Sinopale'nin yaratıcılarından biri olan Mahir Namur ile Sinopale'yi ve etkinliğin kente katkılarını konuştuk.
Mahir Namur: Biz Melih hocayla 1999’dan beri birlikte çalışıyoruz. Önce bizim etkinlik şirketimizde danışmanımız olarak başladı. Sonra ekip tamamen değişti ve Elif, Melih, ben ortak olduk. Sonra bir projeden Avrupa Kültür Derneği kurulma durumu doğdu. Çünkü zaten şirkette yaptığımız işler bir şekilde sonunda kar amacı güden işler olmuyordu. Ya idealin olacak ya da para kazanacaksın, uymuyor ikisi birbirine. Biz daha çok ideallere vakit ayırdık.
Avrupa Kültür Derneği büyük bir nework oluşturdu. Amacı yerel, ulusal ve uluslararası düzeylerde kültürel iletişim ve işbirliğini geliştirmek. Biz amacımızda bu iletişimden doğacak bilinç ve içerikten söz ediyoruz. Yani önemli olan ilişkiler, o ilişkileri kurmak, o ilişkilerden yeni dinamiklerin oluşturulması. 2006’ya kadar gerek Türkiye’nin kültür sektörü içinde çeşitli eğitimlerle, gerekse uluslararası forumlarla genç kültür yöneticilerini aktive ettik ve aralarında bir network kurduk, bir araya gelmelerini sağladık. Bu arada 1999’da Marmaris’te çok büyük bir tango festivali organize ettik. Orada kent içi işbirliğini sağlamak, kentin tanıtımını yapmak amaçlı bir etkinlikti. Marmaris’teki otelciler, seyahat acentaları, belediyeciler hepsinin bir araya geldiği bir vakıf oluşturulmak isteniyordu. Bu vakfı senelerdir hayal etmişler, biz gidip teklif götürdüğümüzde vakfın da bir faaliyeti olacak diye kabul ettiler. Biz de 2 ay gibi kısa bir sürede çok büyük bir organizasyon yaptık. Yüzlerce kişi geldi Marmaris’e ve insanlar çok mutlu oldu. Melih istedi ki kendi kentine de bu bilgiyi aktaralım. 2006 yazında Melih bir grup küratör arkadaşını toparladı ve bienalin ilkini tasarladılar. İlk bienalde merkez olarak hapishaneyi seçtik.
Şimdikinden çok farklıydı, o zaman daha çok tek bir alana konsantreydik. Şimdiyse şehrin farklı yerlerini kullanıyoruz. Çok güzel geçti, şimdi gördüğünüz yetişkin asistanlar o zaman çocuklardı. Şimdi hepsi Sinopale’yi sahiplenmiş durumdalar. En önemli yanı budur bienalin. Biz burada bir şey gösterdik ama jenerasyonlar arası eğitime katkısı çok büyük oldu.
Ben aslında mühendisim. Melih sanatçı, Elif mimar.. Biz bu yaptığımızı, tamamen yaparak öğrendik. Bence hayatta en önemli şeylerden birisi insanın deneyimlerinden öğrenme döngüsünü kurgulayabilmesi. Bunu kurgulayabildiğiniz zaman değişim olmuş oluyor. Yani tepeden inme proje yapma şeklinin tam tersi. Birinin çıkıp “ben biliyorum, böyle yapılacak” dememesi. Bunun böyle olmasının sebebi bizim hakikaten bilmememiz. Mesela şehir plancılarıyla çalışıyoruz ama konuya onlar kadar hakim değiliz. Burada önemli olan, öğrenmeye açık insanlarla çalışmak. Çağdaş sanatın açtığı yol “ben bunu yaptım, herkes buna baksın” değildir.
