Zaha Hadid Architects tarafından, 2012 Londra Olimpiyat Oyunları için tasarlanan Aquatics Centre'ın ekibinde yer alan Yamaç Korfalı ile proje sürecini konuştuk.
Londra Olimpiyat Oyunları 12 Ağustos Pazar günü gerçekleşen gösterişli bir törenle kapandı ama şimdi gözler 29 Ağustos’ta başlayacak olan Paralimpik Oyunlar’da…
Olimpiyat Köyü’ndeki belki de en dikkat çekici yapılarından birisi olan Aquatics Centre, heyecanlı yarışlara, yeni isimlerin doğmasına şahit oldu. Proje ekibinde yer alan Yamaç Korfalı, yapım sürecini ve ofisteki işleyişi anlattı.
Yamaç Korfalı: Yıldız Teknik Üniversitesi’nden mezunum. Üniversiteyi bitirir bitirmez çalışmak için Londra’ya gittim. Daha önce staj yapmıştım. Staj yaptığım yerde birkaç yıl çalıştıktan sonra master yapmaya karar verdim. The Bartlett’ta Peter Cook’un yöneticiliğinde master yaptım. Bitirdikten sonra sonra Eric Parry Architects’de dört yıl yarışmalar ve ofis binaları ile ilgili çalıştım.
Master yaparken arkadaşlarımın bazıları Londra’nın ve dünyanın tanınmış ofislerinde çalışmaya başladılar. Geniş bir network oluştu.
Londra’da şantiye projesinde çalışmak hakikaten zor. Çünkü planlama süresi yaklaşık 2 yıl alıyor. Bu yüzden büyük bir projenin planlamasında çalışıyorsun. Sonra başka bir ofise geçiyorsun. Bu sefer şantiyeye denk geliyorsun, şantiyede çalışıyorsun. Böylece bir beş yıl geçiyor ve tek bir projede çalışmış gibi oluyorsun. Farklı süreçleri ancak öyle görüyorsun. Benim de öyle oldu. Dört yıl Eric Parry’de planlama çalıştım ve yeter dedim. Çünkü sürekli çiziyorsun, revize ediyorsun, belediyeye gönderiyorsun, belediye itiraz ediyor, bir daha aynı çalışmayı yapıyorsun. İki yıl boyunca koordinasyon ve çizim yapıyorsun.
Olimpiyat projelerini, Zaha Hadid’in tasarımlarını her zaman beğenmişimdir. Aquatics Center’ın projesinde ve bir şantiyede çalışma isteği başvurmama neden oldu.
YK: Bizim takım yaklaşık 12 kişiydi.
YK: Evet, daha önce Future Systems’de çalışmış birisi vardı, projedeki tek İngiliz şefti. Ekipte, Almanlar, Polonyalılar vardı. Oldukça ciddi bir ortam vardı. Herkes çok yakın çalışıyordu. Takım içindeki koordinasyon çok önemliydi.
YK: Proje, şantiye uygulaması başlamadan önce üç yıl ofisteydi. O süre boyunca sanırım yarışmadakiler de çalıştı. Ancak ben başladığım zaman o ekipten kimse yoktu. Ofistelerdi, ancak o projede çalışmıyorlardı. Uzun yıllar Zaha’da çalışmış Alman bir kız vardı. İngiliz şef yeni gelmişti. Bir de yarışma direktörlerinden birisi vardı.
Uygulamaya geçtiğin zaman çok fazla proje almaya başlıyorsun. Sürekli proje ve yeni insan geliyor. Öğlen yemeğine gidiyorsun, geliyorsun. Bir bakıyorsun senin yerine başka birisi oturmuş çalışmaya başlamış. Nerde boş yer varsa oraya birilerini gönderiyorlar. Ama biz şantiyede olduğumuz için daha disiplinli olmamız gerekiyordu.
YK: Yoktu, ancak herkesin belli bir sorumluluğu vardı. Birisi ahşap tavanları yapıyor, başka birisi elektrik mekanik koordinasyonu yapıyordu. Zaten proje süreci oldukça disiplinli olduğu için ne zaman, nerede, hangi toplantıya gideceğin iki hafta önceden belli oluyordu. Şantiyede oluyorsun, toplantılara giriyorsun, ofise gidiyorsun…
Bir de takımda hem az deneyimli, hem de diğerlerine göre daha deneyimli kişiler vardı. “Sen deneyimsizsen şantiyeye gitme” denmiyordu. Herkese güven sonsuzdu.
