Yoğunluk kollektifinin yeni projesi "Sublime" grubun önceki işlerinden farklı olarak, bambaşka bir tipolojinin ürünü çağdaş bir mimari yapıda, Zorlu PSM'de, "mekanın özgün nitelikleriyle ilişki kurmaya çalışıyor"
İsmail Eğler, Nil Aynalı Eğler, Elif Tekir ve Nezih Vargeloğlu’nun oluşturduğu Yoğunluk inisiyatifinin yeni işi “Sublime”, 1 Kasım’a kadar Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nin girişinde seyircilerini ve deneyimleyenlerini bekliyor olacak. “Sublime” aynı zamanda 14. İstanbul Bienali’nin paralel etkinliklerinden biri. Biz de, 2014 yılından bu yana mekâna dair işler üreten; mimarlığın deneyimle ve sanatsal eylem haline gelebilme haliyle sıkı ilişkiler kuran kolektifle yeni projeleri hakkında bir söyleşi yaptık. “Sublime” i Zorlu’da ziyaret etmenizi şiddetle öneriyor, su buharından bir bulutun içinde yaptığımız söyleşiyi keyifle okumanızı temenni ediyoruz.
Burcu Bilgiç: Proje nasıl bienal kapsamına girdi? Veya siz bienal için mi tasarlamıştınız? Nasıl böyle bir buluşma oldu?
Nezih: Bienal ekibi ilk “Su Ruhu” sergisini gezdiler ve serginin bienal döneminde tekrar açılmasını istediler. Fakat mekânda olacak başka bir işten ötürü serginin tekrarlanması mümkün değildi. Bienal ekibi de “Eğer Yoğunluk ekibi olarak bienal zamanı yaptığınız başka bir iş olacaksa, onu paralel etkinlik olarak bienale dahil etmek isteriz.” dedi. Zaten “Su Ruhu” sergisinden sonra da Artnivo ile Zorlu PSM konusunda görüşmeler başlamıştı; mevzumuz Zorlu PSM’nin giriş mekanına has bir şey yapmaktı. Ben şahsen “Sublime”in bienal odaklı bir iş olduğunu düşünmedim. İkisi denk geldi.
İsmail: Küçük bir hatırlatma; aslında Artnivo bizi önce 8 Küp sergisi için bir iş yapmaya davet etti. PSM’nin giriş mekanında bulunan 40 metre uzunluğundaki sergi alanı 8 eşit parçaya bölünecek ve her bir sanatçı bir küpün içinde bir sanatsal deneyim tasarımı yapacaktı. Bunun dışında Zorlu PSM’nin herhangi bir mekanı da kullanılabilir diye bir opsiyon sundular. Mekan ile ilişki kurmak bize beyaz duvarlı 8×8 ebatlarında bir küpün içerisine bağımsız bir tasarım yapmaktan çok daha cazip geldi. Zorlu PSM’de bize en ilginç gelen mekan ise giriş cephesi oldu.
Cepheyi bir sis enstalasyonu yoluyla dönüştürme fikri ise Nezih ve benden çıktı. İlk başta cepheyi bir ekran gibi kullanma düşüncesi vardı. Sonra Nil’in kavramsal yaklaşım konusundaki katkısıyla onu ekran meselesinden birazcık çıkarıp daha çok cephe ve giriş amfisini bir bütün olarak ele almayı, bu hacimde yeni bir mekânsallık, bir atmosfer oluşturmayı, mekanda gözle görülmeyen dinamikleri özellikle rüzgarı görünür kılmayı, cepheyi de 2 boyutlu bir ekrandan 3 boyutlu bir mekana dönüştürmeyi amaçlayan bir iş ortaya çıktı.
“Sublime”in metninde de 2 boyuttan 3 boyuta zıplama ve bunun için kullanılan sis var. Önceki işlerin metinlerinde temelde mekândan bahsederken “Sublime” de mimarı bir eleman olan yüzey üzerine yoğunlaşmışsınız. Bu sizin işe bakışınızı nasıl etkiledi?