İlk bienal böyle değildi mesela. Melih hoca sayesinde birçok tanınmış sanatçı geldi, çok güzel işler çıktı. Ama herkes gelip hapishanenin duvarlarına bakıp, çağdaş sanat eserlerinin yanından “bu da neymiş” deyip geçip gitti. Ben sanatçı olsam egomdan dolayı “belki anlamıyorlar, geçip gidiyorlar” derim ama ben sanatçı olmadığım için beni ilgilendiren o değil, emek veriyorsam bakılmasını istiyorum. Bizim farklı disiplinlerden geliyor oluşumuz böyle bir gelişimi sağladı. Zamanla gördük ki o işlerden kültürle iletişime geçen sanatçıların işleri en çok etki yarattı. Yani 10 kişiyle 1 hafta çalışan sanatçı o 10 kişiyi gerçekten değiştiriyor çünkü o insanlar kendi şehrine dışarıdan bakma olanağı yakalıyor. Sanatçı için de müthiş bir öğrenme süreci.
Biz ilk bienalden sonra dedik ki dışarıdan gelen işler gösterilmesin burada. Daha çok kültür odaklı işler öne çıktı. Bunun dışında bienale ek olarak paralel etkinlik olarak kurguladığımız şeyler zamanla ana etkinlik haline geldi. Film gösterimleri, özellikle çocuklarla yapılan workshoplar gibi. Mesela Otel 117 binasında ilk yaptığımız workshopta 80 çocuk vardı. İsveç’ten bir grup hoca önce sanat ve eğitim tekniklerini buranın öğretmenleriyle çalıştılar sonra öğretmenler onlar 80 çocukla bir workshop düzenlediler. Şimdi o öğretmenlerden biri 2010’dan beri süren İstanbul Gençlik ve Sanat Bienali’ni yapıyor. Yani etkileri yayılıyor.
Diğer taraftan insanlar gelip de çok ütopik görünen bir şeyin gerçekleştirilebildiğini görünce inancı değişiyor, “biz de bir şey yapabiliriz” diyorlar. Küçük bir yerde bir şey yaptığınız ve başardığınız zaman, devam etme ihtiyacı duyuluyor. Bence sivil toplumun gelişiminde çok önemli bir şey o inancın oluşması.
Başka bir konu da şu; normalde biliyorsunuz bienal küresel bir etkinlik ve bizim amaçladığımızın tam tersine çalışıyor. Yani ehlileştirme, kentte soylulaştırma gibi şeylere sebep olan bir durum yaratıyor. Biz o yüzden adını Sinopale koyma gereği duyduk. Bizim burada yapmaya çalıştığımız şey sürdürülebilirliği sağlamak, gösteri mantığı değil. Normalde bienal bir sergi alanıdır, bir nevi fuar gibi. Orada şov mantığı var bizimkinde ise tam tersi. Mesela Avusturyalı sanatçılarımız var, bienale 4. kez katılıyorlar. Dünyaca ünlü sanatçılar değiller ama çalışmalarına insanları çok iyi dahil ediyorlar, çocuklarla çalışabiliyorlar. Onlar artık Sinopale’nin sahipleri. Eğer şov için sanatçı getiriyor olsaydık büyük 10 tane isim seçerdik ama sonrasında sönerdi. Söndürmemek için çok emek verdik. “Sen sergile, karşındaki anlasın” olmuyor, emek vermek gerekiyor. O emeğin de sürekli olması lazım, o yüzden aynı insanların gelişi çok önemli. Öğreniyorlar, bir duygusal bağ kuruyorlar.
Neye değer verdiğiniz önemli. Şova önem veriyorsanız o zaman baloya giydiğiniz kıyafet çok önemli ama benim için değil, biliyorum Melih için de değil. Sokaktaki insan televizyonunu kapıp gelmişse orada ne oynuyor diye bakıyor, yoksa bakmıyor. İnsanlar dahil olabildikleri şeyleri anlıyorlar. Ben çağdaş sanattan çok mu anlıyorum? Mesela bir galeriye gittiğimde 2 eseri anlıyorum ama 5 eseri anlamıyorum. O yüzden de insanlardan kapasitelerinin üstünde bir şey beklemenin alemi yok. Bu bir süreç, bu süreç emek istiyor ve hayat boyu bir emekten bahsediyoruz. Öğrenmek değerliyse sizin için, etkinliği de ona göre yapıyorsunuz. İnsanlar artık bizi tanıyor, artık biz yaptığımız için, biz varız diye geliyorlar. Yani sihir gibi, ben de inanamıyorum bu gelişime.