Avustralya'nın kültürel planlama ve kamusal sanat danışmanlığı için 1988'de kurulan Brecknock Danışmanlık Ofisi'nin yöneticiliğini sürdüren Richard Brecknock ArkiPARC 2008'in konuğu olarak İstanbul'daydı.
Brecknock ile kentsel ve kültürel stratejilere yaklaşımı ve çalışmaları hakkında bir söyleşi gerçekleştirdik.
Richard Brecknock: Aslında, kültürel planlama fikrinin orijini İngiltere’dir. Kendini kültürel plancı olarak görenler, kültürel aktiviteleri planlarlar, bu nedenle temel olarak kültürel etkinliklerin planlama, tasarım, yönetim ve finansmanı ile iştigal oldukları söylenebilir. Sadece küçük bir kısmımız, bu bağlamı genişletip şehirlerin kültürü alanına da çekiyoruz. Böylelikle, bu alan içerisinde kent plancıları, kentsel tasarımcılar ve yerel yönetimler ile beraber çalışıp, insanların, yaptıkları her şeyin kültürel boyutunu düşünmelerini sağlıyoruz.
Köprüler olsun, yollar olsun, ulaşım sistemleri olsun, inanıyorum ki bunların hepsinde, inşa edilen her şeyin kültürel bir yüzü vardır. Kültür, yaptığımız her şeyin temelini oluşturur. Bir binaya olan yaklaşımımız, yeni kültürel bir faaliyete olan yaklaşımımız, hepsi bizim taşıdığımız kültürel birikim ile değer kazanır. Örneğin, bir Türk mimarın belirli bir temeli vardır, bununla birlikte bir kültür anlayışı taşır ve bunu da binalara nasıl yansıtacağını bilir.
Modernizm, insanları küresel bir perspektif içerisinde tasarlamaya yöneltti. Modernizm karşıtı değilim, beni yanlış anlamayın. Ama, her şeye kültür perspektifinden, vakıf olduğumuz kültür üzerinden yaklaşmamız gerektiğini düşünüyorum. Başlangıç noktası bu. Buradan sonraki adımda ise, şehirlerimizde yaşayan diğer insanların kültürlerinden haberdar olmalıyız. Çünkü özellikle çalıştığım Batı şehirlerinde kültürel çeşitlilik çok büyük bir mesele. Fakat plancılarımız ve tasarımcılarımız bu çeşitliliği işlerine yansıtmıyorlar maalesef.
RB: Brecknock Danışmanlık Ofisi, Avustralya genelinde, çalışma alanları ve sunulan hizmetler açısından tek. Bizimle aynı çerçeveyi paylaşan başka kimse yok çünkü biz projelere kentsel-kamusal sanatı entegre etmekten, büyük çaplı kültürel planlamaya kadar değişen bir ölçekte çalışıyoruz. Adelaide, Melbourne ve Brisbane’de yer alan toplam üç ofisimiz var. Bunun dışında, İngiltere bazlı düşünce grubu Comedia UK’in bir parçası olarak çalışmalarım var. Odaklandığımız alanın büyük bir kısmını ise yerel yönetimler, yatırımcılar ve kentsel tasarım ekiplerine hizmet vermek oluşturuyor.
RB: Aslında oldukça eski bir proje olduğunu söyleyebilirim. Orada amacımız, şehir içerisinde yer alan üç alanda sanat eserlerinin nasıl yerleştirileceğine dair bir stratejiyi duyurmaktı. Sokak yenilenmesi, park alanlarının geliştirilmesi gibi kentsel tasarım projeleri kapsamında satın alınacak entegre sanat eserleri. Aynı zamanda, oldukça güzel, normalde bir galeride ya da heykel parkında öylece duracak nitelikte sanat eserlerini, kamusal alana çekmekti.
RB: Kamusal mekan. Sokaklar, parklar, meydanlar, özel mülkiyet olsa dahi kamunun ulaşabileceği mekanlar.
