“Yapıda ‘Ekoloji’ Kavramı ‘Bütünsel’ Olarak Ele Alınmıyor”

Gaia Mimarlık'ın kurucusu And Akman'la yapı biyolojisi ve ekolojisi konusunda bir söyleşi gerçekleştirdik.

Zeynep Güney: Gaia Mimarlık ne zaman kuruldu, kaç kişi çalışıyor?

And Akman: Gaia Mimarlık İstanbul’da 2006 yılında kuruldu, ancak benim bu alandaki çalışmalarım yirmi yılını dolduruyor artık. Toplam ekip olarak 6 kişiyiz aslında, ancak bir network ağı içinde takımlar halinde farklı mekanlara ayrıldık. Muhasebe ve teknik çizim gibi konularla ilgilenen arkadaşlar işlerini evlerine yakın mekanlarda sürdürüyorlar. Ev – iş yeri arasında ki ulaşım ilişkileri açısından kayıpları minimalize etmek için seçtik bu yolu ve daha verimli olduğunu düşünüyoruz. Biz yönetim olarak 2 kişi çalışıyoruz bu mekanda. Artık internet ortamında çalışmaları paylaşmak ve yürütmek de çok kolay. Her hafta başında ve gerektiği zamanlarda toplanıyoruz.

ZG: Bildiğim kadarıyla daha önce Almanya’da çalışıyordunuz, Türkiye’ye ne zaman döndünüz ve Gaia Mimarlık faaliyetlerine tam olarak ne zaman başladı?

AA: 1989 yılında Mimar Sinan Üniversitesi’nde Yapı Biyolojisi – Yapı Ekolojisi alanında doktora çalışması yapmaya başlamıştım. Bu alanda Türkiye’de yapılan ilk çalışmaydı ve daha sonra bunun yapı biyolojisi konusunda dünyada da bu akademik düzeyde yapılan ilk çalışma olduğunu oradaki hocam Prof. Anton Schneider’den öğrendim. Bu alanda Türkiye’deki bilgi kaynakları, kitap ve literatür çok sınırlı. Araştırmalarımı yapabilmek için o zamanlar bir yıllığına Almanya’ya gitmiştim, 17 yıl sonra döndüm. Bu 17 yılda Almanya’daki Yapı Biyolojisi ve Ekolojisi Enstitüsü’nden yapı biyoloğu olarak mezun oldum. Bu enstitü, orada Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı, bu işin eğitimini vermeye ve diploma vermeye yetkili tek kuruluş.

Yapı biyoloğu, insanla yapı arasındaki ilişkileri araştırır, değerlendirir, analizler yapar. Yapıdaki malzemeler, elektrik ve su tesisatı, teknik donanımlar, mobilyalar -buna ergonomi – anatomi ilişkisi olarak bakılabilir- üzerinden yapının insana olan etkilerini inceleyen bir bilim dalıdır bu. Bu bilim dalının Almanya’da 30-35 yıllık bir geçmişi var. Bu sürecin son 17 yılına da ben tanık oldum, eşlik ettim. Yapı biyoloğu mimarlar Willibald Rapp ve Arnold Dransfeld ile beraber “Lichtblick Architekten” olarak mimari çalışmalarımızı sürdürdük. Almanya’nın daha çok kent dışı yerleşimlerinde gerçekleştirdiğimiz bu işlerin yanında, İsviçre, İtalya ve Avusturya’da da birçok proje ve uygulamalarımız oldu. Ayrıcalığı olan iki tasarım ise Uganda’da ki Kagoe öğretmen evi ve kütüphanesi ile Fransa’da Nice kentine arkasındaki dağlardan bakan bir malikanenin restorasyon projesi oldu.

Türkiye’de üzerinde çalıştığımız 3 tane proje var şu anda. Bu projelerden birinin tasarımıyla birlikte her şeyi tamamlanmıştı ve bu ilkbaharda inşaatına başlanacaktı ancak günümüzdeki ekonomik durumdan dolayı mal sahibi inşaatı erteledi.

ZG: Ekolojik inşaat yöntemlerinde hangi malzemeleri tercih ediyorsunuz?

