MSGSÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü öğretim üyesi Prof.Dr. Haydar Karabey ile İstanbul'un mega projelerine dair keyifli bir söyleşi yaptık.
İstanbul sevdalısı bir mimar olan Prof.Dr. Haydar Karabey uzun bir aradan sonra akademiye dönüş yapmıştı. Akademiden uzak kaldığı sürede mimarlık üretimi yaparken aynı zamanda kent meseleleri üzerine de birçok yazı yayınladı. Özellikle İstanbul ve kent üzerine düşünen, üreten bir akademisyen olan Karabey, güncel kentsel sorunların irdelenmesi için de birçok çalışmanın içinde yer alıyor. MSGSÜ Şehir ve Bölge Planlama öncülüğünde İstanbul’un olimpiyat adaylığından Taksim Gezi Parkı’na kadar gündeme oturan kentsel meselelerle ilgili düzenlenen paneller, konferanslar, sergiler serisi bunlardan bazıları.
Karabey’in son dönemdeki ilgilendiği konulardan biri ise İstanbul’un klostrofobik halinin sebebi olan mega projeler. 12 Şubat’ta Armada Otel’de düzenlenecek bir panel ile geniş çapta bir katılımla incelenecek olan Mega Projeler konusunu her yönüyle Prof.Dr. Haydar Karabey ile konuştuk.
Haydar Karabey: 1982’de malum nedenler ile istifa etmiştim. 1982-2008 yılları arasında dışarıdaydım, mimarlık yaptım. İyi ki bir mesleğim varmış. Hayatımı iyi bir düzeyde kazandım, kendimce bir çizgi de tutturdum. Ama o süreçte de hep ikili bir yapım oldu. Biraz şizofrenik bir durum belki. Yazmak. Yapmak. Mimarlık yaparken hem kent meseleleriyle hem de mimarlık, kültür meseleleriyle uğraşıp düşünmeye çalıştım ve olabildiğince de yazdım. Bir sürü Üniversite’de konuştum, atölye yönetip jürilere katıldım. Buradan ayrıldıktan neredeyse 25 yıl sonra nasılsa hatırlayıp proje atölyelerine çağırdılar beni. Atölyelerde konuk öğretim üyesi olarak bulundum. Bir iki sene çalıştıktan sonra da şehircilik bölümüne kadrolu olarak gelmemi istediler. Zor bir karar tabi, kimilerinin düşündüğü gibi, emekli eğlencesi değil, ciddiye almak gerek. Artık buradan alacak pek bir şey yoktu ama belki verecek bir şeylerim olabilirdi. Kabul ettim. Bizim büronun yürütülmesini Banu Karabey üstlendi.
Ben bıraktığımda burası 3 kişilik bir kürsüydü, şimdi 40-45 kişilik bir Bölüm olmuş, aman, nerdeyse fakülte olacakmış. Bilimsel olarak bugünkü şehircilik jargonundan biraz uzaklaşmış olmama karşın yaşanmışlığım, birikimim, deneyimlerim ve elimden gelen tüm enerjiyle burada var olmaya çalıştım. Bunca aradan sonra, ilginç gözlemlerim de oldu tabi. Burada ne değişmiş? Zaten sıkça da bu soru ile karşılaşıyorum. Bu konuda özellikle iki konu dikkatimi çekiyor. “Öğrenci çok değişti, eskisi gibi değil, apolitik, ilgisiz…” diye bir söylem oluşmuş. Aslında bu vızırdanma hep vardır ya, neyse. Bir kere buna kesinlikle inanmadığımı söylemeliyim. Öğrenci hep aynı. Hatta çağın getirdiği olanaklarla belki daha ilgili ve dinamikler. Nitekim Gezi olayı beni bir miktar haklı çıkardı. Hatta bu bölümün gençlerinin Gezi’ye fiziksel değil düşünsel olarak da katılımları, orada neredeyse bir laboratuvar çalışması yapmaları beni çok sevindirdi. Çünkü ben buradan 1980 sonrası biraz da siyasal nedenlerle ayrılırken, başıma epeyce dert açan doçentlik tezimde “kentin sorunları şehirci dene uzmanla değil, ancak sokağın katılımı ile çözülür” diye bir iddia ortaya atmıştım. Çok sevdiğim, güvendiğim ve çok dinamik bir genç ekip var burada. Umarım yıpratılmazlar.
MSGSÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nün genç kadrosu (soldan sağa): Derya Altıner, Ahmetcan Alpan, Haydar Karabey, Barış Göğüş, İdil Akyol
Önceleri bazı davranışlarım nedeniyle buradaki yaşıtlarım, arkadaşlarım tarafından biraz gırgıra da alındım “Hoop, burası özel sektör değil” diye. Çok fazla ve çok hızlı hareket ettiğim, çok şeye burnumu soktuğum, her şeyi düzeltemeyeceğim filan söylendi. Koridorlarda dolandım, tüm bölümlere, bilimlere girdim-çıkım, kimilerinin kurulu egemenlik alanlarını taciz ettim, bazı hiyerarşik yapıları sarstım, kimilerine göre işleri karıştırdım. Mimarlık Proje Atölyeleri gençleşsin diye epeyce ter dökerken “büyüklerden” azarlar işittim. Neyse bunlar dedikoduya girer, geçelim.
Şimdilerde Şehir Bölge Planlama Bölümünün daha açık, daha genç, daha dinamik, daha sevecen sınırlarına çekildim biraz. Bu arada, elimden geldiği kadar buradaki standart eğitim-öğretim sürecinin dışında bir şeyler de yapmaya çalıştım. Sergi, panel, sempozyumlar daha güçlü nasıl yapılır; “dış dünya” ile birtakım farklı ilişkiler nasıl oluşturulur, “Akademi Markası” nasıl biraz daha canlı tutulur gibilerinden. Biraz hareketlenip zorlayıp da kimi alanlar açıldıkça arka arkaya birçok güzel etkinlik yapıldı. Mesela hemen gelir gelmez benim için bir şans doğdu; hocam-hocamız Kemal Ahmet Arû için yüzüncü yıl anma programı oldu. İçinde bulunduğum Çağdaş Levent Derneği’nin de katkısıyla düzeyli bir Arû ve Levent sergisi yapabildik. Bence oldukça başarılı geçti. Sonra İstanbul’a edeceği kötülükler nedeniyle çok hayıflandığım İstanbul Olimpiyatları konusunda epeyce çalıştım. Küçük bir sergiyle birlikte bir panel yaptık. Sonuçta ne kadar etkimiz oldu bilemiyorum ama İstanbul’un bu mega etkinlikten görebileceği zararları ve faydaları irdeledik. Galiba bu panel de Academia tarafından duyulan tek ses olarak tarihe geçti. Bu benim daha çok İstanbul sevgimden kaynaklanan bir içgüdüyle ortaya çıktı ama belki bir damlacık bile olsa kamuoyu tarafında bir bilinç gelişmesi için yararı oldu.
Yine Taksim Kışlası meselesi gündeme düşünce hepimiz bir sürü şey yazıp çizmeye başladık. Yine bölümün katkısıyla Geziden Sonra Taksim isimli bir etkinlik yapıldı. Duyan olursa? Şimdi de hem yine İstanbul aşkı uğruna hem de yaklaşan yerel seçimler bağlamında, bilimsel düzlemde meseleleri biraz daha enine boyuna konuşabilmek için tüm mega projeleri dert eden bir panel hazırlıyoruz. Elbette tüm bunlar buradaki arkadaşların özverileri ve emekleri ile gerçekleşti, gerçekleşecek. Ama onlara da alan açabilmek çok önemliydi. Bu hikâyeler boyunca elimin değebildiği, erişebildiğim öğrencilerden de olumlu tepkiler alabildiğimi söyleyip biraz övüneyim. Sakın ablalarım, abilerim alınmasın. Elbette onlar da yorgun özverileri ile ellerinden geleni yapıyorlardır.
Hikaye şu aslında. Ben İstanbul’da doğdum. Hani derler ya hep, İstanbul’un sularında Kumkapı, Ortaköy, Kalamış yüzerek, sokaklarında bilya yuvarlayarak, komşunun bahçesinden erik çalarak büyüdüm. Gidecek başka yerim de yok. Fazla nostalji üretmeye de gerek yok ama İstanbul’la birlikte var oldum ve hep öyle yaşadım; bu şehir beni var etti ve galiba bu halleri de beni yok edecek, her neyse. Özellikle vurgulayayım, İstanbul’un 1,5 milyondan 15 milyona çıkması filan benim için çok dert değil çünkü kentin ve metropolün ne olduğunu anlayacak kadar bilgi birikimimiz var. Ama “Burada, her şey böyle, bugün olmakta olduğu gibi mi olmalıydı?” sorusuna kafayı taktığınız zaman kent, kamusal alan, kamusal mekân, hafıza, kentsel aktörler, kent kültürü, kentte ikili yapı, çelişkiler, çatışmalar, uzlaşmalar…
Bunlarla ilgili konuşmak ve kafa yormak gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla bir kere, bir yaşam alanı olarak, benim biricik yaşam alanım olarak İstanbul’la çok ilgiliyim. Var olduğum, ürettiğim bir kentteyim. Burası benim ve sahip çıkmaya çalışıyorum. Yalnızca geçen ay yirmiden çok yazım yayınlanmış bu konuda. İstanbul’la ilgili konularla uğraşmak, dert etmek; son zamanlardaki vahşi dönüştürme, kentsel mekân üzerinden iktidar kurma, irade beyan etme ve sermaye biriktirme siyasetlerini anlamak, anlatabilmek, paylaşmak gerekliliğini de ortaya koyuyor.