YK: Doğru. Projenin maaliyeti ile ilgili gazetelerde sürekli haberler çıktı. Zaha projesi, çok pahalı vs. O yüzden proje yöneticisi tarafından sürekli bir kontrol ve müdahale vardı. Bir yandan da sonuçta Zaha projesi, müdahale etmeyelim, öyle kalsın deniyordu. Biz ne kadar diretirsek onlar da yelkenleri suya indiyorlardı. Binanın kaça mal olacağı tekliflerden, çizimlerden belliydi.
Daha sonra yapım süreci başladı. En uzun çatının yapımı süreceği için çatıdan başlandı. Normalde binanın bodrumundan başlanır ama burada tam tersi oldu. Çatının üç noktada desteği var. Onları yaptıktan sonra çatıyı gecici olarak tutacak çelik konstriksüyonları koymaya başladık. Sonra Galler’den gelen metalleri örmeye başladılar. Kirişleri kaldırıp yerlerine monte ettiler. Çatı bitince herkes bir “Oh!” dedi.
İlk önce çatının yapımına başlanmış. Sadece kenarlarda destek olduğu için taşır mı taşımaz mı endişeleri yoğunmuş.
Bu arada havuzları inşa etmeye başladılar..
YK: Prefabrik derken, belli şeylere izin verilmiyor. Örneğin, kaynak yapılmıyor, her şey vidalarla takıldı.
YK: Sanırım güvenlik sebebiyle. Her şey önceden yapılıp, tırlara konulup getiriliyordu. Tabii beton orada döküldü. Mesela betonun pürüzsüz olması, rengi çok önemliydi. Bunun için denemeler yapıldı. Kalıplar için kullanılan kontraplağın kalınlığı, betonun içindeki karışımın yoğunluğu, hava şartları hepsi çok önemliydi…
Betonu döküyorlar, bir saat sonra grimsi, iki saat sonra daha farklı oluyor. Sonuçta beton diyorsun ama bizim ofis için önemliydi.
Oturma gruplarının hepsi prefabrikti. Oturma grupları olimpiyatlar bittikten sonra Brezilya’ya gönderilecek.
Binanın sağ ve solundaki ekler çıktıktan sonra aşağıdaki gibi görünecek. Buralardan çıkan oturma grupları 2016’da Rio’daki olimpiyat oyunlarına gönderilecek.
Olimpiyat Köyü’ndeki bütün binalar iki duruma (Olympic ve Heritage) göre tasarlandı. İki farklı dosya içinde iki farklı çizim vardı. Normal bir binayı yaparsın, biter. Çünkü olimpiyatlar bittikten sonra sökülecek, tekrar cam gelecek, bir mimar olarak ondan sonra bunun arkasından gelecek malzeme ne olur diye de düşünmen gerekiyor. On yıl sonra dönüştüğü zaman ne olacak? Tavanı söktüğün zaman kalan boşluğu nasıl dolduracaksın?
Kaplama olarak çevreye duyarlı Red Lauro isimli bir ahşap tercih edilmiş. 30.000 adet ahşap parçası Almanya’da üretildikten sonra yerine monte edilmiş.
FINA ve Olimpiyat Komitesi’ne göre çok önemli tabii. Her şeyin bir standardı olması gerekiyor. Atlama, dalma platformları daha önce hiç bu şekilde yapılmamış. Tamamen heykelsi bir tasarımı var. FINA’daki yetkililer bile kafası çarpar vs diye endişeliydi. Bunlar kalıplarla hazırlandı. Getirip onlara gösterildi.
Atlama rampalarının heykelsi bir tasarımı var.
İngilizler’in Tom Tom Daley isimli bir sporcuları var. Olimpiyatlardan önce havuza gelip bakmıştı. Gördüğüm en ilginç atlama platformu dedi. Bütün İngiliz halkı onun platforma çıkıp atlayışını merakla bekliyordu.
YK: Yarışmayla beraber toplam altı sene. İki sene bütün belgelerin hazırlanması, tekliflerin verilmesi, çizimlerin yapılması sürdü. Bir de sirkülasyon çok fazlaydı. Sürekli projede çalışanlar değişiyordu ve yeniden anlatmak gerekiyordu. Bazen anlatan değişiyordu. Proje oldukça kompleksti. Çizimler iki boyutluydu. İki boyutta bir mimar çizimleri anlayabiliyordu ama bir mühendis için karışık olabiliyordu. Üç boyutlu da çalışıyorduk. Sonra insanlar A3’e basıp bu ne diye soruyordu?
Televizyonda göremediğimiz ısınma havuzu oldukça dikkat çekici.
YK: Hiç olmadı.