AA: Burada birkaç tane ana hat var. Bunlardan biri, yapıda kullanılan malzemenin doğayla olan ilişkisi. Ekolojik malzeme benim gözümde gömülü enerji dediğimiz, üretiminde fazla enerji tüketmeyen malzemedir. Mesela ahşapla, alüminyumu karşılaştırdığımızda, alüminyumun üretilmesi için, ahşabın kendi kendisine yetişmesine kıyasla, binlerce kat daha fazla enerji tüketimi gerekiyor.

Diğer bir konu bu malzemelerin nakliyatı. 300-500 km ötedeki bir tuğla fabrikasından, bir çimento tesisinden ya da demir üreticisinden malzemenin nakledilmesi, yerinde bulunan bir malzemeyle karşılaştırdığımızda, yine ekolojik malzeme tercihine götürüyor bizi. Bu bağlamda ideal olan, yapı hafriyatı çıkarken, doğrudan bu toprağın kullanılabilmesidir. Killi topraksa kerpiç malzeme kullanarak, evin inşasına bunu entegre etmektir. Evi tamamen kerpiçten yapmak mümkün ancak bu iklimine göre her zaman doğru olmayabilir. Ama bu tür “yerine ait” malzemeleri biz ne kadar fazla yapıya dahil edebilirsek yapının ekolojik değerliliği o kadar artar. Yani yapının bulunduğu topoğrafyanın sunduğu malzeme taş ise o taşı kullanarak, killi toprak ise kerpiç kullanarak, ormanlık ise de ahşap kullanmak şeklinde.

Bizim Almanya’da ve Avrupa’da yaptığımız çalışmaların büyük bir çoğunluğunda, ahşap taşıyıcı strüktür sistem, duvarlarda dolgu malzemesi olarak toprak yani kerpiç ve dış yalıtımında cam yünü, taş yünü, köpük gibi malzemeler yerine saz kamışı kullandık. Saz kamışının ısı yalıtım katsayısı cam yünüyle aynıdır. Aynı yalıtımı sağlar. 10 cm saz kamışıyla, 10 cm cam yünü yapıyı aynı şekilde izole eder. Ama saz kamışında bir üretim masrafı yoktur. Sonuçta bu malzeme sazlıklarda yetişiyor ve basit bir tel bükme makinasıyla endüstriyel bir ürün haline getiriliyor. Almanya’da artık bu malzemenin bir piyasası var. Üstelik saz kamışının sıva tutuculuğu çok daha iyi. Bugün piyasaya hakim tuğla üzerine ya da köpük ısı yalıtım malzemeleri üzerine sıvayı tutturmak için ya zorlanırız ya da ileriki yıllarda sorunlarla karşılaşırız. Bunların yapışması için de bir takım kimyasallar ya da tel, elyaf gibi malzemeler kullanmak zorunda kalırız. Saz kamışı ise oluklu yüzeyi sayesinde çok iyi bir sıva tutucudur.

Bu yapıları müşterinin zevkine ve isteğine göre ya kireçle sıvıyorduk ya da ahşap kaplıyorduk. Kireç olmasının sebebi de hidroskopinin yani nem alışverişinin daha iyi olması. Tenimiz gibi nefes alabiliyor olması. Ahşap kullanırken de, eski geleneklerden faydalandık. Bu biraz, Almanya’da bulunduğum coğrafyanın özelliği idi, geleneksel ahşap kullanım bilgilerinin kaybolmadığı bir bölgeydi. Alpler’in eteğinde, dağbaşında bir yerde 17 yılımı geçirdim. Orada bu eski ahşap geleneği, çağdaş tasarımlarla ve formlarla korunuyor. Bu bilgileri kullanıyor insanlar hala. Ahşabı ay çekimine göre kesip yapıda kullanıyorlar. Tabii endüstrileşme ne kadar artarsa bu malzemelere ulaşmak da o kadar zorlaşıyor. Bugün artık ahşabı fırınlıyoruz, emprenye ediyoruz, kimyasallarla işliyoruz. Hızlı yetişen az nitelikli kerestede buna mecbur kalıyoruz. Şansım hala eski tekniklerle, bilgilerle çalışılan ve yöre florasının bunu sağladığı bir yerde yaşamış olmam. Ağacın ay çekimine göre içindeki özsuyun, ligninin* en düşük olduğu zamanda dağda kesildiği ve ilkbaharda karlar eridikten sonra dağdan indirildiği bir bölge idi. Evin yapımında kullanılacak ağaçları ormancı ve mal sahibi ile dağda beraber seçtiğimizde çok olmuştur. Böylece ahşabı kurutmaya gerek kalmıyor, içindeki nem çok hızlı bir şekilde, kullanılan %12 – 13 değerlerine düşüyor. Asıl önemli olan, bu tür ahşaba haşere girmiyor, böylece ilaçlamak da gerekmiyor. Çünkü kurt ya da böcek ahşabın içindeki ligninden beslenmek için girer ahşaba. Ahşabın içinde lignin yoksa kurt, böcek gibi haşereler o ahşaptan beslenemeyecekleri için zaten girmez.