İsmail: Yüzeyin 2 boyutluluğunun 3 boyutlu hacme dönüşmesi önemli idi. Sis merdivenlere doğru geliyor “Sublime” de, onu hacmi dönüştüren bir etmen olarak görüyoruz. Boşluğun kendisini aslında mimari bir eleman olarak görüyoruz belki de. O sisin mekanı doldurması, oranın boşluğunu yani eksi olan elemanı bir nevi artıya çevirmek anlamına geliyor. Bir de su zerreciklerinin oluşturduğu maddeselliğin insan bedeni üzerinde direkt olarak hissedilmesi bu deneyimi çoğaltıyor.
Yani mimari elemanların hepsini işe dâhil ediyoruz aslında. İş cepheden çıkıyormuş gibi, sadece cepheyi kullanıyormuş gibi görünüyoruz; ama aslında değil. İlk etapta işin cephede olup bittiği düşünülüyor; fakat aşağıda işi deneyimleyen yani suyun zerrecikleri vücuduna temas edip sisin içinde kalan izleyici sanki yukarıdan izlenen biri gibi görünürken bir yandan da yukarıda izleyen adam onun için işin bir parçası oluyor. Yani sisin içindeki kişi için de yukarıdaki bir izlenene dönüşüyor. Orada ilginç bir uyum var. Yani izleyen ve izleneni tersine çeviriyoruz. İki durumu da geçerli kılıyoruz.
İsmail: Zorlu Center’ın içerisinde ticari amaçlı mekanlar çoğunlukta fakat PSM alışveriş merkezinin parçası değil, performans sanatları merkezi. Bence çağdaş olup olmamasının çok fazla bir önemi yok. Önceki mekânlarda da tarihi olup olmamasının çok fazla bir önemi yoktu. Önemli olan bulduğumuz o mekanlarla kurduğumuz ilişki, ortaya çıkaracağımız yeni potansiyeller, vereceğimiz his ve mekânı nasıl dolduracağımız, maddeyle nasıl temas edeceğimiz, maddeyle insanları nasıl buluşturacağımız idi. Bu iş özelinde düşündüğümüz zaman da buna benzer çok fazla mekân yok, yani bu işi başka nerede yapabilirdik diye düşündüğümüzde bir yer gelmiyor aklımıza. Bu işi yerinden söküp de biri satın almaya kalksa alamaz çünkü koyacağı bir yer yok. Apartmanın önüne koysa çok anlamsız bir şeye dönüşür. Ya da ancak apartmanın cephesine giydirebilir bunu, o da çok anlamlı olmaz diye düşünüyorum.
Nezih: İlk başta ticari bir merkezin içinde iş yapmak bizim grubumuz içinde sürekli sorguladığımız durumlardan bir tanesiydi. Bunu birazcık daha yumuşatan kısım belki de buranın bir performans sanatları merkezi olması. Burada zaten sürekli devam eden bir sanat üretimi var. Ticaret merkezlerinin yanında sanat merkezleri onlara eklemlenmiş duruma geçiyor. Aynı zamanda burası mimari olarak da ilgimizi çeken bir nokta, spekülatif taraflarından çok bahsetmek istemiyorum ama mimari olarak ilginç. PSM’nin kendine has, gizli, tapınakvari bir tarafı var.
İsmail: Mesela beni alışveriş merkezinden çok sadece o bölümü ilgilendiriyor. Nezih’le oturup hayal kurarken orada oturduk yani alışveriş merkezinin herhangi başka bir yerinde değil. O önemli bir nokta olabilir.
Nezih: Evet, biz avluyu düşünüyoruz, yani benim kafamda sürekli o amfi tiyatro, bir bulut tapınağı, yani sürekli böyle ilahi durumlar var. Bulutların üzerinde bir mekan gibi. Güncel bir mimariyi bu duruma getirebilmek nasıl olur, işleyişi nasıl olur, bizim üzerine çalıştığımız durum o.
İşin oluşturan önemli bir bileşen su buharı, “Süblime”in ortaya çıkmasını sağlayan diğer bileşenler neler?
