Kutluğ Ataman: Ailemden kullanılmayan, ya da uzun yıllar boyunca yanlış kullanılmış ve verimliliğini yitirmiş diyelim, bir tarım arazisi kaldı. İlk aşamada tarım yapmaya, ardından da besi yapmaya karar verdim. Sanatçı olduğum için zamanla işin içine sanat ve kültür üreten holistik bir çiftlik olması gerektiği fikri gittikçe içimde büyüdü. Bu çiftlikte oturmaya başladığımdan beri de düşüncelerim hep aynı yöne gidiyor. Her anlamda daha bütüncül bir oluşum olması gerektiğine inanıyorum. Sadece tarım değil sanat, kültür, siyaset gibi hayat ile ilgili tüm alanlar daha bütüncül şekilde değerlendirilirse uygarlıkların yola gireceğini düşünüyorum. Bundan sonra gelecek olan geçerli kültürün de bu bütüncül anlayışın hükmünde olacağına inanıyorum. Özellikle küresel ısınma, şu an içinden geçiyor olduğumuz bir çeşit post modern üçüncü dünya savaşı, ulus devletlerin tekrardan harekete geçme eğilimleri, çok uluslu şirketlerin sorumsuz davranışları, bütün izmlerin post Sovyet zamanlarda olduğu gibi tekrardan sorgulanmasına doğru gidiyor olduğumuzu düşünüyorum. Kanımca dünya yeniliklere gebe ve doğacak çocuk şimdiye kadar uygarlıkların geliştirdiği tüm bilginin ve deneyimin bir amalgamı olacak. Başka yolu da yok zaten. Bakın işte küresel ısınma, Batı’da yükselen kafatasçılık, vahşi kapitalizmin liberalizm adı altında ticarileştirerek mahvettiği kültür ve sanat alanı, vesayet savaşları…
Tüm bunların cevabının bütüncül düşünce olacağını öngörüyorum. Bu yüzden bir çiftlik hayvan da üretebilir, insan da eğitebilir yani diğer bir deyişle kültür de üretebilir. Zaten biliyorsunuz etimolojik olarak agriculture ve culture birbirlerini barındırıyor. Kültürlerin ortaya çıkmasında insanların tarım etrafında örgütlenmesi yatmıştır geçmişte.
Çiftliğin yerine gelince; Anadolu’yu yer olarak seçmemiz de orada hazırda kullanılabilir toprağımızın olmasından kaynaklandı. Pragmatik nedenlerle doğuyu seçmem gerekti, topraklar batıda olsaydı batıda yapmak daha kolaylaştıracaktı işleri. Ama doğu olunca tabi biraz daha cesaret göstermem gerekiyordu. Yavaş adımlarla ilerlemeyi tercih ettim. İlk başta bir besi çiftliği yapmaya başladım. Ardından hep istediğim ve düşündüğüm bir konuyu hayata geçirmeye karar verdim. Mimarinin kendisi neden bir koleksiyonu oluşturamasın? Sanat koleksiyonu yapılabildiği gibi mimari koleksiyonu da yapılabilir düşüncesiyle yola çıktım. Dünyadaki örneklerine bakmadan ve bihaber yola çıktım ama bizimki zamanla örnek teşkil etmeye başlayacak gibi görünüyor. En son İspanya’da bir örnek duyduk. Yavaş yavaş mimari koleksiyonlar ortaya çıkmaya başlıyor. Mimariyi saklamak ve bunun kalıcı bir hafızaya dönüşmesini hedefledim. Nasıl ki bir müzenin görevi aslında eğitim vermek ise bizim çiftlik de batıdan ve yerelden akademisyen, öğrenci ve ziyaretçiler ağırlamaya başladı. Bunun ileriye yönelik bir mimari koleksiyon olmasını ben hayal ediyorum. Maalesef mimariye bu gözle bakılmıyor bizde. Örnek vermek gerekirse; Emre Arolat’ın Antalya Belediyesi için tasarladığı ve uygulanan bir projesi [Minicity], uluslararası ödüllü bir proje olmasına rağmen, mal sahibi belediyenin kararı ile yıkılabildi. Üstüme vazife olmamasına rağmen bari binayı Antalya Film Festivali’ne verirler diye çaba gösterdim ama nafile. O olaydan sonra ben biraz bu konuyu düşünmeye başladım. Çünkü hafıza bir dildir ve saklanmalıdır. Mimari yapılar da belleği oluşturur. Aslında çiftlikte çalışanlar da bocaladı en başta ama şimdi alıştılar, mimari dil ile hareket ediyoruz ve üç yılımız var önümüzde. Üç yıl sonunda tamamlayabileceğiz. Uzun lafın kısası ben Palanga projesine başladığımda çiftlik kuruyorum sanıyordum. Yakın bir arkadaşım geçenlerde “saçmalama sanat yapıyorsun” dedi. Haklı olabilir.