Bu bilgiler 50 – 60 yıl öncesine kadar Türkiye’de de vardı. Şileli, Karadenizli, Kastamonulu ustalar ahşabı bu bilgilerle kullanırlardı. Bu sayede Kastamonu, Safranbolu, Hemşin taraflarındaki evler yüzyıllardır ayakta duruyor. Bu uygulamalar Avrupa’nın başka bölgelerinde, Japonya’da, Rusya’da da var.

ZG: Aslında bir nevi inşaat yöntemlerinde tarihsel süreçte bir geriye dönüş yaşandığını söyleyebilir miyiz? Endüstriyel teknoloji gelişiyor ama ekolojik değerleri koruyabilmek için geriye dönüp bakmak gerekiyor değil mi?

AA: Günümüzün “sanayileşme” ve “çağdaşlaşma” ortamında fazla hızlı gelişiyor her şey. Piyasaya çıkan her yeni malzeme muhakkak bir ilerlemedir diye bakamıyorum ben. Faydalar ön planda gösteriliyor, beraberinde getirdiği sorunlara ya değinilmiyor ya da bilinmiyor henüz. Yonga levhalarda kullanılan formaldehitin zararları gibi. Kimya sektörüne büyük sorumluluklar düşüyor bu alanda. Kendini kanıtlamış olan, rafa kaldırılmış eski bilgileri, ayrıntıları hatırlamamız ve bunları doğru yerinde günümüzde uygulamaya devam etmemiz gerekir.

Almanya’da gerçekleştirdiğimiz yapılarda ne kadar ahşap kullanırsak, o kadar ucuza geliyordu bina. Her türlü tüketimin fazla olduğu, nüfusun yoğun olduğu, sanayileşmiş bu ülkede, ahşap tüketimi çok fazla olduğu halde, ahşap ya da kereste ithal edilmiyor. Üstelik bu kadar yoğun kullanıma karşılık Almanya’da, ülke yüzölçümüne göre orman alanlarının oranı da yıldan yıla artıyor ve bunu önlemek için ahşap kullanımını desteklemeye çalışıyorlar. Bu aynı zamanda bir hükümet politikası.

Plansız orman kesimleri ile ahşap tüketiminin doğruluğunu birbirine karıştırmamak gerekir. Her alanda yaşanan sanayileşme gibi ahşap da, kullandığımız bir sanayi ürünüdür. Yapıda kullandığımız ahşabın hammaddesini sağlayan ormanlar da uzun vadeli doğru planlamayla yetiştirilen endüstriyel ürün alanlarıdır. Bunu yapabildiğimiz taktirde tüketiminden de çekinmemek gerekir. Orman alanlarının ekosistem ve canlılar için zaten bilinen önemine daha hiç değinmedik şu anda.

Ekolojik yapı, yenilenmeyen, enerji ya da fosil enerji tüketmeden enerji döngüsünü sağlayan yapıdır. Yapıda kullanılan malzemenin üretimi ve inşası için harcanan, gömülü enerji dediğimiz enerjinin düşük olduğu yapıdır. Ayrıca içinde yaşanmaya başladıktan sonra da mümkün olduğu kadar ekonomik bir şekilde, bize para harcatmadan ve enerji tüketmeden istenen konforu sağlayabilmelidir. Pasif solar uygulamalar dediğimiz uygulamalarla, mesela güney cephelerde sera gibi cam mekanların kullanılmasıyla ve iç havalandırma sistemlerinin doğru kurgulanmasıyla yapı ısınmak için çok az enerjiye gereksinim duyar.