İnsan “Ben neyim ki? Bir damla gücüm var. Söyleyebildiğim kadar söyledim” diye düşünebiliyor ama diğer yandan da bakıyorum ki son bir iki yıldır artan bir biçimde kentli olma ve kente sahip çıkma, daha doğrusu Kent Hakkı talepleri gün yüzüne çıkıyor. Demek ki belki de bir şeyler becermişiz. Bizim de buradaki görevlerimizden bir tanesinin bunu sürekli gündemde tutmak, irdelemek olduğunu düşünüyorum. Mesela bu söylediğin Mega Projeler panelini MSGSÜ sınırları içinde de yapabilirdik ama hem biraz daha farklı bir kesim ile konuşabilmek, hem verdikleri destek hem de konumunun ilginçliği nedeniyle Armada Otel’de (Cankurtaran) yapıyoruz. O paneli yaparken ilginç bir coğrafi konumda da olacağız. Konuşacağımız yerin altından Marmaray geçiyor, hemen 150 metre ötesinden Avrasya Tüneli çıkıyor öldürücü hava bacaları ile, yarım kilometre uzaklıkta coğrafyayı değiştiren bir Yenikapı Dolgu Alanı bulunuyor, hemen kuzeyinde Boynuzlu Köprü alameti var. Biraz daha içerilere doğru Süleymaniye, Fener-Balat kentsel dönüşümleri, Haliç kıyılarında Haliçport, Sulukule felaketi, Yedikule Bostanları… Böyle 8-10 yerden birden kuşatılmış bir noktadayız. Ama yalnızca burada değil, İstanbul’da nereye gitseniz aynı kuşatılmışlık duygusunu hissediyorsunuz. Bunu burada biraz anlatmak ve paylaşmak gerekiyor. Daha makro düzeyde ben şöyle bir şey söylüyorum; İstanbul’un batısında Kanalistanbul, kuzeyinde yeni Boğaz Köprüsü ve çevre yolları, güneyinde Marmara’nın öldürücü fay kırığı, doğusunda üzerinize abanan müthiş bir sanayi bölgesi ve yaslanan koskoca bir Anadolu gerçeğiyle gerçekten İstanbul içinde klostrofobik bir durum var. Bunu bilim insanları söylediği zaman siyaseten tepki görüyorlar ama inanılmaz gerilimlere ve patlamalara gebe bir konumdayız. Bunu da konuşmak gerek. Umarım bu panel bir anlamda bir takım konuların tekrarından çok bu anlamda konuşmaların ve düşüncelerin de ortaya çıkmasına yardım eder.
Çok basit ve bilinen bir gerçektir bu. Tarihin doğal akışı ve özellikle ekonomi bilimi bir şeyi çok net söylüyor. Belki çağın da gereği budur diyerek; bilinçli-bilinçsiz biçimde İstanbul’da müthiş bir sanayisizleştirme operasyonu yapıldı. Artık burada, sanayiye de dolayısıyla ucuz emek gücüne de, yani gecekonduya da ihtiyaç yok. Küresel olduğu iddia edilen bu Metropolde artık sanayi alanları boşaltılıyor. Geriye bir sürü terkedilmiş alan kalıyor. Yerine ne koyacağız? Kültür endüstrisi, Turizm endüstrisi gibi safsatalar havalarda uçuşuyor. Bunlarla metropoliten bir yaşam kurulabilir ve sürdürülebilir mi, bilemiyorum. Sanayisizleşme başladığı zaman fiziksel mekânda, ilginç konumlarda bir sürü değerli “arsanın” ortaya çıktığını görüyoruz. Buralarda yeni türetilen gruplar tarafından yapılan sitelerdeki insancıklar, oralardaki AVM’leri gezip, bolca tüketip, tenis oynayıp, havuzlarına girerken geçimlerini kültür endüstrisinden, turizmden, hizmet ve finans sektöründen kazanabilecekler mi, onu da bilemiyorum. Bence işte yeni metropolün ezilen sınıfı aslında bu “prekarya” denen insanlar olacak.