Sonuçta çiftliği hayvanlar için doğa ile uyum içinde yapmak üzere yola çıktık. Ben doğaya rağmen yapmaya ve yaşamaya hatta doğa ile mücadele fikrine karşıyım. Doğaya rağmen yapılan yapılar bana uygunsuz geliyor ve zaten sonuçlarını da görüyoruz. Doğa ile beraber, doğa ile bir çeşit dans ederek yaşanan bir yaşam tarzına inanıyorum. Erzincan’da geçirdiğim süreçte bunu öğrendim ve tecrübe ettim. O yüzden başlangıçta bu yapıyı şu şekilde bu yapıyı bu şekilde yapacağım diyemezdim. Bir çeşit deneysellik ile oluştu süreç. Tabii neyi nereye yapacağız gibi fikirlerim vardı ama kesin değildi. Bu durum başlangıçta mimarlarımız için aslında biraz zor oldu. Hayvanların davranışlarına göre şekillenen projeler çıktı ortaya. Hayvanların nasıl davranacağını beklerken beklenenden başkasını yapmaları projelerde de değişkenliğine sebep oldu. Kullanıcının insan olduğu proje daha rahat ilerliyor haliyle tartışılıyor kapıyı sağdan değil soldan açalım gibi… Ama kullanıcının hayvan olduğu projelerde yüzde yüz hayvanın kullandığı şekilde olmalı, öbür türlü zaten yapıyı kullanmıyorlar. Var olan tesis yapılarını neden örnek almadın derseniz hemen söyleyeyim: AB projeleri dahil hepsi yanlış. AB’de sorgulanan metotlar bugün ülkemizde değişmez doğrular olarak bürokrasi tarafından zorla insanlara yaptırılıyor. Bu çok korkunç ve maalesef gidişat bu şekilde. Bu sebeple bizim projelerimiz ortaya çıkarken deneme yanılma yöntemi ile bulduğumuz çözümler oldu. Nasıl ki siz yapıların maketini yapıyorsunuz, biz de bu maketleri sahada yapıyor ve içlerinde hayvanlarımızla gözlemliyoruz. Hayvanlar kullanıyorsa ve yarar sağlıyorsa devam ediyoruz veya değiştiriyoruz. Ondan sonra kalıcı yapıya geçiyoruz. Sonuçta bu süreç başında kabaca bir master plan vardı ama süreç içinde tekrardan gözden geçirip tecrübelere göre revize ettik. Örneğin, biz küçük baş hayvan ile büyük baş hayvanın çok yakın bulunmasına karşıyız çünkü mikrop taşınabiliyor. Bunun gibi süreç içinde tecrübe ettiğimiz dolayısıyla yerlerini değiştirdiğimiz projelerimiz var. Kazlar ve ördekler için bir korunak yaptığımız zaman merdiven koyamıyoruz çünkü ayakları kısa ama keçiler için bilakis merdiven talep ediyoruz çünkü eğimli arazi severler ve tırmanma içgüdüleri var. Mimarın gönderdiği proje çok güzel bir yapı da olsa, kaz içinse merdiveni çıkarmak durumunda kalıyoruz.
