14. Venedik Mimarlık Bienali'nde ilk kez yer alacak olan Türkiye Pavyonu'nda işleri sergilenen biri olan Alper Derinboğaz ile Venedik Mimarlık Bienali ve geçici olma durumu üzerine konuştuk.
Alper Derinboğaz: Üretilen iş ister yapısal olsun, ister görsel, temelleri zihinsel bir altyapıya dayanmalıdır diye düşünüyorum. Aslında tasarımcının işleriyle bütünlüğü olmadığı sürece ortada bir tasarımcının olmasının da anlamı kalmıyor. Postmodernizmin bir sendromu olan “everything goes” dediğimiz “her şey olur” durumunu çok sakıncalı buluyorum. Öte yandan mimar olarak zaten birçok cenderinin içinden geçerek tasarım fikirlerimizi gerçekleştiriyoruz. Bu çerçeveden bakınca müşteri ihtiyaçlarından tutun uygulama problemlerine kadar birçok zorluğun arasında ayakta kalabilen tasarım düşünceleri üretmek sürecin en önemli unsuru oluyor.
Tasarım düşüncesini geliştirmek ise piyasa koşullarının getirdiği hızlandırılmış sentetik süreçlere karşı durmadığınız sürece mümkün olmuyor. Ben de mümkün olduğunca bu süreçlerde veya akademik ve sergi işleri çerçevesinde bu zamanı oluşturmaya çalışıyorum. Salon’da da ekip olarak bu çalışmalar etrafında şekillenen düşünceleri projelerin konsept aşamasından uygulama aşamasına kadar her katmanda tartışarak hayata geçirmeye çalışıyoruz.
Murat Tabanlıoğlu bir gün aradı ve davet etti, ben de ilk defa yer alacağımız Bienale dahil olmaktan çok memnun olacağımı belirttim. İTÜ’deyken öğrencisi olmuştum ve birlikte yeryüzeyi adında bir dönem projesi hazırlamıştık, sonrasında o proje “UIA 2004 Celebrating Cities” kapsamında ödül almıştı. Türkiye bienal ekibinde ise farklı karakterlerde insanlar biraraya getiriliyor. Üç fotoğrafçı, bir medya sanatçısı katkı sağlıyor, ben de mimar olarak yer alıyorum. Murat Tabanlıoğlu’nun küratör olarak yer aldığı, Pelin Derviş’in koordinatör olduğu bu seçki içerisinde yer almak çok onure edici. Ayrıca bu az bulunur profesyonel çalışma ekibi yeni fikirler üretmek ve uzun süredir düşündüğüm bazı işleri de hayata geçirmek için çok güzel olanaklar sundu.
Koolhaas’tan gelen esas tema “absorbing modernity” çerçevesinde, Murat Tabanlıoğlu kendi yaşam hikayesi, yaşadığı ve içerisine girdiği mekanlar üzerinden bir kurgu oluşturup bize aktardı. Biz de onları belirli lokasyon ve ölçeklere odaklanarak, kendi açımızdan okumaya, anlatmaya, düşünmeye ve üretmeye başladık. Üç alan üzerinde çalıştık, Bab-ıali, Karaköy-Salı Pazarı-İstiklal Caddesi üçgeni ve Büyükdere Caddesi, Levent’e odaklanmış üçüncü bölge. Aslında tarihi olarak da bir sıralama var.
Bugünkü durumdan geriye gitmek, Büyükdere’de nasıl bir gelişim gözleniyor, Tarihi Yarımada’nın, İstiklal Caddesi’nin oluşumunda da yer alan bazı etmenler, Büyükdere’de de gözleniyor mu diye incelemek istedim. Günümüzden geriye doğru bir okuma yapmak ilginç geldi bana. O yüzden çalışmam Büyükdere ağırlıklı oldu.
Bu mekanların hafıza mekanları ile kurdukları ilişki birbirilerinden çok farklı, temelde ortak bir perspektife oturtan bazı ipuçları var. Hepimiz bu ipuçlarını okumaya çalıştık. Benim çalışmamın özelinde, kentin hafızası, topoğrafyanın hafızası hakim. Kenti insan hafızasından okuduğumuz bir yer olarak değil de fiziksel hafızadan okunduğu bir ölçek üzerinden çalıştım. Boğaz Köprüsü’nün açılması kent hafızasında dramatik bir değişiklik yaratıyor, aynı şekilde İkinci Boğaz Köprüsü’nün açılması merkezi kuzeye kaydırıyor. İstanbul’un merkezi bir dönem Tarihi Yarımadayken, Galata Köprüsü’nün açılmasıyla merkezin Karaköy’e kayması, Tünel’in açılması ile Karaköy’den Tünel Meydanı’na ve tüm İstiklal’e kayması gibi kent hafızasında daha altyapısal ve politik etkiler var. Noktasal bir perspektiften bakmaktansa üst ölçekteki bir hafıza nasıl şekillendi, hangi dönemler içerisinden geçti, nasıl izleri oldu ve bizi nereye doğru götürüyor, daha çok bu başlıklara odaklandım.