Örneğin, kışı çok soğuk geçen dağlık bir bölgede gerçekleştirdiğimiz Demmler Evi’nde bazı ölçümler yapmıştık. Aralık, Ocak, Şubat aylarında dış hava sıcaklığı -20oC’lere düştüğünde bile gün güneşli olduğu sürece kalorifer kapalı tutuluyordu. Gündüz sera etkisiyle yaklaşık 25oC ısınmış olan evde akşam güneş battığında ise, iyi bir ısı yalıtımı ve ısı depolama dengesiyle mümkün olduğu kadar uzun bir süre, yapının gündüz topladığı sıcaklığı korumasını sağlamıştık. Gece saat 23 gibi evin sıcaklığı sadece 19oC’ye düşüyordu. Ardından bu dereceyi koruyan kalorifer devreye giriyor, sabaha doğru ısıyı arttırıp devreden çıkıyor tekrar.

Bizim iklim kuşağımız için önemli bir faktör, yapıyı kışın sıcak tutabilmek kadar yazın da serin tutabilmektir. Türkiye’de çokak yüksek ve giderek artan bir klima kullanımı var ve endişe verici boyutlarda enerji ve elektrik tüketimine sebep oluyor. Günümüzde yapılarda sadece ısı yalıtımına ağırlık veriliyor. Bilgi olarak da bir ısı yalıtım malzemesinin hem sıcağa hem soğuğa karşı önlem olduğu yanılgısı hakim. Oysa yapının ısı yalıtımıyla birlikte bir de ısıyı depolama kapasitesi, ihtiyacı vardır. Birbirinden ayrı konular, ayrı özellikler bunlar. Isı yalıtım malzemeleri kışın soğuktan korur yapıyı, iç sıcaklığın dışarıya sızmasını geciktirir. Isı depolama kapasitesi olan malzemelerle de yazın iç mekanların aşırı ısınmasını önleyebiliriz. Yani klima kullanımını azaltabiliriz böylelikle. Bunlar yoğunluğu, özgül ağırlığı fazla olan malzemelerdir ki bu bakımdan en iyi malzeme toprak ve kerpiçtir. Dolu tuğla da bu özellik bakımından izolasyon tuğlasından daha niteliklidir örneğin. Yapının güney cephelerinde ısı depolama kapasitesi yüksek malzemeler kullanıp, kuzey cephelerinde ısı yalıtımı sağlayabilecek malzemeler kullanırsak, sıfır enerji evi dediğimiz yapıya doğru ilkece doğru bir adım atmış oluruz.

ZG: Yapı biyolojisinin yapının insana olan etkilerini inceleyen bir bilim dalı olduğunu söylediniz. Yapıların insan sağlığına etkileri neler ve bunlara ne tür çözümler getirilebilir?

AA: Bize müşterilerimiz “Evim çok az enerji tüketsin ama diğer yandan çocuğum bu evde solunum problemleri yaşamasın, astım olmasın,” gibi taleplerle gelirler ve biz de bunu sağlıyoruz. Evin elektrik tesisatındaki manyetik ve statik doğru alan yoğunlukları, uyku problemlerine, kalp ritim bozukluklarına sebep olabilir. Almanya’da bu sebeple doktorlarla işbirliği içerisindeydik ve hastalarının evlerinde, biyoklimatik analizler yaparak evden kaynaklanabilecek rahatsızlıkları tespit ediyorduk. Bu Türkiye’de olmayan bir çalışma şekli. Haftada 2 – 3 defa, hatta bu 17 yıl içerisinde yüzlerce defa evlerde ölçüm aletlerimizle ölçümler gerçekleştirdik. Biyoklimatik ev analizi dediğimiz bir çalışmadır bu. Raporumuzu hazırladıktan sonra hastanın rahatsızlığının sebebi bulunuyordu. Mesela hastanın yatağının başucunda 6.500 nanotesla manyetik indüksiyon tespit ettiğimizde, bunun sebebi duvarın hemen arkasında, salondaki hoparlör olabiliyor. Bu tür elektronik aletlerin etki alanları çok geniş olmadığı için hoparlörü ya da yatağı yarım metre kaydırmak sorun çözmeye yetiyor çoklukla. Ya da diğer bir örnek, yatak odalarında seramik yer döşemesi malzemesi kullanıldığında uzun vadede birtakım sorunlar yaşanabiliyor. Çünkü seramiklerde radyoaktif değer daha yüksek olabiliyor. Dolayısıyla seramiği mutfakta ya da banyoda kullanabilirsiniz ama uyuduğunuz, yani vücudunuzun tam kendini rölantiye aldığı, dış etkenlere en çok açık olduğunuz, günde en az sekiz saat geçirdiğiniz yatak odası gibi mekanlarda bu tür etkenler, uzun vadede metabolizmayı ciddi şekilde bozabiliyor. Malzemeyi peşin peşin kullanmamak anlamına da gelmemeli bu. Doğru karar için düşünülen malzemenin önceden ölçülmesi yeterli.