İsmail: Bu işin en büyük özelliklerinden biri, belki işin %50’sini oluşturan şey, rüzgâr. İşin çok büyük bir bölümünü hava şartları belirliyor. Her gün her saat farklı bir varyasyonunu görüyorsunuz bu işin çünkü mekândaki boşluklardan gelen hava akımları bize çeşitli resimler, çeşitli imajlar veriyor. Sonsuz bir form varyasyonu üretiyor “Süblime”. Bu zaman zaman sizin üzerinize gelirken ayrılıyor, zaman zaman birleşerek üzerimizden yeri yalayarak yukarı çıkıyor, her seferinde farklı bir şey görüyorsunuz. Hiç rüzgâr yoksa tamamen durgun bir hava varsa biraz daha statik bir kompozisyon oluyor.
“Sublime”in zihinsel ve fiziksel üretim süreci nasıl ilerledi?
İsmail: Burada deneme yapmak çok zor, ilk denemeyi bizim evin bahçesinde yaptık. Kapıya bu sistemin çok küçük bir bölümünü döşeyerek rüzgâr nasıl davranıyor diye baktık, çünkü daha önce benzer bir sistemi sarnıçta ışıklarla birlikte kullanmıştık ama çok daha düşük kapasiteli bir sistemdi ve kapalı bir mekan olduğu için havada asılı kalabiliyordu. Burada böyle bir şey olmayacağını biliyorduk ve biz bunu o denemelerden öğrendik. O denemeleri yapmamış olsaydık bu işi muhtemelen yapamayacaktık. Çünkü ne alacağınızı bilmiyorsunuz. Orada gördüğümüz anaforlar ve hava akımının siste yarattığı o -ben ona hareketli ve 3 boyutlu imaj diyorum- bizi çok etkiledi ve “evet bu iş burada çalışır” dedik. Açıkçası benim düşündüğümden daha etkili oldu. Bu kadar etkili olacağını düşünmemiştim ben. O duygulanımın çok kuvvetli olduğunu gördüm.
Nezih: İşlerin etkisini sonucu görünce iyi anlıyoruz. İlk başta belirli bir imajla ya da planla yola çıkıyoruz; fakat sonunda aldığımız ürünün etkisiyle hiç kestiremediğimiz sonuçlar çıkıyor. Ben kendi adıma şunu söyleyebilirim; izleyicinin işin içinde olmasıyla işe uzaktan bakması arasında başlangıçta hiç aklımızda olmayan bir kalite oluştu deneyimlerimizden sonra. Su Ruhu’nda izleyicilerin bu işe dâhil olduğunu gördükten sonra izleyicinin işin artık bir parçası olması durumunu kullanır hale geldik ve bu bizim mekâna yaklaşımımızı dönüştürdü.
“Sublime” yerleştirmesinde içkin bir şekilde var olan; içinde olma ve dışarıdan bakma durumları, kullandığınız mekânın performans sanatları merkezinin cephesi olmasıyla bir şekilde örtüşüyor bana göre. İzlenen izleyen ilişkisini tekrar ve farklı bir şekilde görünür hale getirmesi açısından belki de.
Nezih: Bu, Su Ruhu’nda da deneyimlediğim ve gözlemlediğim, kafamın içine not aldığım durumlardan bir tanesi. Yoğunluk mekânla uğraşıyor, Yoğunluk mekânı bir şeye çevirmeye çalışıyor ve bir şekilde o işi izlemeye gelen izleyici de bir şeye dönüşüyor. Bu mimari ve insan ilişkisiyle bayağı örtüşür bir hale geldi benim kafamda.
İsmail: Evet ama orada ince bir şey var; Yoğunluk mekânı dönüştürmeye çalışmaktan çok mekânın varoluşsal bir özelliğini ortaya çıkarmaya çalışıyor. Mekânın potansiyelini ortaya çıkarmaya çalışıyor. Çünkü artık orada olmayan bir etmen ya da gizli kalmış bir potansiyel var. Su Ruhu’nda, en güçlüsü bence oydu. Mekân su için inşa edilmiş ve orada artık su yok, ışıklar var, galeri mekanına dönüşmüş, bu yeni durum o mekanı herhangi bir galeriden farksız kılmış. Oraya o mekânın bir nevi özünü geri vermeye çalıştık. Burada da yaptığımız mekânın yapılış amacıyla ilintili. Yani burası muhtemelen oturulsun da insanlar bir şeyi deneyimlesinler diye yapılmış, sadece aşağı inmek için kullanılacak merdivenler olarak değil. Ama bu çok da gerçekleşmiyor, bizim gördüğümüz kadarıyla. Orayı böyle bir alana çevirmeyi amaçladık, yani mekanın içinde saklı asli özelliği canlandırmaya çalıştık diyebilirim.