Diğer yandan makro ekonomik bağlamda da şöyle bir şey var. Gerçek üretim olmadığı zaman sermaye nasıl kendini yeniden üretecek? Hızlı katma değer için en kolay yol nedir? Dubai’de, Çin’de, Rusya’da gördüğümüz gibi inşaat sektörüne yüklenmekten başka kolay bir çare akla gelmiyor. Dolayısıyla her kriz döneminde de olduğu gibi Türkiye inşaat sektörüne sarılmıştır. İmaj boyalı yapılaşma, imaj boyalı medyadan da yararlanarak bu insanları borca sokar filan. “Hey, yaşasın İstanbul, küresel marka oldu” filan diye yayınlar yapılır bu süreçte, vatandaş da mutlu olur. Sonrasını biliyoruz, Wall Street olur. Yalnızca o tarafı ile önemli değil inşaat sektörü; müthiş bir iktidar oluşturma, sermaye ve güç birikimini de getiriyor, giderek de büyüyor. 3. Havalimanı için 30 milyar Euro gibi rakamlardan bahsedilirken büyük bir inşaat grubunun yaptığı karma kullanımlı kentsel bir facia da iki üç milyar Dolar’lara kadar bir maliyet oluşturabiliyor.
Çark dönmeye devam ettikçe hem inanılmaz büyüklükte, ama gerçek üretime dayalı olmayan ve sürdürülemez bir ekonomik faaliyet oluyor hem de çok farklı güç odakları ortaya çıkıyor. Bu sermaye birikimi değil yalnızca, aynı zamanda bir iktidar paylaşımı ve birikimi de. Herkesin aslında bildiğini ama çok berrak olarak da göremediğini bir daha söyleyeyim; iktidarların yeni yeni keşfettiğini sandığı bu eskimiş oyun sürdürülemez. Artık kentlide de inşaat furyasına karşı bir nefretin, bir tiksinmenin de oluştuğunu görüyoruz. Bir de diğer yandan sürgüne giden sanayi işçisinin, kentsel dönüşüme uğrayan kesimlerin isyanını düşünün. Kentin herhangi bir noktasında, herhangi bir kesiminden insanın hissettiği kuşatılmışlık, satılabilirlik duygusunu düşünün. İşte tüm bunlar, tarih boyunca kentsel gerilimlere ve isyanlara neden olmuştur. Sokağın isyanıdır bu, temelinde belli bir sınıfsal kesimin olmasına da gerek yoktur doğrusunu isterseniz. Sadece varoşlar değil, burjuvalar da derinden etkilenirler bu durumdan. Yeniköy’de, Adalar’da, Göztepe’de, Levent’te, beklenmedik bir sürü yerde insanlar baskıya ve başlarına gelebilecek şeylere karşı hayır demek için ayağa kalkabiliyor.
Noam Chomsky sürekli davet edilip de bolca konuşma yaptığı Occupy Wallstreet sürecinde sokaktakilere şöyle bir şey söylemişti; “Peki şimdi ne yapalım? meselesine kadar geldi iş. İsyan ettiniz, işgal ettiniz, duruldunuz, forumlara geçtiniz. Herkes talebini söylüyor, gayet demokratik bir ortam oluştu. Yeni bir kentsel demokrasi denemesi içindesiniz. Peki şimdi ne yapalım? diyorsunuz” Yanıt olarak diyor ki, “Yapılacak şey, gündemi politikacılara bırakmayıp kentlinin kendi gündemini yazmasıdır”. Yani tıpkı İstanbul Sözleşmesindeki gibi taleplerini dile getiren bir sözleşme oluşturulmasıdır. Böylece politikacılar ya da adaylar, bildik safsataları ile ayağına geldiği zaman ona: “Bak arkadaş, biz seni çok dinledik, artık dinlemiyoruz, şimdi sen bizi dinliyorsun. Bu bizlerin çalışma gruplarımız tarafından üretilmiş bir talepler sözleşmesidir. Sen bu sözleşmenin altına taahhüt imzanı atarsan belki (ama belki) sana oy veririz” demeleridir bundan sonraki adım. Ancak burada da ümitsiz olmak istemem ama bir önceki seçimlerde de kimi yerlerde bu denendi.
