TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi’ndeki "Su Kentleri" başlıklı sunumuyla 42. Yapı Fuarı - Turkeybuild İstanbul’a konuk olan NLÉ Architects’in kurucusu Kunlé Adeyemi ile "African Water Cities" araştırma projesi üzerine konuştuk.
Su ve mimari arasındaki ilişki üzerine çalışmalarınız nasıl başladı? Sizi bu konu üzerine çalışmaya iten neydi?
Çalışmalarım kentsel büyüme sorunlarına olan ilgim ile başladı. Lagos’ta karşılanabilir konut üzerine araştırmalar yapıyordum. Araştırmalarım sonucu gördüm ki Makoko’da (Lagos’ta bir gecekondu mahallesi) ikamet edenler, bölgedeki en düşük maliyetli konutları kendilerine inşa edebilmişler. Ben de onlardan bunun yöntemini öğrenmek istedim. Oraya gidip o zorlu yaşam koşullarını gördüğümde ise şoka uğradım; neredeyse zemin yoktu, hiçbir altyapı yoktu… Bu araştırmalarıma devam ederken 2011’de Lagos’ta büyük bir sel baskını meydana geldi. O zaman Makoko’da yaşayanların sel ile mücadelesini görünce çok etkilendim ve çalışmalarımda iklim değişimi, su ve kentsel büyüme sorunlarına olan ilgim ile bir araya gelmiş oldu.
Ofisinizin mimarlık pratiğini ve mimarlığa yaklaşımını nasıl tanımlarsınız?
Genç bir ofisiz ve bu nedenle keskin kararlar için hala biraz çekingeniz. Bir yandan da tanımlamakta olduğumuz bir vizyonumuz var ve biz kendimizi geliştirdikçe, bu vizyonu da şekillendirmeye devam ediyoruz. Şunu söyleyebilirim ki bizi harekete geçiren şey, insanlık ve çevre arasındaki ilişki. Bu ilişkinin temas noktalarından birisi de su, biz de su üzerine çalışmalar yürütüyoruz ve bu projeleri topluma sunuyoruz. Bizim için işveren, bize ödeme yapan şahıs değil. Bizim işverenimiz çevre ve toplum. İşveren bize imkanlar sunan ve insanlara erişimimizi sağlayan bir köprü yalnızca. Gündemimizde tuttuğumuz belli başlı konular var, bizimle çalışmak isteyen insanların da bizimle benzer görüşlerde olmasını ve insanlığa hizmet etmek istediğini umut ediyoruz. “Bu konu umrumda değil.” diyen isimlerle zaten çalışamayız. Ne yapmak istediğin elbette sana değer kazandırabilir, ama topluma ve çevreye de değer kazandıran işler yapmalıyız.
Araştırma projeniz African Water Cities’i bize kısaca özetleyebilir misiniz? Araştırmanızın kapsamında neler yer alıyor? Bu araştırmadan elde edilen bulgular, ofis olarak disiplininizi nasıl şekillendirdi?
African Water Cities; Princeton University, Columbia University gibi farklı kurumlarla devam etmekte olduğumuz bir araştırma projesi. Her yıl bir üniversiteden bir grup öğrenci ile Afrika’da bir kenti inceliyoruz. Bu projede hem keşfediyoruz, hem öğretiyoruz, hem de öğreniyoruz. Bir şehri incelerken “burada bizim henüz bilmediğimiz bir şeyler oluyor” sezisi ile o bölgeyi ele alıyoruz ve şehir üzerine kapsamlı incelemeler yürütüyoruz. İncelediğimiz yerler genellikle iklim değişikliğinden etkilenen yerleşmeler oluyor. Bu bölgelerde “su öğesi halkı ne kadar etkiliyor, bölgede kıtlık ne kadar etkili, iklim değişikliğinin kente getirdiği zararlar neler” gibi soruların cevabını arıyoruz. Yüksek teknoloji ürünü bir çalışma yürütme derdinde değiliz. Amacımız bir bilgi birikimi elde edip, bu konulara duyarlı bir nesil yetiştirmek.
