyaç duyduğumuz şey bu ve hükümetin Gezi olaylarından çıkartmak istemediği ders de bu. Başbakan’ın anlamadığı şey şu; kalkınma dediğimiz şey sadece sayısal bir dönüşüm değil, toplumsal dönüşüm de gerekli. İnsanlar demokrasi talep ediyorlar, kendi hayatlarıyla ilgili kararlara müdahil olmak istiyorlar, bu kadar basit. Batı’ya dönüp baktığınız zaman bunun örneklerini görüyorsunuz ama Doğu’ya dönüp bakarsanız, mesela Orta Asya’da yeni kurulan cumhuriyetlere bakarsanız, onları örnek alıyorsanız başka türlü oluyor. Daha otoriter yönetimlerin kalkınmayı tetiklediği çok görülmüş. Bu çok orijinal birşey değil; orijinal olan kalkınma sürecini demokrasiyle götürmek. Ankara için şu anda ütopik görülen ama çok gerçekçi olan şey katılımcı demokratik bir sürecin inşa edilebilmesi. Bundan sonra bütün sorunların çözülebileceğini düşünüyorum çünkü Ankara kontrol edilemez değil ölçeğiyle. Toplu taşımanın, özellikle metronun iyi ve hızlı bir şekilde üretilip işler kılındığı bir ortamda ulaşım sorunlarının da çok rahatlayabileceğini düşünüyorum. Kent merkezinin mümkün olduğunca araçları cezbeden değil uzak tutan bir yer olması gerekir, bunlar çağdaş şehircilik açısından çok temel prensipler. Bence temel olarak daha şeffaf ve demokratik bir kent yönetiminin kurulması, kentlilere söz hakkının verilmesi, kentlilerin de kentsel politik süreçlerde kendilerini özne olarak algılayıp hissetmeleri bütün sorunların çözümü için anahtar olabilir diye düşünüyorum.
TKC: Bunlara ek olarak şunu söyleyeceğim. Sorunların tüm çözümü Ankara kentinin kendi kaynağı da var. Bunlara tekrar dönüp bakarak açığa çıkarmanın önemli olduğunu düşünüyorum. İçinden su geçen şehirler keyifli, daha yumuşak ve daha anlayışlı noktalara ulaşıyor. Ankara’nın bütün sularının üzerinin kapatılıyor olması çok büyük bir zorbalık bu açıdan. Bence kentin altında yatan, akan bir ırmak var, nehir var. Bunun bir şekilde açığa çıkartılması, kendi kaynağına dönüp yeniden şekillendirilmesi Ankara için önemli bir potansiyel diye düşünüyorum.
Yine Cumhuriyet Dönemi mimari mirasının da çok önemli bir kaynak olduğunu düşünüyorum. Hem Ankara’nın gelişimi açısından turizm potansiyeli, tarihi açısından, bunların da mutlaka kullanılması gerekiyor. Biraz da tabi iyi yöneticiler elinde gerçekten katılımcı insanların sağlıklı çevrelerde yaşamasını ruhsal olarak huzur içinde olmasını sağlayacak politikaların hayata geçmesi gerekiyor. Yerel seçimler belki bunların ilk adımları olacak. Yoksa Ankara böyle kasvetli bir şehir değil İstanbul’un bir cezbedici kozmopolit bir yapısı var ama Ankara’nında ilişkileri açısından, dayanışma kültürü açısından ayağınızın yere bastığı köklü birşey kurma açısından önemli değerleri var. Belkide bugün birçok yerde kaybettiğimiz gezi direnişiyle yeniden bulmaya çalıştığımız o değerler buranın kendi topraklarında var. Bunun üzerinden çok iyi bir sürecin çıkacağına inanıyorum. Yeterki bu potansiyelleri kullanacak, açığa çıkaracak, uzmanlarıyla birlikte işbirliği yapacak yaklaşımlar olsun. Oluşursa Saraçoğlu gibi belki güzel bir projemiz olur. Oluşmaz ise gezi Parkı sürecindeki gibi direniş ortamı olur.