Malzemeden kaynaklanan toksinler, radon gazları, formaldehitler, lindan gazları gibi zararlı maddeler Almanya’daki enstitünün de gayretleriyle bir sisteme alınmış durumda. Artık Almanya’da ev analizi diye, standart bir değerlendirme şablonu var. Kitlelerde buna giderek dikkat etmeye başladılar.

ZG: Biliyorsunuz bu aralar sürdürülebilirlik konusu çok konuşuluyor ve tartışılıyor. Fakat buna rağmen bu ekolojik yapım yöntemlerinin yeterli ilgiyi görmediğini de söyleyebiliriz. Bu yöntemleri gündeme getirip daha fazla ilgi görmesini sağlayabilmek için sizce neler yapılmalı?

AA: Uzun bir süreç bu. Tek bir cevabı var bu sorunun, o da eğitim.

ZG: Türkiye’deki üniversitelerde bu konuda yeterli eğitim de verilmiyor sanırım.

AA: Başlandı buna. Çalışmaları yapılıyor ancak bu, piyasaya ve sektöre ne şekilde ve ne zaman yansır, bunu söylemek güç sanırım. “Yapı biyolojisi ve ekolojisi” daha bir kavram olarak tanımlanmamışken İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Prof. Ruhi Kafesçioğlu, 50’li, 60’lı yıllarda konuyu sağlıklı yapı, yapı patalojisi olarak ele almaya başlamıştı. 80 sonlarından itibaren Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi’nde çalışmalar başladı. Bildiğim kadarıyla Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi ve bir de Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde bu alanda yüksek lisans öğrencilerine seçmeli olarak ders veriliyor ve tez çalışmaları yapılıyor.

Yapı Endüstri Merkezi’nin de, ekolojik mimarlığın gelişmesi ve piyasasının oluşması yönünde değerli çalışmaları var. Yapı biyolojisi ve ekolojisi, disiplinlerötesi özellik gösterdiklerinden, sektörel olan olmayan diğer yayın organlarına da bu alanda önemli sorumluluklar ve duyarlı olmak düşüyor. Bu duyarlılığın ve bilincin tabana hızlıca yerleşmesi çok güzel bir düşünce ama ülkemizde bu o kadar kolay olmayacak sanırım. Yapı fiziğinin bile Türkiye’ye girmesi kırk yıl sürdü, yine de hala yapı fiziği açısından birçok şey yanlış yapılıyor.

Ancak günümüzde enerji ve çevre sorunlarının oluşturduğu tehtidin artması nedeniyle, mimaride de çevreci yönde bir hızlanma olacaktır diye ümit ediyorum. Yeşil mimarinin ancak böyle bir nedenden ivme kazanması gerçeği de düşündüren, “sorunlu” bir durum bence.

ZG: Bu inşa yöntemleri şehir içinde ne kadar uygulanabilir? Şehir içerisinde inşa edilmiş olan yapıları, yıkmadan ekolojik yapılara dönüştürmek ne derece mümkün?