Kunlé Adeyemi’nin “floating urbanism” önerisi. Görsel: NLÉ
Sunumunuzda “Su ile savaşmayı değil, su ile birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz.” demiştiniz. Peki bu yaklaşım bağlamında, African Water Cities araştırmalarının şu zamana kadar size kazandırdığı en değerli bilgi ne oldu?
“Suyun düşmanı yoktur.” Düşündüğümüzde su, uçsuz bucaksız ve korkutucu görünür bize ama hayır, bu akışkan öğeyi yaşanmaz yapan aslında biziz. Tarım, ulaşım gibi yaşamın pek çok alanında su bizim yardımcımız. Su bizim yaşam kaynağımız, su üzerinde yaşanabilir çevreler oluşturmak bizim elimizde. Birileri itiraz ederek su kirliliği gibi bahaneler gösterebilir, ama bu kirlilik de bizim seçimlerimizin bir sonucu. Tsunami gibi olağanüstü durumlar da var tabii ki, ancak bunlar başka faktörlerin etkisi ile meydana gelen şeyler. Yürütülen projelerde bu dış faktörlerin etkisini azaltabilecek, bunun gibi afetlerden daha az zarar görebilecek çözümler bulabiliriz.
Makoko’daki araştırmalarınızdan bahsederken söz ettiğiniz karşılıklı öğrenme ortamının sağlanması için sağlıklı bir iletişim ortamı kurgulamak gerekiyor. Araştırma projelerinizde bu ortamı oluştururken dikkat ettiğiniz noktalar neler?
Hayatın her alanında sağlam ilişkiler kurmak adına ne gerekiyor ise aynı temel şeyler: güven ve anlayış. Dürüstlük ve açık sözlülük önemli. Konu ve bağlam değiştiği için bu iletişimin başarısı da projeden projeye değişiyor. Her zaman başarılı olamıyorsunuz elbette, buradaki kilit noktalardan ders alıp yola devam etmek gerekiyor. Dünyanın farklı yerlerinde, farklı topluluklarla çalışıyoruz ve farklı sorunlar ile karşılaşıyoruz. Asıl nokta topluluk ile karşılıklı olarak birbirimize güvenebilmemiz. İlişkilerde saygı da çok önemli. Güç ve statünün hiçbir önemi yok; saygı, eşitlik getirir. Maddi güce veya bilginizin ve sosyal statünüzün size sağladığı üstünlüğe dayanmadan karşınızdakine gidip “Sizde bende olmayan bir şey var ve ben bunu öğrenmek istiyorum.” diyebilirseniz eğer, değerli bir bilgi alışverişi sağlayabilirsiniz.
Sunumunuzun bitiminde ofis olarak ortaklıklara açık olduğunuzu söylemiştiniz, bu ortaklık tanımını biraz açabilir misiniz?
Biz küçük bir ekibiz. Yüz kişilik bir “mega ofis”e dönüşmek gibi bir niyetimiz de yok. Bizim hedefimiz farklı ortaklar ile ilişkiler kurarak bir “mega pratik” haline gelmek. Başka birey ve kurumlar ile bir araya gelerek, onların güçlü yönleri ve bizim iyi olduğumuz alanları bir arada nasıl değerlendirebileceğimizi keşfetmek, fikir alışverişinde bulunmak ve toplumsal sorunlara beraber çözüm üretmek istiyoruz. Sürdürülebilir, kuvvetli, sosyal yanı güçlü bir su kenti için nelere yoğunlaşmamız gerektiği üzerine araştırmalarımızı insanlarla paylaşıyoruz; şu anda benim bunları size anlatmam ve sizin bu fikirlerimi okurlarınızla paylaşmanız bile kıymetli bir ortaklık.
Çevre ve hızlı kentleşme söz konusu olduğu zaman sürdürülebilirlik kavramı da bütün bu tartışmaların odağında kendine yer ediniyor. Mimarlar ve plancıların sürdürülebilir projeler üretmek üzerine duyduğu kaygı ile neredeyse her projenin açıklama metninde “sürdürülebilirlik” olmazsa olmaz bir kelime halini aldı. Sizce kapsamı bu kadar geniş bir kavramın gerçekten hakkı veriliyor mu? Yoksa sürdürülebilirlik olgusunun içini mi boşaltıyoruz?