Ben yola çıktığımda aslında böyle örnekleri olabileceğini de bilmiyordum. Bu fikir aklıma geldiği gün heyecanla Hasan Çalışlar’ı aradım. Benden önce Vitra örneğine bakmamı istedi. Tabii bizimki tam öyle değil. Vitra’da bir çeşit imza kampüs oluşturmuşlardı. Bizimki, hayvanların yararına bir yer olarak hedeflenmesi açısından farklıydı. Bizim projenin adı da aslında açıklıyor. Projemizin adı PAAF (Palanga Art & Architecture Farm) yani Palanga Sanat ve Mimari Çiftliği. Bu sebeple yapılacak eserler bir tasarım objesinden çok daha organik ve çiftlik hayatının bir parçası olmak zorunda idi. Ayrıca Türkiye’den iyi mimarlarımızdan bir kesit sunuyor. Aslında tüm konsantrasyonu Türkiye olarak başladı. Daha yeni yeni bir İtalyan firma ile çalışmaya başlıyoruz. Bu mimar genç, gelecek vaat eden, yükselmekte olan ve Prix de Rome ödüllü bir tasarımcı. Yavaş yavaş dışarı açılacağız. Yabancı isimleri ve sanatçıları da ileride PAAF’a entegre edeceğiz.
Tabii ben sanat gelirimden elde ettiğim kazancım ile projeleri sırasıyla yapıyorum. Tüm projeleri hemen hayata geçiremiyoruz, vakit alıyor. Şu an finansmanı özel, ancak ilerde çiftlik kar etmeye başlayınca durum değişecek. Sanıyorum ilk aşamanın tamamlanması iki-üç yılı bulacaktır.
Ağaçlandırmaya önem veriyoruz. Son üç yılda 50.000 üzerinde fidan diktik. Hala da devam ediyoruz yeşillendirme çalışmalarına. Amerikalı bir ekip ile çalışıyoruz. Palanga’nın yeşillendirilmesini Birleşmiş Milletler projesi kapsamında ağaç dikme projesi ile eşleştirmeye çalışıyoruz. İyi Tarım ile alakalı iki projemizi de Amerika’dan iki üniversite projesini destekleyerek gerçekleştiriyoruz.
Bu yapı KA Evi olarak geçiyor, 800-900 metrekare kullanım alanına sahip çelik bir strüktüre sahip. Çelik strüktür İstanbul’dan getirildi sonra Erzincan’da monte edildi. Bazı malzemeler yurt dışından alındı. Maalesef Erzincan’dan aldığımız yapı malzemelerini daha sonradan atmak zorunda kaldık. Bir de müteahhiti yerelden seçmiştik, sonra büyük sorunlar ve zorluklar yaşadık. Mimar ile ilişki kurmayı ve projeyi bir mimar ile yönetmenin değerini anlayamayan bir bölgede bir şeyler yaratmaya çalışıyoruz. Şunu özellikle söylemek isterim; doğu ile Erzincan’ı karıştırmamak lazım. Çünkü Erzincan geri kalmış doğunun başını çeken bir yer. Hakikaten hiçbir malzeme bulamıyoruz.
Örneğin Hasan Çalışlar’ın son bir çalışması var, koyun ve keçi barınağı yapıyor, bunu sıkıştırılmış toprak ve kerpiç yöntemi ile yapıyor ama bu bilgi bile yok olmuş bu topraklarda. Bu bilgiyi bile İstanbul Teknik Üniversite’sinde geriye getirmek zorunda kalıyoruz. Üzücü bir durum. Daha kötüsü bu konuda yerelde kültürel manada bir destek de bulamıyorsunuz. Liyakatin önemli olduğunu düşünüyorum. Eşe dosta iş dağıtıldığı zaman sonuçlar kötü oluyor. Ben yereldeki şirketlerle çalışmayı çok istiyorum ama her zaman mümkün olamıyor maalesef. Üzücü bir durum.
Bizim böyle bir beklentimiz yoktu en başında ve bu projenin bu kadar dikkat çekmesine özellikle uluslararası camiada ses getirmesine olumlu manada şaşırdım. Daha sonra biliyorsunuz SO?’nun Tavuklar Evi projesi de ses getirdi. Hatta dünyada benzerleri yapıldı. Rastlantısal değildir diye düşünüyoruz. Bu yansımalar bize cesaret veriyor açıkçası. En son aldığımız Arkitera İşveren Ödülü de aynı duyguları hissettirdi.
Han Tümertekin ile yaptığımız proje deneysel bir proje. Yumurta kabuğu gibi ince bir strüktürden oluşuyor ama 2.5 ton yük taşıyor. Henüz hayvanları oraya koymadık çünkü üzerinden bakır tozu var ve pas tutmasını bekliyoruz. İlkbaharda hayvanları içerisine koyacağız. Hayvanlara ve çevreye zarar vermeyecek kadar az kullandık ancak beklemedeyiz. Bu proje, Fibrobeton sponsorluğunda ve mühendis Ahmet Topbaş ile birlikte gerçekleşti. Fibrobeton’un fabrikasında Ar-Ge çalışması yapıldı. Daha sonra bu yapıyı Düzce’deki fabrikada yapıp test ettiler. Daha önce denenmemiş teknolojileri denediler ve başarılı oldular. Sonrasında da ekip gönderip iki tane daha Palanga’da yaptılar.