“Sublime” büyük bir yerleştirme epey teknik detayı var, geniş bir cepheye uzaktan yönetilen bir sistem kuruyorsunuz. O konuda nasıl bir araştırma geliştirme süreciniz oldu mu? Teknik olarak nasıl altından kalktınız PSM cephesinin?
Nezih: Bu sistemler vardı zaten ama bu şekilde kullanılmıyordu. Biz yeni bir kullanım şekli bulduk aslında. Aynı tekniği başka bir şeyin ifadesinde kullanabilecek durumdayız.
İsmail: Bilgi Kütüphanesi oluşturuyoruz denebilir. Nezih’in söylediği o bakımdan çok anlamlı. Biz bunu bir sisleme firmasıyla yaptık, Koray var, kendisi elektrik mühendisi, Türkiye’de bu işi yapan üç adamdan biri. Distribütör, getiriyor ve kuruyor. Bunları Asya’dan sipariş edip kendimiz kuramayız, bayağı detaylı bir işlem. Koray daha önce buna benzer bir şey kurmadığı için tereddütlü yaklaştı, Emin misiniz bunu yapmak istediğinizden? Çok büyük bir risk alıyoruz. Çalışmama, patlama, yarı yolda bırakma ihtimali var dedi bize. Biz de: evet biz böyle çalışıyoruz, deneyerek yanılarak çalışıyoruz, bakıp göreceğiz, olmazsa ona çözüm arayacağız dedik. Peki dedi.
N: Aslında bu deneme test etme süreçleri bir nevi araştırma geliştirme süreci.
Ekip içindeki görev dağılımınız nasıl?
İsmail: Elif neredeyse tam zamanlı Yoğunluk’un işlerini koordine ediyor. Çok fazla iş var çünkü. Dokümantasyonu var, web var, tanıtımı var, duyurusu var, organizasyonu var. Ben Yoğunluk’un biraz daha sanatsal faaliyetleriyle ilgileniyorum, Nezih biraz daha teknik ağırlıklı, teknik işlerle uğraşıyor ama hepimiz birbirimizin işine müdahale ediyoruz. Kavramsal olarak da Nil başı çekiyor; ama ciddi ayrımlar yok, entegre çalışıyoruz denebilir.
Nezih: Oradaki kolektiflik herkesin kendi disiplinini biraz işin içine bulaştırması adına oluyor. Nil’den aldığımız mimarlık disiplini; diğer yandan sanat yönetimi ve bir işin sergilenmesine dair estetik algı; artık idari durumlara da bulaştık. Zorlu’yla çalışmak kâğıt işleriyle uğraşmak nasıl oluyor onu da öğretti biraz.
“Sublime” de sonuçtan memnun musunuz?
İsmail: Zaten memnun olmasak onu yürürlüğe sokmamak için elimizden geleni yapardık herhalde. Memnunuz yani.
Su Ruhu’nda Büşra Tunç’la beraber çalıştınız, Axis Mundi’de ise Nevzat Sayın ve Ahmet Doğu İpek vardı. Bundan sonraki işlerinizde diğer sanatçılarla iş birliği içinde olma planınız var mı?
İsmail: Var ama o netleşmedi o yüzden söylemeyeyim. Şimdi Antalya Mimarlık Bienali’ne bir iş yapacağız. Onda başka bir sanatçıyla işbirliği içinde değiliz ama sonrası için tasarladığımız işte işbirliğimiz olacak.
Önce insanlarla tanışıp sonra hadi beraber iş çıkaralım mı diyorsunuz, yoksa beğendiğiniz bir sanatçıya teklif mi götürüyorsunuz?
İsmail: Bizim için beraber çalıştığımız insanlarla uyuşmamız çok önemli. Aynı demeyeyim de benzer meselelerimizin olması çok önemli, hadi şunu çağıralım diyemiyoruz. Önce görüp, tanıyıp, oturup muhabbet ediyoruz. Böyle bir iki günde olan şeyler değil bayağı zaman geçiriyoruz önce.