Mimarlar olarak kelime dağarcığımızda ne kadar kavram var ise bunu ortaya dökmek istiyoruz, sürdürülebilirlik de popüler kelimelerden birisi. Sanıyorum ki mimarların çoğu tam olarak sürdürülebilirliğin tanımını idrak edebilmiş değil, bence çoğu zaman da bu kavramı etraflıca düşünmekten kaçınıyorlar. “Toplumu düşünürsem mimariden taviz vermem gerekir.” diye düşünenler oluyor. Her proje, mimara belirli bir sorumluluğa hizmet edebilmesi için imkan sunmayabilir. Projenin sosyal ve ekonomik koşulları uygun değil ise mimarın kendi ilgi alanına hizmet eden ürünler çıkarması mümkün olmayabilir. Yüklenicinin veya politik güçlerin sosyal meseleler ve çevresel değerler üzerine uyumluluk göstermediği örnekler çok fazla. Burada önemli olan kriterler arasında nasıl uzlaşma sağlanabileceği. Çok yönlü ve derin bir kavram da olsa aslında sürdürülebilirlik çok karmaşık bir olgu değil. Bir birey olarak gerçekten sorumluluk alıp, projelerinde dünya meselelerini ele alabiliyor musun? Sadece bir proje tamamlayıp kenara koymak yerine, bu meselelere çözüm olarak ürettiğin ürünün arkasında durabiliyor musun? Bu sorular, tasarımınızı kullanacak olan gelecek nesiller için yararlı bir çalışmanın ölçütleri. Mimaride çok farklı dallar ve yöntemler var ama bence sürdürülebilirliğin anahtarı sorumluluk.
Makoko Floating School’un dördüncü prototipi Çin’de inşa edilmişti. Görsel: NLÉ
Makoko Floating School (MFS) projeniz prototip olarak Çin, İtalya, Belçika gibi farklı coğrafyalarda yer aldı ve sunumunuzda strüktürü zaman içerisinde nasıl geliştirdiğinizden bahsettiniz. Bu farklı kültürlerden gelen tepkiler arasında ne gibi farklar vardı? Gelen yorumlar arasında sizi şaşırtan çelişkiler oldu mu?
Gittiğimiz her şehirde, projenin uygulama sürecinde yeni bir zorlukla ve farklı bakış açılarıyla karşılaştık. Ama yapılan hiçbir müdahale, projeye başlarken aklımızda bulunan ana fikre ve amaca ters düşmedi. Aksine bu zorluklar, projeye katkıda bulundu. Bu nedenle her bir kurulumda strüktür daha sağlam, daha hesaplı ve kurulumu daha kolay bir hale geldi.
MFS, şu anda daha iyi yüzer sistemlerle desteklenen ve çelik bağlantıların kullanıldığı, oldukça güçlü bir ahşap sistem. Gittiğimiz her şehirde, insanlar kendi ihtiyaçlarına yönelik olarak çok farklı şekillerde bu iskeleti yorumlayabildiler ve bu da bize gelecek kurulumlar için açık bir kaynak oluşturdu. Sistem her yere ve her kullanıma kolaylıkla uyum sağlayabiliyor ve bu, strüktürün temel özelliklerinden biri. İnsanlar malzeme için çeşitli önerilerde bulundular elbette, ama şu zamana kadar bizi şaşırtan, “bunu şöyle yapmanız gerekirdi” gibi bir yorum almadık.
Ofisinizin gelecek projeleri hakkında bizi biraz bilgilendirebilir misiniz?
MFS sistemlerinin geliştirilmesi üzerine çalışmalarımız devam ediyor. Önümüzdeki yıl içerisinde bu prototiplerin devamını görebileceksiniz. Farklı çevre koşullarında, daha büyük ölçekte, daha kalıcı strüktürler elde etmeyi amaçlıyoruz. Ayrıca planlama ve kentsel kalkınma üzerine, kent ve su ilişkisini geliştirmeye odaklı üst ölçekte çalışmalarımız da devam edecek.