Nevzat Sayın ile ortak bir noktamız var; ben brutalist mimariyi çok beğeniyorum. Çiftliğin tümü brütalist yapılardan oluşsun demedim ve demiyorum ama çimentonun bu yaratıcı kullanımı, çimentonun estetiğin diline hizmet eder şekilde kullanıldığını göstermek özellikle doğuda önemli diye düşünüyorum. Ahırdan ziyade bir dana korunağı yaptık. Bu yapı bitti ama Nevzat Sayın ile birkaç yapı daha yapacağız. Bu dana korunağını dikdörtgen bir ayakkabı kutusu gibi düşünebiliriz. Ön tarafından içine yeni doğmuş danalar giriyor ve içinde saklanıyorlar. Bunun yanına bir sulama havuzu yapılmıştı. Ve sulama havuzunun yanına bir veteriner odası ve bekçi kulübesi yapılacak.
Çok amaçlı bir atölye, geniş bir işlik olacak yanında kuluçka aletlerimizi koyduğumuz bir kuluçkalık da var. Eğer becerebilirsek üst kısmında da benim veya misafir ettiğimiz sanatçıların üretimlerini yaptığı bir stüdyo olacak. Sanat stüdyosunun kuluçkalıkla ilişkilendirilmesini çok istiyordum. Emre de beni kırmadı.
Hasan Çalışlar’ın yaptığı KA Evi olarak adlandırılan yer aslında artık benim evim değil. Burası misafirler için ayrıldı. İki yatak odası var. İleride buraya yazar, sanatçı ve bilim adamlarını davet edeceğiz. Ben tek başıma arkada 30 metrekarelik bir stüdyoda kalmayı tercih ediyorum.
Kerem Piker ile açık ve kapalı mutfak üzerine çalışıyoruz. Bunu da tamamen yereldeki mutfağı ayakta tutmayı amaçlayarak yapıyoruz. Çevre üniversitelerle çalışmayı düşünüyoruz. Tandırlar, ocaklar vs. olacak. Önümüzdeki yıl Nevzat Sayın’ın yeni projeleri olan veteriner odası ve bekçi kulübesini bitireceğiz. Hasan Çalışlar ile keçi barınağı yapacağız. Arman Akdoğan ile yarı açık besi projesi yapacağız. Halihazırda Arman Akdoğan hazırlıyor. Nisan 2020 yaz sonuna kadar bu projeyi yapacağız. İşler yolunda giderse Eren Çıracı ile henüz araştırma safhasında olduğu bitki ve ağaç tohumu üretmek amaçlı sera projelerini de yapmak istiyoruz. Önümüzdeki yılın projeleri bunlar olacak. Sonrasında Cem Sorguç ve Selin Maner’in projeleri takip edecek.
Türkiye’nin başka öncelikleri var, hele Elazığ depremi ardından kalitesiz yapı stokunun yeniden yapılması gündeme geliyor, bizim çiftliğe gelene kadar elverişsiz koşullarda yaşayan kişilere konutlar üretilir diye düşünüyorum. Tarımın kültür örgütlenmesinde yeri olduğunu söyledik ama bir yandan gündelik hayat da sunabiliyor olması lazım böyle yapılanmaların.
Geçenlerde Amerikalı bir dostuma sanattan biraz uzak kaldığımı, Palanga’nın çok vaktimi aldığını, suçluluk hissettiğimi söyledim. O da bana dışardan baktığından Palanga’nın kendisinin bir sanat eseri ve benim en son projem olarak gördüğünü ve benim farkında olmadığımı söyledi. Palanga’da ben detaylarla uğraşırken fark etmiyorum ama dışarıdan genel resme baktığınızda bir sanat projesi olarak da görülebilir. Mimarlar ile çalışırken ortaya bir bütün teşkil edecek bir sanat eseri çıkarıyormuşuz gibi düşünmeye başladım.