AA: Ekolojik özellikleri olan yapıları, kırsal kesim içindir ya da şehir kenarı içindir diye sınırlamak gerekmiyor. Şehir merkezlerinde, bitişik nizam parsellerde ekolojik niteliklerde yapılar inşa etmek mümkün ve artık birçok örneği var bunun. Şehir içinde bulunan mevcut yapılara müdahale de tabii ki yapılır ve kısmi bir sonuçla iyileştirme de elde edilir muhakkak. Yapıyı “ekolojiktir” sıfatına yaklaştıran çok geniş bir yelpaze var ve %100 ekolojikliğe ulaşmak, günümüz yaşantısında zaten mümkün değil. Burada mümkün mertebe bir yaklaşma söz konusu ki doğru malzeme seçimleri ve tasarım ile şehir merkezlerinde de ekolojik yapılar rahatlıkla gerçekleştirilebilir, mevcutların nitelikleri iyileştirilebilir.

Bu aynı zamanda bütçelere de bağlı. Geniş bir parametre var karşımızda. Ekolojik bir yapı haline getirmek o yapıya müdahaledir. Yapı biyolojisi açısından bakıldığında ise, bir işyeri, apartman dairesi ya da ofisin insan sağlığına daha az zarar verecek hale getirilmesi de mümkün. Seçilecek malzemelerle, mobilyalarla, kullanılan boyaların niteliğine dikkat ederek bunu sağlayabiliriz. Ama dediğim gibi, sıfırdan planlamak bizi sonuca daha fazla yaklaştırır.

Ekolojik yapılar da günümüz teknolojilerini kullanırlar. Taştan, ahşaptan ya da kerpiçten inşa edilmiş de olsa, konfor beklentilerimizi karşılayan gereken her türlü teknolojiyi, tesisat ve teknik donanımlarında kullanıyoruz yapılarımızda.

ZG: Ekolojik inşa yöntemlerinde, son zamanlardaki gelişmeler neler ve siz bu gelişmeleri nasıl takip ediyorsunuz?

AA: Sektör genişledikçe gelişmelerin tamamını takip etmek giderek güçleşecek. Konferanslar, sempozyumlar da artıyor. İnternet üzerinden gelişen networking çok iyi. Bilgi kaynağı ve aktüel portal olarak Almanya’daki IBN enstitüsüyle temaslarım ve çalışmalarım devam ediyor…

Ekolojik inşa yöntemlerindeki gelişmelerden en önemlisi sektörün yapı malzemesi piyasasının oluşması ve bu alandaki gelişmeler bence. İlk yapı çalışmalarımıza, iyi olduğunu bildiğimiz birtakım ekolojik yapı malzemelerine ya ulaşamıyorduk, ya da seri üretilmediğinden bunları inşaat alanında kendimiz oluşturuyorduk. Bu yıllar içerisinde ise Almanya’da ekolojik yapı malzemesi piyasası gelişti ve geliştikçe de ucuzladı. Çünkü ilk başlarda bir ekolojik yapı yaptığınız zaman, bu konvansiyonel bir yapıya göre %20-25 daha pahalıya maloluyordu ve bununla mücadele etmek zorunda kalıyorduk. Daha küçük, ama seçkin, bir müşteri kesimine hitap edebiliyorduk. Malzeme piyasası geliştikçe malzemeler de çeşitlendi ve seçenekler arttı.

Bir de bu malzemeler Avrupa’da eskiden sadece ekolojik ürünler satan belli satıcılarda bulunurdu. Yapı malzemesinde olduğu gibi, gıda ve tekstilde de bu böyleydi. Bunlar giderek artan bir oranda marketlerde bulunuyor artık ve ucuzladı dolayısıyla. Gıda marketleri organik tahıl satmaya başladığı gibi, büyük yapı market zincirleri de ekolojik yapı malzemelerini sattıkları ürünler arasına almaya başladılar. Bunu ancak rekabete uygun fiyatlara satabildikleri zaman yapabilirlerdi, piyasa da o noktaya geldi ve yapmaya başladılar.

Yöntem olarak inşa gelişmelerinde de daha çok getirilecek uygulama kolaylıklarına ihtiyaç duyulacağı düşüncesindeyim.

ZG: Peki Türkiye’de nasıl taleplerle kaşılaşıyorsunuz, iyi bir talep var mı? Ayrıca, burada malzemeleri nasıl temin ediyorsunuz, Türkiye’deki ekolojik malzeme pazarı ne durumda?