İstanbul’da en azından benim yaşadığım yerdeki belediye başkan adayı bize 10-12 maddelik bir taahhütte bulundu. Fakat belki günlük siyaset, ilişkiler, dengeler bu vaat maddelerinin birçoğunu gerçekleştirmesini engelledi. Tam bu noktada da gerçekten sürekli denetim mekanizmalarına ihtiyacımız var. 15 milyonluk bir toplumda epeyce zor belki ama aktörlerin sürekli demokratik denetimleri ve baskılarıyla oluşabilecek bir şey bu. Ama siyasetçilerimiz öyle abesle iştigal edebiliyor ki… İBB başkanı ve mimar ortağı Haliç Köprüsü ile ilgili kendisine yöneltilen itirazlara “Başka nasıl olurdu, bilen var mı; itiraz edeceklerine gelip söylesinler” diye karşı çıkabiliyor. Bir sürü insan çığlık çığlığa “Köprü yerine tünel de yapılabilirdi, bu dört boynuzlu köprü tek boynuzlu da olurdu, o boynuzlar Avrupa yakasında biraz daha geriye yatık olurdu, siluette de algılanmazdı. Peki ama ortasındaki durağı neden bir yakaya çekmediniz de tam oraya, ortaya koydunuz?” gibi şeyler söylemişti, ben de söyledim. Ama duymuyorlar ki! Veya duyuyorlar da etkilenmiyorlar. Belki uykuları kaçıyor, bizlere beddua ediyorlar, küfürler ediyorlar ama yine de duymazdan, anlamazdan geliyorlar. Bu nasırlaşmış ruh halini anlasaydım zaten ben de sıkı bir politikacı olurdum. Karşında bir sürü düşünen adamıyla, mühendisiyle olağanüstü sayıda nitelikli düşünen insan var, sana alternatifini de söylüyor. Daha ne istersin? Eskiden “Köprüye hayır” dediğimiz zaman bizi gırgıra alırlardı “E ne yapacağız? Uçarak mı, sandalla mı geçeceğiz?” diye. “Hayır elbette, ama bunu bir gösteri haline getirmeyin, bir sürü düşünülecek düzenlenecek yanı daha var bu işin”. Artık hayır derken, yanı sıra alternatifini koyabilen bir toplum haline geldik.
Görüyorum ki toplumun pek çok kesiminin zekice alternatifler üretebilme kapasitesi de var artık. Basit bir örnek sana; Bir İstanbul taksi şoförü bile “3. Köprüyü ta oraya, ormanların ortasına yapacaklarına yıkılmak üzere olan şu birinci köprünün her iki tarafına birer köprü yapsalar. Eskisi nasıl olsa çürüdü, sonra da onu yıksalar” diyecek kadar kafayı yorabiliyor kendini ilgilendiren bir konuya. Bunu olası bir alternatif olarak bir taksi şoförünün önerebilmesi ama “koskoca” İBB Başkanı, doktoralı mimarın düşünemiyor olması, ya da ulaştırma bakanımızın algılamıyor olması olanaksızdır. Burada tek anlayabildiğimiz, her zaman Türkiye’de “iktidarların kulları ile iletişimi reddetme halinin” var olduğudur. İletişimi reddedince toplumsal kesimler de doğallıkla daha çok bağırma ihtiyacı duyuyor. Daha çok bağırdıkları zaman da “İşte siz isyancısınız, bozguncusunuz” gibi ithamlarla karşılaşılıyor. Bu sefer alternatifler üretilemeyip daha marjinal karşı çıkışlar ortaya çıkmaya başlayabiliyor. İyi bir şey mi bu, bilemiyorum.
Politik bir cevap olacak belki ama; bir kere herkes kendi işini iyi ve özellikle de dürüstçe yapsın derim. Ahlaklı yapsın. Etik olsun. En iyisini yapmak isteyen adam başlarken kendisine çok iyi danışmanlar bulur. Toplumun örgütlü-örgütlenememiş-ötekileştirilmiş tüm kesimlerini anlar, gerçekten sözlerini dinler. Sözleri duyulmayan kimi fısıltılar, inlemeler var, onlarla empati kurar… Kaynayan bir aktörler çoğunluğu ve çıkarlar sahnesi bu İstanbul. Müthiş bir şeydir bu. Ben bugüne kadar yirmiden fazla yazımda en az kendisi kadar İstanbullu olduğumu düşündüğüm Kadir Topbaş’tan bahsettim, kendisine ricalarda bulundum. Yazdıklarımı okuyorsa belki benden nefret ediyordur, ama bir dakika: Esas amacım “Ne olur sözümüzü duy. Bak, şunu şöyle yapabilir miyiz? Rica etsek acaba bizi 5 dakika dinler misin?” demekti. Bunun da çok uygarca bir hakkım, tam da Kent Hakkı dediğim şey olduğunu düşünüyorum. Maalesef bütün diyalog yollarını kapalı tutuyorlar. Onlarca şey var, anlatmakla bitmez. Ne diyeyim: Devam!