Eskiden, Büyükdere Caddesi’nin batı yakasındaki arazilerde gayrimüslimlere ait tarlalar varmış, sonrasında bu araziler fabrikalara dönüşüyor, çünkü çok büyük ve fabrika olmaya elverişli araziler ve birden emlak fiyatları ve bölgenin anlamı değişiyor. Yine de kent perspektifinden bakıldığında çok değerli değiller. Ardından köprünün açılması ile birlikte bu alanlar plazalara dönüşmeye başlıyor, 2004 senesi metronun açıldığı dönemde de kiralar ve arsa satış değerleri inanılmaz bir artış gösteriyor. Bu dramatik değişimler üzerinden aktarılan bir çalışma diyebiliriz.
Gültepe çok ilginç bir dokuya sahip, benim çalışmam da o bölgeye doğru kayma gösterdi, fiziksel yapısından ötürü. Absorbing Modernity temasından yaklaşırsak, insan nüfusunun hızla artması ile baş eden bir takım mekanizmalar öneriyor modernizm. Kat karşılığı binalar da nüfusla çok farklı bir başa çıkma örneği gösteriyor. Modernitenin stil olarak değil ama içerik olarak Türkiye’deki yansımaları, yanlış anlamaları veya versiyonları üzerinden bir okuma yapmaya çalıştım.
İlk başlarda bu konular üzerinde konuşulmuştu. Özellikle modernizm açısından bakıldığında aslında Ankara çok daha kurgulanmış ve kapsamlı bir duruma ev sahipliği yapıyor. Fakat bence moderniteye Türkiye bağlamında farklı bakabilmek adına İstanbul’a odaklanılması olumlu oldu diye düşünüyorum.
Ekipte herkes modernizmin bildiğimiz anlamdaki okuması dışında üretimler yaratmaya çalışıyor. Hiçbir zaman modern bir kent planlamasına ya da modernist binalara maruz kalmış, onlarla çok iç içe bir dönem geçirmedi aslında İstanbul.
Herkesin iç içe geçtiği bir kurgudan çok, belirli noktalarda birbirimizden etkilendiğimiz, belirli noktalarda ayrıldığımız, aynı hikayenin beş farklı yansıması söz konusu diyebiliriz. İşler birbirine yaklaşmıyor ve ilgilendiği konular üzerinden farklılıkları gösteriyor. Türkiye mimarlığının tanıtımı gibi değil ama kendi içimizde Türkiye mimarlığı için anlamlı noktaları okumaya ve yansıtmaya yönelik bir çalışma yaratmaya çalıştık.
Bir tasarım biçimin temsiliyetindense, bir araştırma fırsatı olarak görmeye çalıştım bu süreci. Dediğin gibi bir geçicilik söz konusu. Etkileyiciliğin söz konusu olduğu bir durumun ötesinde bir ürün vermek daha cazip geldi bir anlamda.
Bir araştırma yapmak, sonrasında bir kitaba dönüştürülmesi, devamında başka araştırmaların bir altlığı olmasına yönelik olarak çerçevemi biçimlendirdim. Bir düşünce biçiminin ya da belirli bir fikrin ağırlıklı olmasındansa araştırmaların ağırlıklı olarak bazı sözlere dönüşüp dönüşmemesi adına kısıtlamaya çalıştım. Tamamen temsileyete dönüşmesi ve geçici olması sorununu aşmak için böyle bir strateji izledim.
Bir sergi için büyük diyebileceğim ürünler söz konusu. Belirli haritamalar ve belirli okumaları üç boyutlu olarak betimlemek adına en iyi yol olduğunu düşündüğüm ve uzun süredir üzerinde çalıştığım CNC dijital üretim yöntemini kullanıyoruz. Malzemelerin belirli boyutları var, taşınmasının ve gümrükten geçirilmesinin belirli kısıtları var. Ürünlerin Venedik’e gittiğinde taşınma sorunu ve pencerelerden içeri yerleştrilme zorlukları var.
“High density foam” denilen yüksek yoğunluklu poliüretan kullandık. Bu malzeme çelik konstrüksiyonlarla güçlendiriliyor ve endüstriyel ölçekli cnc ile işlemeler yapılıyor.
Üretim Tuzla’da yapılıyor ve gemilerle Venedik’e taşınacak, fiziksel olarak büyük bir çalışma sanırım..