Kamusal sanatın planlanması meselesine gelince, Brisbane şehrinde kültür ve planlama dışında ekonomik ve sosyal boyutlara da sahip bir masterplan oluşturduk.
Bu master planın kamusal sanat açısından önemi, bizim orada neyin nerede yer alacağını değil, Brisbane’in kamusal sanatının temelindeki öznitelikler ne olmalıdır sorununu kavramsallaştırmamızdı. Biz burada, kamusal sanat ile ne türden mesajlar göndermeye çalışıyoruz, bunu göstermekti. Böylelikle Brisbane ve hissedilebilen niteliklerine dair bir anlatı oluşturduk. Brisbane’de olmak nasıl bir şey, şehrin içerisinde hareket ederken insanlara bunu nasıl aktarırız gibi…
RB: Kesinlikle farklı. Üç ayrı alana bölündük ve “geçiş halinde deneyimlenen” sanat eseri üzerine düşündük. Bu eserlerin doğasında, bir yoldan geçerken ya da bir plazada ilerlerken gördüğünüz, bir ara sokakta karşınıza çıkan şeyler olmaları yatıyor. Bir sonraki aşamada ise etkileşim ile ilgilendik. Gündelik yaşamınızda etkileşim kurduğunuz, bir meydanda görüp çekildiğiniz eserlerin doğası ve kalitesi üzerine, Şikago’daki Millenium Park örneğinde olduğu gibi, ailelere ve çocuklara hitap eden, etkileşimli bir perspektife sahip örnekler hazırladık.
Üçüncü ve kentler için en çok önem taşıdığına inandığım ise, etkiler hakkında sanat eserleri. Bunlar, aslında bir nevi yer ve şehre dair hikayeler anlatmak gibi. Kuytu bir parkın sessizliğinde karşınıza çıkabilecek, oturduğunuz bankın önünde yer alan küçük bir şiir örneğin. Bu suskun anlara dair şeyler, keşfedilecek şeyler. Ve sonra bunların üzerinde “temaşa”da bulunuyor, düşünüyorsunuz. Yanlarından geçip giderken okuduğunuz “geçiş hali” çalışmaları gibi değil.
RB: Kesinlikle, bu küçük elementler, baharatların kokusu, sunumda da gösterdiğim kırık narlar… Bunlar keşfedilmesi gereken şeyler. Ve gördüğünüz anda sizinle bağ kuruyorlar.
Şehriniz üzerine biraz daha derin düşündüğünüzde, burada bir misafir olmanız ya da buranın yerlisi olmanız fark etmeden, burada yaşayanların profilini, burada yaşamanın nasıl bir şey olduğunu ve tüm bu düşüncelerin nasıl oluştuğunu ortaya koyabilmek.
RB: Bu soruları açalım öncelikle. Uzun yıllardır mimari projelerdeki alımları yüklenen bir analist olarak öğrendiğim, sanat eserinin hep “sonradan düşünülen şey” ya da “alınıp eklenilen bir obje” olarak değerlendirildiği oldu. Tüm kariyerim boyunca da sanatçıların mimarlarla ortaklaşa çalışabilecekleri bir olanak platformu geliştirmeye çalıştım.
Bu her zaman böyle olamıyor tabii ki, bazen müşteriler, mimarlar binalarını tasarlamayı bitirdikten sonra “biraz paraları olduğuna” karar veriyor ve sanat eserini alma sürecini başlatıyorlar.
RB: Evet, burada da mimarlıkta ve kentsel tasarımda da olduğu gibi her zaman bir “hokus-pokus” olur. Projenin tamamına dair ihtiyaçları karşılayabilmek için hemen hemen her şey bazı değişikliklere uğrar. Biz, bağlamsal aşamada sanatçıyla çalışıp, ileriye götüren ve her an yeni sanatçılar aramakta olan yetenekli küratörlerle çalışıyoruz. İlk etapta kavramsal ya da küratöryal olarak adlandırdığımız çerçeveyi kurmaya çalışıyoruz, ki böylelikle projenin henüz başında sadece sanat eserini koyacak bir kutu değil, içerisinde düşünülecek bir strüktür oluşabiliyor. Bu strüktür, sanat eserinin nasıl görüneceği üzerine değil, eserin iletişim kurmak için yapacakları ve nasıl hissettireceği hakkında. Bu ve benzeri çalışmaları bireysel projeler üzerinde de gerçekleştiriyoruz.