YK: Kendi bulunduğum projelerden bahsedeyim. Tasarım kısmında Zaha Hadid oldukça işin içindeydi. Şantiye başladığı zaman eğer tasarımdan bir sapma olursa “Zaha ve Patrick’e değişiklik yapılacak sizin için uygun mu?” deniyordu. Şantiyeye gelip herşey yolunda mı diye bakıyorlardı. Ayrıca Zaha Hadid’in şantiyeye gelmesi Kraliçe’nin gelmesi gibi bir şeydi. Herkes güzel giyinirdi, merak ederdi. Büyük bir etkisi vardı.
Bizim ekip, Alman, Singapurlu, Polonyalı, Amerikalı, oldukça uluslararası bir gruptu. Herkes İngilizce konuşuyordu ama bazen iletişim sorunu olabiliyordu. Ülke ülke kimin neye reaksiyon verdiğini öğreniyorsun. E-mail yazarken ne kadar nazik veya kaba olduğun çok önemli. Orada yaşadığım 12 yıl boyunca belli örf ve adetleri bırakmayı öğrendim. Türkiye’deki çalışma ortamı da farklı. Burada kişilerin egoları var, orada öyle bir şey yoktu.
YK: 1 yıl oldu. Proje bitti, ben 1 ay Londra’da kalıp Türkiye’ye döndüm. Ailem Bursa’da yaşıyor. Oraya gittim. Yıllardır dönmeyi düşünüyordum ama doğru zamanı yakalayamıyordum. Kendi ofisimi açmayı düşündüm. İngiltere’de bir yerde çalışıp emekli olabilirsin ama orada kendi ofisini açman için çevren olması gerekiyor.
Babam mesela muayenehane açtı. “Yapar mısın?” dedi. Türkiye’de yaşarken farkında olmadığın şeyler yurtdışında yaşarken çok önemli ve değerli gelmeye başlıyor. Bursa’ya dönüp Koza Han’da saatlerce dolaşmak çok zevkli gelmeye başlamıştı. Ulu Cami’ye, Ayasofya’ya tekrar bakıyorsun. Tüylerin diken diken oluyor.
Kendime bir mimarlık ve etrafı inceleme zamanı bırakmak isterken tekrar çizim ve tasarım yapmaya başladım. Mesela Bursa’da oldukça büyük sanayi sitesi var. Oraya alışveriş merkezi ve otel istediler.
İlginç projeler geldi. Mesela bir cami avlusu vardı. Namaz kılarken ıslanılmasın diye “Bu avluyu kapatır mısın?” dediler. “Londra’da böyle bir örnek var” deyip yurtdışından örnekler gösteriyordum. Ahşaptan bir kavis tasarladım. “Biz buraya aluminyum koyacağız” dediler. İnsanların nasıl bir reaksiyon vereceğini tahmin edemiyorsun.
Böyle üç-dört ay Bursa’da kaldım. Bursa’dan sonra İstanbul’a geldim. Orhangazi Meydanı Yarışması’na katıldım. Orhangazi Meydanı Yarışması’nı katılma sebebim Bursa’da olmasıydı. Biraz önce bahsettiğim hep çocukluğumun geçtiği yerler. Büyük de bir yarışmaydı ama tek başıma katıldım.
Meydanı kapatan binalar var. Onları kaldırıp tamamen yemyeşil bir bant oluşturmak ve insanların merdivenden ve rampadan inebileceği bir bahçe oluşturma fikri vardı. O ruhu yansıtabilmek için herşeyi elle çizdim.
Yarışma yaparken sadece fikir atıyorsun ortaya. Yolun altında da olur, yolun üstünde de olur, hiç olmaz da. Nasıl değerlendirdiklerini bilmiyorum.
Tasarım Bienali’ne başvuru yaptım. Ama kabul almadı. “Ottoman Stool” diye birşey tasarladım. Bursa’da, İstanbul’da imalatçılar bulmaya çalıştım. Herkes “Bu ne, ne işe yarayacak, malzemesi ne, yapamayız” dedi. Hatta arıyorum “Parası neyse vereceğim lütfen yapın” diye, telefona çıkmıyorlar. Bu yapamama, yaptıramama durumunu karikatürize ettim. Bir kusurlu tarafı var kalıptan çıkmaz diyorlardı.
Ottoman Stool
T-shirt tasarımı da yapıyorum. Tasarımla ilgili her şeye karışıyorum. Yapmak hoşuma gidiyor.
Diğer projelerim http://korfali.posterous.com/ adresinden incelenebilir.
YK: Ben teşekkür ederim.