AA: Türkiye’de bu alanda bilgi sahibi olan, bilincinde olan küçümsenmeyecek bir kesim var. Giderek artıyor da. Ancak ülkemiz şartlarında bunu yaşam alanlarına aktarmaları o kadar kolay olmuyor. Bu da olanakların gelişmesiyle oluşacak, içinde bulunduğumuz bir süreç. Bu tür yapıları yerinde doğru tasarlayacak mimarların yetişmesi de dahil buna.

Şehir yaşamına alternatif arayan profildeki insanlar, konuya ilgi duyanlar arasında çoğunlukta, ancak daha önce de belirttiğim gibi ekolojik yapı sadece şehir dışında değil, şehir merkezlerinde de uygulanabilir. Bu bilginin yayılması talebi de, bunu olumlu yönde etkileyecektir.

Yapılarda enerji verimliliği ve sürdürülebilir enerjilerin kullanımı konusunda önemli yasa çalışmaları var. Bunu uygulamaya yönelik gereken hizmet sektörü de hızla oluşuyor ve gelişiyor. Bir yapıya ekolojik özellikler dahil eden önemli adımlar bunlar ve talebe de olumlu yansıyacaktır kuşkusuz.

Ülkemizde talep bir de şekilsel artabilir. Yani ekolojik yapı moda olur, müşteri içselleştirmeden ve ne yazık ki değerliliğinin pek farkında olmadan bunu talep eder…

Malzeme pazarı bir sektör olarak organize olmadı henüz. Bazı gerçek tekil üreticiler olsa da, “ekoloji” kelimesinin daha çok reklam amaçlı suistimal edildiğini görüyorum. Ancak yerine ait, doğal ve insan sağlığını destekleyen bir yapı inşa etmek için gereken her türlü malzeme var aslında.

Gaia Mimarlık’ın Kurucusu And Akman’ın Almanya’da ve Türkiye’de Gerçekleştirdiği Projelerden Bazı Örnekler:

Aach Ekoloji Sitesi, Almanya
– Almanya’nın Westallgau bölgesinde, Avusturya sınırında bir dağ köyünün yanına 1994 yılında inşa edildi.
– 8 ev, 16 haneden oluşuyor.
– Yapı sistemi ahşap karkas, arası kerpiç dolgu. Saz kamışı ısı izolasyonu yapıldı. Ardıç dış cephe kaplamaları kullanıldı.
– Bio-dizel bir motor ile kendi içinde yeterli enerji döngüsü ile ısınması sağlanıyor. Ürettiği elektrik fazlası şebekeye satılıyor.
– Sazlık arıtma biyotopu ile atık döngüsü kendi içinde çözüldü.
– Thingers ve Urlau evleri de yine Algau bölgesinde ve bu özelliklerde inşa ediliyor.

Durusu Evi, Türkiye
– Çatalca’da inşa edilecek ve tasarımı tamamlandı.
– Pasif solar bir ev. Gereken enerji güneş pillerinden elde edilecek.
– Hafriyattan çıkacak toprak ile yığma duvar örgüsü yapılacak. Dış cephesi yörenin taşı ile kaplanacak.

Erlacher Evi, İtalya
– İtalya, Vinschgau’da yer alıyor.
– Klinker’den örülmüş yığma yapı sistemiyle inşa edildi.
– Güney cephesinde cam kullanıldı.

Demmler Evi, Almanya
– Almanya, Füssen’de 1996 yılında inşa edildi.
– Ahşap karkas, kerpiç dolgu bir yapı.
– Kışı çok sert geçen dağlık bir bölgede bulunmasına karşın yıllık ısınma gideri 320 Euro. (1998 yılı hesabına göre)

Gablonz-1 Evi, Almanya
– Yığma kerpiç bir düşük enerji yapısı.

Schulze Evi ve Gablonz-2 Evleri, Almanya
– Sera etkisiyle ısınan pasif kerpiç bir yapılar.

* Selülozla birlikte, bitkide kök ve gövdenin sert ve odunsu yapısını oluşturan madde.

Etiketler

Bir yanıt yazın