RB: Aslında yerleri var, hem de oldukça geniş. Bazen, o belirli yerle ilgisi çok daha fazla olan yerel sanatçılarla çalıştığımız oluyor. Aslında, bu projenin doğasına bağlı. Bu konferans süresince liman projelerine yönelik referansları görmek ilginç oldu doğrusu. Firma olarak, Hamburg ve diğerleri ile adı anılan Melbourne Limanı için çalışmalarda bulunduk. Herhangi bir kamusal bağlantısı olması gerekmeyen, oldukça büyük mimari projeler oldu, ama bunlar, temelde kahverengi alanlarda, konutların olmadığı, konutlarda ikamet eden bir topluluğun olmadığı yerlerde. Buralarda, ticari bir konut alanı inşa ederek, insanları buraya çekiyorsunuz. Bu durumda sanat eseri için tam da aradığımız işi yapabilecek, en iyi sanatçıları bulmak gerekli oluyor. Çünkü zaten, kamu ile ilişki kurma ihtiyacı yok.
Ancak, örneğin bir sokağı düzenliyorsanız bunu yapabilirsiniz. Şu anda Adelaide’da küçük bir proje üzerinde çalışıyoruz. Sanatçılar yerel tüccarlar ile birlikte, dükkanlarda onların hikayelerini toplamak için çalışıyorlar. Tüm bu hikayeler, kaldırımlardaki çalışmalarda yansıtılacak. Çalışma kapsamındaki eserlerin bir kısmı kaldırım üzerinde yer alacak, bir kısmı ise heykelsi parçalar. İşte bu, hikayeleri toplayıp anlatmak üzerine.
Toparlamak gerekirse, sanat eserleri küçük kamusal projelerden çok büyük çalışmalara değin değişen bir ölçekte, 50.000 – 2.000.000 Avustralya Doları arasında değişen maddi değerlerde olabiliyor.
RB: Bilemiyorum, bu kamusal sanattan çözmesini beklemek için çok büyük bir mesele. Bizim kültürel planlama işlerimiz açısından bakarsak, hiçbir zaman kapılarında güvenliğin beklediği, çitle çevrilmiş gerçek “kapalı kapı toplulukları”nda çalışmadık. Fakat Avustralya’da Planlanmış Konutlar olarak adlandırılan tipte yapılarda çokça çalıştık. Yeni Kentleşme / New Urbanism’i yansıtan tamamıyla planlanmış bir topluluk. Yatırımcılar her şeyi planlıyorlar, yolları, binaları, yeni kent merkezlerini, rekreasyon alanlarını. Sosyal plancılar bir tür kamusallık hissiyatı oluşturmak için çalışıyorlar. Biz bu türden alanlarla kamusal sanat eserlerinin satın alınması kapsamında çalışıyoruz. Çünkü, sanat eserlerini kalite duygusu oluşturmak için, insanları buraya çekmek için kullanıyorlar. Kalite, çevresel sürdürülebilirllik gibi faktörler ile birlikte sanata da bakıyorlar. Kapalı kapılar ardında olmasa da “planlanmış konut” projelerinde önem taşır hale geldi bu etmenler.
Buralar, çoğunlukla genç çiftler ve emekliler gibi belirli özelliklere sahip insanları çekmek için tasarlanmış durumdalar. Sanırım, dedeler ve torunları tarzı bir ilişki. İnsanlar, kendileri ile aynı demografik özellikler taşıyan diğerleri ile çevrili oldukça rahat bir yaşam arıyorlar, örneğin okulda karşılaşmayı umacakları bir güruh. Bu nedenle kalite çok önem taşıyor ve sanat da bunun önemli bir parçası.