İki buçuk metreye iki buçuk metrelik rölyefler. Aslında üç metrelerden başlayıp iki buçuk metereye kadar düştü. Buradan Venedik’e ulaşabilecek en büyük boyutta çalışıyor oldum. İtalya’ da gümrüğe girebilecek sandık boyutundan Arsenale’ de pencereden geçebilecek maksimum yüksekliğe kadar birçok etmen var. Bir duvarda beş tane analog iş olacak. Fikirle bütünleşik bir noktada eleştiren, bir noktada gösteren ve bir noktada da geleceğe dair spekülasyon yapan üç tür katmandan oluşuyor.
Evet bu aşamada Venedik’te kalacak diyebiliriz. Daha sonra ne olacağı konusunda hem maddi hem de planlı bir süreci yönetmek gerekiyor. Bunun için çeşitli planlamalar yapılıyor bildiğim kadarıyla.
Bu çalışmaları bir seri gibi düşünmek, ya da daha kapsamlı bir araştırmaya dönüştürmek gibi bir fikrim var. Planemetrik çizim mimarlara hitap eden bir anlatım biçimi. Ürettiğim çalışma A4 kağıtlara basılsa da okunabilir, fakat boyutları büyük tutarken yaratacağı etkinin farklı olma durumunu biliyor ve belirli bir kitleye hitap edeceğini tahmin edebiliyorsun.
Bu sadece Bineal’in de konusu değil, EXPO’ların ve sergilerin de problem edinmesi gereken konulardan bir tanesi. Örneğin Tasarım Bienali’nde 1 sene önce bir çalışmam yer almıştı, Bienal bittikten sonra bize geri verdiler, üretim için büyük araştırma yapıldı ve bütçeler harcandı, tüm dünyada güncel tasarım ve sanat yayınlarda yer verildi ama sonrasında ofiste sergiler bulduk kendimizi. Çok mutluyuz burada olmasından ancak mekan olarak bir dönüşüm içinde olması güzel olabilirdi.
İş bittikten sonra bu çalışmalara ne olacağınnın düşünülmesi, planlanması gerekiyor. İngiltere’nin olimpiyatları alması ya da Çin’de EXPO’su da söz konusu olabilir. Bu anlık durum ve güçlü enerji geçtikten sonra neye dönüşüyor, amacı ne olmuş oluyor, daha fazla düşünülmesi gerekiyor.
Hızlı üretime paralel olarak geçici ve anlık çalışmaların artması. Üretimin ve tüketimin normalleşme durumu söz konusu. Tabii ki geçici üretimlerin desteklenmesi, sergiler, Bienaller yapılması gerekiyor. Fakat bu hızlı tüketim dünyası içerisinde kalıcı mimarlık ürünlerinin, yapıların da ömürlerinin kısalması ile paralellik gösteriyor.
Venedik Bienali çalışmalarımda iyi bir ekibin katkısı oldu diyebilirim. Öncelikle Ömer Kanıpak ve Enise Burcu Karaçizmeli kentsel araştırmalar ve bunların makaleye dökülmesi konusunda rol aldılar. Üretim sürecinde Salih Küçüktuna CNC çalışmaları konusunda, Salon ekibinden Ahmet Ünveren, Zoe Georgiou, Mete Cem Arabacı dijital haritalamalar kapsamında çalışmalarda bulundular. Aynı zamanda ortağım Melike Altınışık bir çok anlamda destek oldu. Bunların ötesinde teorik çerçeve kapsamında Murat Güvenç ile yaptığımız söyleşiler ve akademik çalışmaları yol gösterici oldu.
1 Yorum
Yazı arkitera da yayınladığı ve mesleğimin yayını olduğu için yazıyorum, oysa İstanbul’lu hele üstüne üstlük mimar olup şu anda 788 defa okuyup da hiçbir yorumda bulunmayanlara şaşıyorum. Tepki için değil ama lakayt kalınmaması için diyorum.
Vapurlar bir araçtır amaç çeşitli yerlere ulaşımı sağlamak. Bunların yerini alan herhangi bir vapurla da bu ulaşım işi yapılır. Ama Boğazın, İstanbul’un simgesi olunca korunması sahiplenilmesi yaşatılması gerekir.
Farketmiyor; cep telefonlarından başımızı kaldırmıyoruz ki biz onları görmüyoruz bile, hiç bakmıyoruz ki. Sadece binip, gidiyoruz.
Televizyoncu soruyor: Hun Devleti vizeyi kaldırmış tatile gitmek ister misiniz? Niye olmasın yaz da geldi. Deniz, hem ucuzdur da orası giderim valla.
Buraya gidebilmek için yeni vapurlardan koyacaklarmış. Binip gidersiniz.