RB: İstanbul kocaman bir şehir ve ancak küçük bir kısmını görebildim ben. Ancak, gözlemlediğim kadarıyla yeni gelişim alanlarında bir sorun olduğu söylenebilir. Elbette konferans sırasında sunulanlar ve uçaktan gördüklerim hariç buraları görmedim. Ama kısıtlı da olsa gözlemlediğim şu ki, İstanbul’un mirası olan zengin kültürün derinliği ve karmaşıklığı, bu alanlarda yansıtılamamış durumda. Çağdaş mimari örnekleri olarak gördüklerim dünyada herhangi bir şehirdeki çağdaş mimariyle eş değer. Görsel olarak, örneğin Dubai’deki binaları İstanbul’dakilerin yanına yerleştirmek hiç de zor değil. Ben bunun üzüntü verici olduğunu düşünüyorum. Elbette, kültürel mirasınızın Disney Dünyası halini önermiyorum alternatif olarak.
RB: Evet öyle. Fakat mimarların uğraşması gereken konu işte tam da bu. Mimarlık ve kentsel tasarım hiçbir zaman kolay disiplinler değildir bildiğiniz üzere.
Avustralya’daki kentsel tasarım ve mimarlık firmaları ile “Kültürel okuryazarlık” olarak nitelendirdiğim kavram üzerinde pek çok çalışma yaptım, aynı konu üzerinde Norveç ve İngiltere’de de konuştum geçen sene içerisinde. Kültür ve yapılı çevre üzerine olan atölye çalışmalarının sonunda insanlar bana “Ama biz bu konuda ne yapabiliriz ki?” diye soruyorlar. Benim bu soruya cevabım şu: Verdiğiniz her karar kültüreldir, bir parça kağıdın üzerine çizdiğiniz her çizgi, kültüreldir. Verdiğiniz her kararı, kendi kültürünüz üzerinden yola çıkarak, ya da diğerlerinin kültüründen haberdar olarak değiştirebilirsiniz. Budur kültürel okuryazarlık olarak nitelendirdiğim. Kendi kültürünü bilmektir, toplumdaki diğer insanların kültürleri hakkında bilgi sahibi olmaktır. Bir dil bilir gibi, matematik bilir gibi, fen bilir gibi. Ve bu konuda o bilgiyi kullanabilecek derecede eğitimli olmaktır.
Sorun şu ki, kültürel açıdan, yapılı çevre ile ilgilenen profesyoneller bu bağlamda okuryazar değiller. Mimar olmak üzere eğitim almışlar, bir şeyleri “işler hale getirmek” ve “güzel görünmesini sağlamak” üzere yetiştirilmişler. Ve tabii ki buradan şu eski “mesleki silolar” meselesine dönüyoruz. Mühendisler, mühendislik işlerini yapıyor, mimarlar mimarlık, peyzajcılar ise “yeşil işleri” hallediyorlar. Ve doğrusu, çoğunlukla çalıştığımız projelerde, “Neden bunu böyle yapmıyorsunuz?”, “Bu şekilde de yapılamaz mı?”, “Peki ya…” gibi cümleleri kuran sadece ben oluyorum. Peyzajcılar, mimarları mimarlık hakkında eleştirmiyorlar. “Bu şekilde yapılmasını istiyorsanız, bu şekilde yapılır” diyorlar sadece.
Disiplinlerarası bir çalışma olması lazım. Avustralya’da kamu genelinde bir “çok disiplinli çalışma” kavramı dolanıyor, ki bana sorarsanız bunun getirdikleri sadece silolarla dolu bir oda. Disiplinlerarası kelimesi ise, kapıların açıldığı, herkesin silolarından çıktığı ve takım olarak çalıştığı bir yapıya işaret ediyor.
Kültür ve yaratıcılığın şehirlerle olan ilişkisinden bahsederken ilk etapta bu meselenin ne kadar büyük ve birbirine geçmiş olduğunu söylemek gerekir. Benim yapmaya çalıştığım ise, iyi bir mekanı oluşturmak için gereken karakteristik özellikleri ortaya koyan basitleştirilmiş bir model oluşturmak. Temelde, “basitleştirilmiş” modellerde, bu basitleştirmenin doğasından kaynaklanan bir tehlike mevcuttur. İnsanlar, tüm karmaşıklığına rağmen konunun “basit” olduğu yanılgısına kapılabilirler. Asıl amaç ise, oldukça zorlu bir alana giriş yolu bulabilmektir.
Canlılık ve yaşamsallık nosyonlarını kullanırsak, yapılı çevrenin deneyimlenme kalitesi ile ekonomik canlılık arasında cidden ilginç bir bağlantı olduğu ortaya çıkar. İsmail Ertürk’ün panelde bahsettiği gibi artık, yaratıcılık ve endüstrisini vurgulayan “yaratıcı endüstriler”, şehirler için önemli bir arka plan oluşturuyor. Amerikalı Richard Florida’nın, kullanırken pek de rahat edemediğim “yaratıcı sınıf” tanımı, bu alandaki tartışmalara katkıda bulundu. Florida, “yaratıcı sınıf”ın yaşam kalitesini aradığına vurgu yaptı.
Richard Florida’nın bulduğu bir başka gerçek ise, en cezbedici şehirlerin, en müsamahakâr ve açık şehirler olduğu. Çünkü, yaratıcı düşünürler, farklı oluyorlar. Bohem, eşcinsel, siyah vb. olmaya eğilimliler. Ve onlar bir mekanda iyi mekansallık hissi ile birlikte, bu yerdeki insanların hoşgörülü olup olmadığına bakıyorlar. Onlara kucak açılmalı, bu grup istenmeli ve onlara saygı gösterilmeli.
Benim modelim, ayırt edicilik ve açıklık gibi kamusal değerlerle yakından bağlantılı faktörlere bakabilmemizi sağlıyor. Kültür ve yaşam tarzlarına dair değerler, açıklık ve hoşgörüye dair değerler. Ve bunlar, daha sonra, kaynakları değerlendirebilme becerisi içerisinde sahip olduğunuz kaynaklar olarak yer alıyorlar.
Bu kaynaklar kültürel, fiziksel, çevresel ve beşeri olabilir. Rekabet, tüm bunları kullanarak canlı bir ekonomiyi oluşturabilmekte yatar. Ve hepsinin üzerinde yer alan olgu ise yönetimdir. Çünkü bahsedilenlerden hiçbiri uygun yönetimler olmadan gerçekleşemez. Yönetimler diyorum ama bu her tür yerel-ulusal yönetim, kamusal komiteler ya da bu alan içerisinde yönetim ve uygulama sorumluluğuna sahip herhangi bir yönetimsel yapı olabilir. Buna tam olarak bakmadan, diğer kaynakları kullanamazsınız. Bu derece bir risk üstlenmek için cidden yaratıcı olmalısınız, bu cidden önemli bir uğraş konusu.
Bu hiçbir zaman tek bir insanın işi olamaz. Çizelgelerden birinde bunun tehlikesini de göstermiştim aslında. Sıklıkla, güçlü bir lider olduğunda, liderin kendince büyük olarak nitelendirdiği vizyonu da olsa, alınan risklerin çokluğu ve liderin her şeyi kontrol edebildiğine dair tüm tavsiyelere sırt dönen inancı, tüm modeli yıkabilir. Hiç kimsenin gelip de yıkılan bu modeli düzeltmesine de izin vermez bu lider.
Şehirlerde, bir şeylerin yapılabilmesi için, işine bağlı çok sayıda insan gerekir. Aslında, meslektaşım Charles Landry, sıklıkla şehirlerin bin ayrı liderinin olması gerektiğinden bahseder.
RB: Sadece kısa bir süre kalmış olmam nedeniyle Liverpool’un edinimleri üzerine herhangi bir yetki sahibi olarak konuşabilir miyim bilmiyorum, fakat genel bir yorum olarak, bu türden büyük, hatta katalizör olarak nitelendirilebilecek- etkinlikleri gerçekleştirme fırsatına sahip şehirlerin bu süreçten öğrendiklerini değerlendirmeleri lazım diyebilirim. O yılın ötesidir önemli olan. Elbette “yılın…” payesini almak her zaman hoştur, o sene genel olarak bir tür sarhoşluk içerisinde geçer. Fakat bundan sonrası için elimizde kalan ne olacak?
Glasgow gibi Avrupa Kültür Başkentliği yapmış bir şehri örnek alabilirsiniz örneğin. Herkesi son derece şaşırtan bir durumdu, İskoçya denilince kültür başkenti olarak ilk akla gelebilecek Edinburgh’un yerine Glasgow’un seçilmesi. Ki zaten ilk noktada tercih edilmesinin temel nedeni de buydu denilebilir. Glasgow’un kültürü vardı, evet ama kültürü ile tanınmıyordu.
Glasgow, Avrupa Kültür Başkenti payesini aldı, şehrin kendisinin, kamusal alanlarının, tesislerinin kalitesini geliştirmek için çok çalıştılar aslında. Aynı zamanda, o senenin sonrası için de süregelen bir programı sürdürebildiği için yararlanmaya devam etti bu titrden, ve şu anda, öncekinden çok daha farklı bir yer haline gelmiş durumda. Liverpool için ise, dedikleri gibi, jüri karar aşamasında. Bekleyip görmemiz lazım onların bu süreçten edindiklerini nasıl değerlendirdiklerini.
Önemli kültürel faaliyetlerin organizasyonu bakımından, eski şehir merkezinin yenilenmesini sağlamak, projelerin geliştirilmesi, kültürel tesislerin yenilenmesi ve ulusal ve uluslararası düzeyde tanıtım açısından bunu kullanıyorlar, evet.
Detaylı olarak bilmiyorum ama Liverpool ile bu süreçte çalışanlardan duyduğum kadarıyla, kentin kontrolü sağlamaya dönük, konseyli siyasi yapısı değişmeden kalmış durumda. Ve bildiğiniz gibi kültürde yaratıcılık kolay kolay denetim altına alınabilir bir olgu değildir. Süreç ile ilgili karışık yorumlar alıyorum şu aşamada. Tabii ki daha önce belirttiğim gibi bu konuda herhangi bir yetki ile konuştuğum söylenemez.
RB: Evet, kesinlikle. Bu gelecek için çok önemli bir fırsata dönüşebilir çünkü. Örneğin, tekrar Brisbane’e dönelim. Brisbane, Dünya Fuarı’na ev sahipliği yaptı, ve bu ev sahipliği, Brisbane halkının dışarıya çıkıp şehirlerini keşfetmesine önayak oldu. Aslında pek çok bakımdan bir daha da içeriye girmediklerini söyleyebiliriz. Bir anda açık hava etkinlikleri için ne kadar uygun bir ortama sahip olduklarını keşfettiler, ırmağın diğer yakasında, şehrin kıyısındaki fuar alanını dönüştürüp kamusal park alanları, etkinlik merkezleri ve benzer kullanımlı alanlara dönüştürdüler, ve şimdi ofis-konut ve restoranlarla geliştiriyorlar. Keşfettiler ve bırakmıyorlar.
İşte tam da bu, bir kentin ihtiyacını duyduğu bir “miras”. Eğer bir kent, yönetimini özgürleştirmek istiyorsa, kültür başkentliği gibi bir olgu, yönetimsel açıdan yöntemleri değiştirerek, sadece yeni bir kültür merkezi yapmaktan çok daha uzun süreli bir etkiye sahip sonuçların önünü açar.